Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 39: "Senin bocalamana sebep olan bu mu?"

 

Albay'ın dairesi sanki içinde hiç kimse yaşamıyormuş gibi görünen bir daireydi.

Dış şehirdeki savunma istasyonundaki odasıyla neredeyse aynıydı.

An Zhe'nin Albay'ın odasının neye benzediğini bilmesinin nedeni asansör kapıları açıldığı anda etrafının çok soğuk olduğunu hissetmesiydi.

Başını tekrar çevirdiğinde Lu Feng'in bakışlarıyla karşılaştı.

Albay kollarını kavuşturmuş, kapının kenarına yaslanmıştı. "Geri dön."

An Zhe'nin dudakları büzüldü.

Aslında o ve Seraing birbirlerini pek iyi tanımıyorlardı. Asansör düğmesine bastığında bunu düşünmüştü. Seraing evde değilse veya isteği karşısında memnuniyetsizlik gösterirse yardım için Colin'e gitmek zorunda kalacağı garip senaryoyu bile aklından geçirmişti.

Lu Feng'e baktığında aniden biraz üzgün ve kırgın hissetti. Bu adam üste hiç arkadaşı olmadığını gayet iyi biliyordu.

Lu Feng onun sıkıntılı ifadesini gördü ve "Sorun ne?" diye sordu.

An Zhe gözlerini yere indirdi ve ne diyeceğini bilemedi. Aslında Lu Feng'in dairesinde kalmayı teklif etmek istemek istiyordu ama Albay'ın reddetmesinden korkuyordu.

Sonra Lu Feng'in hafifçe güldüğünü duydu.

"Dalga geçiyordum." Lu Feng yanına geldi ve onu asansöre çekti. "Önce yemeğe gidelim, sonra da bu gece benimle uyursun."

Akşam yemeği ortak salonda yenildi ve iyi bir yemek değildi; karşısındaki Lu Feng sahiden mantar çorbası sipariş etmişti.

Ama Lu Feng'le yatmak... tabii ki Seraing'le yatmaktan daha iyiydi ve Colin'le yatmaktan kesinlikle çok daha iyiydi; An Zhe bunu Lu Feng'e aşina olmasına ve daha önce iki kez bu adamla yatmış olmasına bağlıyordu.

Albay'ın banyosunda duş aldıktan sonra kurulandı, ardından büyük, bembeyaz bir havluya sarınarak hızla yatağa girdi ve yatağın iç tarafındaki yorganın altına oturdu - pijaması yoktu.

Albay'ın odası her türlü alet edevatla kendi odasından daha iyi donatılmış gibiydi, bu da muhtemelen ordunun ona gösterdiği özel muameleden kaynaklanıyordu.

Ama ne kadar özel bir muamele olursa olsun ne fazladan bir yorgan ne de fazladan bir yastık vardı. Yatağın ortasındaki yastığı bilinçli olarak dış tarafa kaydırdı.

Bu esnada gözleri yatağın baş ucundaki kırmızı kümeye takıldı.

İçinde üç parlak kırmızı çiçek bulunan basit bir cam vazo vardı; çiçeğin dikenli sapları ve koyu yeşil dalları vardı, ikisi çoktan çiçek açmışken diğeri hala bir goncaydı.

An Zhe ilk kez bir insan üssünde, insanlardan başka hiçbir canlının var olmasına izin vermeyen çelikten yapılmış bir şehirde bitki görüyordu.

Çiçeklerin kokusu havada süzülürken oturma odasında astlarının çalışmalarıyla ilgili raporlarını dinlemekte olan Lu Feng telefon görüşmesini sonlandırıp yatak odasına döndü.

İşte o zaman Lu Feng onun çiçeklere baktığını fark etti.

"Annemin." diye açıkladı.

"Bayan Lu mu?"

Lu Feng hafifçe "Hm." dedi.

Gözleri üç çiçekte de oyalandı ve uzun bir süre sonra dışarıya baktı.

Pencerenin dışında gece koyu ve karanlıktı, binalar kara gölgeler oluşturuyordu ve altıgen şekilli İrem Bağı yapay manyetik kutuptan çok uzakta duruyordu.

An Zhe onun bakışlarını takip etti, İrem Bağı bu haliyle gerçekten de bir arı kovanına benziyordu. Düşünceleri birden yatağın baş ucundaki üç parlak kırmızı çiçeğe yöneldi; An Zhe'nin uzun zaman önce okuduğu bir resimli kitaptaki anılarından ona biraz tanıdık gelen bir renk ve şekil, insan uygarlığının hala gelişmekte olduğu zamanlarda yaygın olan bir bitkiydi.

"Gül..." diye mırıldandı.

"Bu bir gül." dedi Lu Feng usulca.

Sınıftaki çocuklar boş zamanlarında farklı renklerdeki kağıtları çiçek olarak kullanarak evcilik ve sahte dikim oyunları oynarlardı. Ancak İrem Bağı'nda gerçek güller de varmış gibi görünüyordu.

"İrem Bağı gül yetiştiriyor mu?" diye sordu.

Lu Feng'in cevabı kısaydı. "Hayır."

An Zhe tam cevabın bu kadar olduğunu düşünürken Lu Feng tekrar konuştu. 

"O bitkileri sevse de üs sevmiyor." dedi. "On altı yaşımdayken vahşi doğada eğitim görüyordum ve ona vermek için Deniz Feneri'nin güvenli olduğuna karar verdiği bazı tohumlar topluyordum."

"Ve sonra hanımefendi onları yetiştirdi mi?" diye sordu An Zhe.

"Hm."

An Zhe birden bir ay önce Lu Feng'in ofisteki dolabında gördüğü saklı bitki tohumlarını hatırladı ve Lu Feng'in annesine ne kadar değer veriyor olabileceğini düşündü. Bugün Deniz Feneri'nde Bayan Lu bazı raporlar sunacaktı ve bir araştırmacı gibi görünüyordu. Bu yüzden "Bayan Lu bir bilim insanı mı?" diye sordu.

Lu Feng cevap vermeden önce bir süre sessiz kaldı. "Sayılır."

O sırada Lu Feng aniden, "İrem Bağı'ndaki kızı tanıyorsun." dedi.

An Zhe başını salladı. Lu Feng zaten Lily ve An Zhe'yi görmüştü, saklayacak bir şeyi yoktu.

"Ne kadar biliyorsun?"

Albay'ın İrem Bağı hakkında ne kadar şey bildiğini sorduğunu tahmin eden An Zhe, Lily'nin söylediklerini hatırladı ve "Güller Beyanı'nı biliyorum." dedi.

Sonra Lu Feng'in pencereden dışarı baktığını ve geçmişi hatırlıyor gibi göründüğünü gördü.

"On iki yaşındayken entelektüel yetenekleri nedeniyle üssün, bilimsel araştırmalara katılmasının insanlığa doğum yapmaktan daha büyük katkı sağlayacağına inandıkları ve öğrenim görmesi için Deniz Feneri'ne gönderildiği söyleniyor."

"Bu etkileyici." dedi An Zhe.

Üstün zekâya sahip insanları her zaman merak etmişti.

"Sonra embriyoların yetiştirilmesi için gelişmiş teknikleri incelerken üreme sorumluluklarını üstlenmek üzere İrem Bağı'na geri gönderilmeye gönüllü oldu."

An Zhe, "Peki sonra ne oldu?" diye sordu.

"Sonrası yok. Hâlâ aynı işte." dedi Lu Feng.

An Zhe Bayan Lu'nun görünüşünü düşündü. Yüzünde bir maske olmasına ve sadece gözleri görünmesine rağmen onun üzerinde derin bir etki bırakmıştı. "O çok güzel." diye haykırdı.

"Teşekkür ederim." dedi Lu Feng.

An Zhe gün içinde olanları düşündü ve "Onunla aran iyi değil mi?"

"Hayır."

An Zhe gözlerini kırpıştırdı. "Neden?"

Lu Feng'in annesine değer verdiğinin açık olduğunu düşünmüştü.

"Her zaman Birleşik Cephe Merkezi'ne gitmemi beklemişti ama sonunda Yargı Mahkemesi'ne gitmeyi seçtim." Lu Feng'in sesi basitti. "Belki de çok fazla insan öldürmüşümdür."

An Zhe, "Bunu kabullenemiyor mu?" diye sordu.

"Onunla artık bir ilişki sürdürmek istemeyen benim." Lu Feng yastığı aldı ve An Zhe'ye doğru fırlattı.

An Zhe yastığa sarıldı ve Lu Feng'e baktı. Garip bir şekilde, bu kişinin neden bahsettiğini anlamıştı.

Yargıç her zaman doğru, her zaman uyanık, her zaman soğuk ve kalpsiz olmak için kendini tamamen sürgün etmeliydi - sürgün kelimesi An Zhe'nin aklında bir anda belirmişti.

"İrem Bağı ve Yargı Mahkemesi birbirine zıt şeyler yapıyor." dedi. "Senin bocalamana sebep olan bu mu?"

"Sus artık." Lu Feng eğildi ve yastığı An Zhe'nin kollarından çekip aldı, An Zhe'yi kaldırdı ve yastığı başının altına yerleştirdi. "Gözlerini açık tutman yasak."

An Zhe yumuşak yastığa gömüldü ve bilinci yavaş yavaş bulanıklaştı. Gerçekten uykusu vardı, bu gece uyanık kalmak için kendini zorlamıştı.

Tamamen uykuya dalmadan önce Lu Feng'in gümüşi beyaz bir çanta aldığını gördü, Deniz Feneri'nden ayrıldıkları sırada çalışanlardan birinin Lu Feng'e verdiği bir şeydi. An Zhe ne olduğunu bilmiyordu ve bilmesi gerektiğini de düşünmüyordu. Albay'ın her zaman bir şeyler yapmak için nedenleri vardı.

***

Katlanmış bir takım giysi bir kenarda duruyordu ve yakasından grimsi toz parçaları dökülüyordu. Ne eğitim alanında ne de Deniz Feneri'nde böyle bir şey vardı. Ancak Lu Feng o sırada İrem Bağı'nın gözetiminde küçük bir karışıklık olduğunu ve dolayısıyla An Zhe'nin nerede olduğunu takip etmenin bir yolu olmadığını biliyordu.

Lu Feng'in bakışları çekildi ve parmakları çantanın üzerindeki düğmeye bastı. Gümüş çanta açıldı, içinden beyaz bir soğuk hava sızdı ve donmuş tabakanın içinde turkuaz renkli, uzun, ince bir şırınga göründü.

Silahı çantanın yanına yerleştirildi.

Gözleri bu iki nesne üzerinde durdu ve parmaklarını silahın kabzasında kenetlemiş olarak An Zhe'ye döndü.

Tam o sırada...

An Zhe yuvarlandı ve ona hafifçe yaslandı.

Uyuyordu.

Bembeyaz yorganın içinde küçük bir hayvan gibi kıvrılmış, süt gibi pürüzsüz boynu ve omuzları ortaya çıkmış, kaşları gerilmiş, kirpikleri hafifçe kıvrılmıştı. Nefes alış verişi düzenli ve sakindi.

Parmakları yorganın altından dışarı çıkmıştı, hafifçe kıvrılmış olsa da çok rahat bir pozisyondaydı, tek bir hücresi bile gergin değildi. Burada, tüm kalbiyle güvendiği ve kimsenin ona zarar vermeyeceğine inandığı... güvenli bir yerde yatıyormuş gibi çekincesiz ve savunmasız bir şekilde uyuyordu.

Lu Feng birden iki ay önceki bir günü hatırladı.

O gün ilk kez karşılaşmışlardı ve An Zhe onun gözlerinin içine bakarak, "O gerçekten yaralı değildi." demişti.

Tartışmalar, inkarlar, sorgulamalar ve öfke; gün içinde sayısız kez karşılaştığı ve uzun zaman önce görmeye alıştığı şeylerdi.

Ama ilk kez böyle gözler görüyordu; sorgulamıyor ya da şaşırmıyordu, sadece yas tutuyordu. Hüznün içinde masum bir sükunet vardı, sanki Lu Feng bir sebep sunduğu sürece her şeyi kabul edecek ve her şeyi affedecekmiş gibi.

O zamana kadar Lu Feng kimsenin itirazına kulak asmamıştı ama o gün adamın yarasını göstermek için cesedi örten beyaz bezi kaldırmıştı.

Bir adamın bocalayışı en önce kalbinin yumuşamasıyla başlar.


Sonraki Bölüm