Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 12: "Elindeki ne?"

 

Lu Feng'in parmakları yüzünden ayrılmadan önce belki üç, belki de dört saniye geçmişti; azıcık da olsa hissedilen sıcaklık akşam esintisinde hızla dağılıverdi.

An Zhe gözlerini tekrar açtı ve tıpkı o gün üs kapısında gördüğü gibi sırtının uzaklaştığını gördü.

Tam o anda meydanda bembeyaz ışıklar yükseldi.

Lu Feng'in figürü gözlerinin önünde bulanıklaşırken An Zhe gözlerini kıstı, görüşü tekrar netleştiğinde siyah figür uçsuz bucaksız insan denizinin içinde çoktan kaybolmuştu. Şehir savunma dairesinden askerler öne çıktı ve Du Sai'nin cesedini aldı. Uzun kahverengi saçları ışıkta bal renginde dalgalanıyordu, gözleri kapalıydı ve yüzü dingin görünüyordu. Son anlarında ne düşündüğünü An Zhe bilmiyordu ve belki de hiçbir zaman bilemeyecekti.

Birçok kişi bu tarafa bakıyordu. Şehrin askerleri gittikten sonra fısıldamaya başladılar. An Zhe'nin işitmesi iyiydi ve birkaç kelime yakaladı. Karaborsanın üçüncü bodrum katının sahibesini birçok kişi tanıyordu, bazıları güzel bir kadının kaybına ağıt yakarken birçoğu da yaratık tarafından parazitlendiklerinden korkuyordu.

Çok geçmeden mekanik bir kadın sesinin yönlendirmesi duyuldu.

"Lütfen olduğunuz yerde kalın. Otuz dakika içinde Yargı Mahkemesi her birinizi incelemeye başlayacak."

Ses yumuşak ve güzeldi ama kimsenin bunu takdir edecek hali yoktu. İnsanlar önce kısa bir süre birbirlerine baktılar, sonra hemen fark ettiler ki şu anda kimse yanındaki kişinin gerçekten insan olup olmadığını bilmiyordu. Kalabalık bir karınca kolonisi gibi kıpırdandı, her bir kişi kendisini, diğerini tanısın ya da tanımasın etrafındakilerden ayırmaya çalıştı ve sonunda kalabalık seyrek bir kare yığınına dönüştü. An Zhe, Du Sai'nin bıraktığı kan birikintisinin yanında, kenarda duruyordu. Gözleri etrafındaki insanların yüzlerindeki korku dolu, sarsılmış ifadeleri taradı; insan üssü temelde uçurumdan farklı değildi.

Birden uzaktan tiz bir ses duyuldu. "Yüzünde bir şey var!"

Bunu bir hareket sesi, büyük bir kavgaya benzeyen bir şey, ardından gürültülü bir tartışma izledi ve otuz saniye sonra bir silah sesi her şeyi sona erdirdi.

Ölüm sessizliği. Meydanı bir ölüm sessizliği kapladı, nefes alma sesi bile duyulmuyordu. Bu noktada birisi An Zhe'ye bulunduğu yerin aslında bir mezarlık olduğunu ve etrafındaki insanların aslında mezar taşları olduğunu söyleseydi bu ifadenin doğruluğundan şüphe etmezdi.

Lu Feng'in nerede olduğunu görmek için etrafına bakındı fakat çok fazla insan olduğundan onu bulamadı. Sonunda An Zhe bakışlarını geri çekti ve meydanın trajik bir şekilde ışıktan bembeyaz olmuş mermer zeminine baktı.

Birden bakışları durdu.

Beş metre önünde, bir adamın ayaklarının dibinde küçük bir pirinç parıltısı vardı.

İlk aklına gelen boynundan sarkan mermi kovanını düşürdüğü oldu ve hemen gömleğinin bir katmanı arasından yakasını yokladı, küçük silindirik nesne eline değimişti - yani kaybolmamıştı.

Yere öylece baktı ve birkaç adım attı - yanındaki adam An Zhe'ye küfrederek ondan uzaklaştı.

"Özür dilerim," dedi An Zhe, "bir şey düşürdüm."

Birkaç kişinin yanından geçtikten sonra oraya vardı. Eğildi ve yerden pirinç renkli, silindirik mermi kovanını aldı.

Aldığı anda eli hafifçe titredi.

Ağırlığı, deseni ve boyutu ona çok ama çok tanıdık geliyordu, elindeki mermi kovanını kendi boynundaki ile arasındaki farkı ayırt edemeden tuttu.

Kalbi birkaç kez şiddetle çarptı, onu sıkıca tutarken ayağa kalktı.

Beş dakika önce Du Sai'nin alnındaki kurtlanmış kabarcığa dokunmasını hatırladı, kendisinin hayatta kalamayacağını ve Yargıç tarafından öldürülmesi gerektiğini anlamıştı. Korkmasına rağmen Yargıç'a daha yakın olmak istiyor gibiydi, o yöne doğru birkaç adım atmıştı. Ancak umduğunun aksine Lu Feng'e ulaşamadan kurşun vücudunu delip geçmişti.

Lu Feng o sırada nerede duruyordu?

An Zhe çok da uzakta olmayan yerdeki koyu renkli kan birikintisine baktı. O sırada Lu Feng ya An Zhe'nin durduğu yerde ya da çok da uzak olmayan bir yerde duruyorken silahını ateşlemişti.

Mermi kovanı neydi? Merminin dış kaplamasıydı, bunu biliyordu, An Ze'nin hafızası da benzer bilgilere sahipti. Bir mermi atım yatağından çıkıp dışarı doğru fırladığında kovan geriye doğru seker ve yere düşerdi.

An Zhe'nin eline aldığı mermi kovanının Yargı Mahkemesinin başı Lu Feng'e ait olduğuna hiç şüphe yoktu. Peki ya An Zhe'nin sporunun alındığı vahşi doğada bulduğu aynı mermi kovanı ne olacaktı? Onun da Yargı Mahkemesi ile bir ilgisi var mıydı?

An Zhe'nin üzerine tarif edilemez bir duygu çöktü ve tam olarak açıklayamayacağı bir korku hissetti; eğer sporunun alınması Yargı Mahkemesi ile ilgiliyse onu geri almasının ne kadar zor olacağını hayal edebiliyordu. Doğruca bir soru sorması mümkün değildi; sporu hakkında soru sormak mantar olduğunu kabul etmekle eşdeğer olacaktı. Yine de aynı zamanda bir istikrar pırıltısı hissetti, en azından şimdi elinde küçük bir ipucu vardı.

Bu tür düşüncelerin ortasında otuz dakika sona erdi. Mekanik kadın sesi tekrar çınladı. "Bekleme süresi sona erdi, lütfen enfeksiyon taraması için düzenli bir şekilde sıraya girin ve taramayı geçtikten sonra kendi başınıza ayrılın."

Komut birkaç kez tekrarlandıktan sonra meydanın karşısındaki bir yerde büyük bir ışık parladı ve insanlar tarama için hafifçe o yöne doğru meyletmeye başladı.

An Zhe'nin yanında duranlar bir baba ve oğul gibi görünüyordu - biri biraz daha yaşlı ve sakallıydı, diğeri ise on üç on dört yaşlarında reşit olmamış bir çocuktu.

Çocuğun "Neden otuz dakika bekledik ki?" diye sorduğunu duydu.

"Yargıçlar makine değil, bir böcek tarafından sokulduğumuzda enfekte olup olmadığımızı hemen anlayamazlar," diye fısıldadı babası. "Yargı Mahkemesi enfeksiyon bulaştıktan otuz dakika sonra anlayabileceklerini söylüyor. Sen hiç kapılara gitmedin ama kapılarda da otuz dakikalık bir kuyruk olur."

Çocuk "Ah." dedi.

Sonra merakla, "Peki tam olarak nasıl anlıyorlar?" diye sordu.

"Bana sorma," diye yanıtladı babası. "Nasıl anladıklarını bilmiyorum."

"İstedikleri kişiyi öylece öldürdüklerini duydum..."

"Lafına dikkat et." Babanın sesi korkuyla doluydu. "Vurulmak mı istiyorsun?"

Sanki babanın sözlerini doğrularcasına meydanın diğer ucundan bir el silah sesi duyuldu.

Hemen konuşmayı kestiler.

Yargıçlar kalabalığı hızla sıraya dizip kontrol ediyor ve silah seslerinin aralıkları dişleri gıcırdatıyordu. Bir süre her on dakikada bir en az bir el ve bazen de birkaç el peş peşe ateş edildi, bu birkaç el geçtikten sonra yargıçlar uzun bir süre ateş etmeyi kesti. An Zhe'nin yanındaki baba, "Öldürme işi neredeyse bitti." dedi.

Bu sözler üzerine silah tekrar patladı ve eşlik ettiği çocuk irkildi.

Enfekte olduğuna karar verilen insanlar oldukları yerde o an öldürüldü, güvenli olduğuna karar verilen insanlar açıklıklardan bırakıldı, insanlar kendiliğinden gevşek bir sıraya dizilip yavaşça ilerlerken meydandaki kalabalık azaldı, An Zhe sıranın en ucunda durup her atış sesini saydı. Kendisi de çıkışa yaklaştığında sayı yetmiş üçe ulaşmıştı - çıkışta Lu Feng'in sırtını taş bir sütuna dayadığını gördü, ışığın altındaki silüeti ince görünüyordu. Yanında iki yargıç, biraz ileride de şehir savunma dairesinin ağır silahlı askerleri vardı ve önlerindeki zemin kana bulanmıştı.

Hayır, kandan daha fazlası vardı; yere düzensiz bir şekilde saçılmış bir şeyler vardı, hepsi pirinç renkli mermi kovanlarıydı.

Önündeki baba-oğul ikilisi güvenli bir şekilde geçtiler. Sırada An Zhe vardı. İleriye doğru birkaç adım attı ve Lu Feng'in önünde durdu.

Lu Feng ondan daha uzundu ve An Zhe'nin Lu Feng'in gözlerine bakmak için hafifçe başını kaldırması gerekiyordu. Sonra Lu Feng'in gözlerinin onu baştan aşağıya taradığını hissetti.

"Elindeki ne?"

An Zhe elinde tuttuğu bu kadar küçük bir nesnenin bile fark edilmesini beklemiyordu. Yargıç'ın soğuk ve üstten bakışları altında elini kaldırıp beş parmağını açarak avucunda duran ve yere saçılmış olanlar gibi Yargıç tarafından öldürülmüş bir insanı temsil eden mermi kovanını gösterdi.

Aralarına sessizlik hakim oldu.

Uzun bir süre sonra An Zhe, Lu Feng'in "Git hadi." dediğini duydu.

Gecenin ilerleyen saatlerinde esen rüzgarın şiddeti ile sesi de uçup gitti. Lu Feng'in sesi kulaklarına normalden biraz daha kısık geldi.

An Zhe sessizce arkasını döndü ve derin, zifiri karanlık geceye doğru yürüdü.