Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 124: Beş Organ Tapınağı 14

 

Xu RenDong asansörde uyandı.


Kulağının dibinde tanıdık bir gümbürtü vardı, asansörün çalışma sesiydi bu. Gözlerini açtı ve gümüşî beyaz metal tavanı gördü. Bulanık gölgesi tavana yansımıştı. Trans halinde gözlerini kırpıştırdı ve uzun süre kendine gelemedi.


Her yerinde dayanılmaz bir acı hissediyordu ama ağrı yavaş yavaş azalıyordu. RenDong vücudunu hareket ettirmeye çalıştı ve kendini yerde yatarken buldu. Sırtı buz gibi terle kaplıydı.


Neler oluyor? Lian Qiao başardı mı?


Boğuk bir ses duyduğunda ayağa kalkmaya çalışıyordu.


“Uyanmışsın.”


Ses biraz yabancıydı.


RenDong boş boş arkasına baktı ve yanında oturan tıp öğrencisini gördü. Etrafına bakarken kalbi aniden yerinden fırlayacakmış gibi oldu.


"Lian… öhö, öhö..." RenDong göğsünü tuttu ve şiddetlenen öksürüğü zorla tuttu. Bir hamlede tıp öğrencisinin yakasına yapıştı. "Lian Qiao nerede?!" 


Tıp öğrencisi başını eğdi ve fısıldadı. "O... o bana önce seni götürmemi söyledi!”


RenDong sertçe sordu: "Neden? Neden o da gelmedi? Kapı zaten açık değil mi?!" 


Tıp öğrencisi ne diyeceğini bilemedi. Gözlerinde bir korku izi parladı ve titreyen bir sesle "Çünkü Beyefendi’nin ruhu ayrılmadı ve yine peşimizden geldi!” dedi.


RenDong irkildi ve bir buz mağarasına düşmüş gibi hissetti.


Bu nasıl mümkün olabilir? Lian Qiao onu son noktaya kadar çoktan öldürmüştü, Beyefendi nasıl hala hayatta kalabilir? Üstelik Beyefendi’nin üzerinde daha fazla bebek yoktu…


Bekle. Beyefendi öldüğünde vücudundaki son kukla kullanılmış olabilir mi?! Peki ya bebek kalıntıları? Lian Qiao vücudunu çoktan aramamış mıydı? Nerede saklıyordu?


Xu RenDong'un vücudu bud gibiydi, vücudundaki tüm kanın yavaş yavaş çekildiğini hissediyordu. Dayanacak gücü neredeyse kalmamıştı.


"Sonra... sonra o..." Bu onun için sorulması zor bir soruydu. Xu RenDong aslında ne sormak istediğini de bilmiyordu. Zihni bomboştu. Sadece ağlamak, haykırmak istiyordu.


Onu böyle gören tıp öğrencisi dayanamadı ve teselli etmek için omzuna vurdu. “Endişelenme. Ben çıkarken Beyefendi’yle kavga ediyordu, sadece sana bir şey olmasından korktuğu için önce seni götürmemi istedi.


Dudağını sertçe ısıran Xu RenDong'un gözleri kırmızıya döndü ve "Peki ya böbrek ne oldu?" diye sordu.


Tıp öğrencisi dondu kaldı ve hiçbir şey söylemedi.


RenDong ona baktı ve kelimelerin üzerine basa basa sordu: "Sonunda kimin böbreğini kullandık?" 


Tıp öğrencisi sessizlik içinde gözlerini kaçırdı, onun bakışlarıyla karşılaşmaya cesaret edemiyordu.


Cevap oldukça açıktı.


Böbrek Lian Qiao'nun vücudundan alınmıştı.


Lian Qiao Beyefendi’yle tek başına dövüşmek için geride kalmış ve önce onun gitmesine izin vermişti. Canlı canlı sökülen bir böbreğin yaralarını bile taşıyordu!


"Neden... benimkini kullanmadın..." RenDong tıp öğrencisinin omzunu tuttu, delirmiş gibi tekrar tekrar sordu. "Neden benimkini kullanmadın? Zaten acı çekmeyecektim, zaten yarı ölüydüm, neden benimkini kullanmadın? Neden benimkini…"


"Reddetti!" Tıp öğrencisi aniden öfkelendi ve RenDong'un elini silkeledi. “Onu milyon kere ikna etmeye çalıştım! Kabul etmektense ölürdü! Hay anasını, nedenini nereden bileyim!"


Tıp öğrencisi onu azarlamaya devam ederken Xu RenDong şaşkınlıkla yere düştü.


"Senin böbreğini çıkarmaya istekli olsaydı Beyefendi tarafından öldüresiye dövülmezdi! Ağızdan alınan ağrı kesiciler anestezi seviyesine asla ulaşamaz! Beyefendi peşinden gelmeseydi bile hayatının yarısını kaybedecekti! Neden yapmadığını bilmiyorum! Kafadan hasta! Bilincinin yerinde olmadığı, hiç acı hissetmeyeceğin açıktı! Ama o bunu yapmadı!”


Xu RenDong yüzüne karşı azar yemesine rağmen yavaş yavaş sakinleşti.


"Asansörde zaman duruyor." dedi Xu RenDong.


“Ha?” Tıp öğrencisi şaşkındı, neden aniden böyle söylediğini anlamamıştı.


"Asansörde zaman duruyor, o yüzden dışarı çıktığımda onu görebilirim. İyi olmalı çünkü onu çoktan yakalamıştım.” Xu RenDong paranoyak gibi inatçı bir tonda tekrarladı. "Onu çoktan yakalamıştım."


“Ne?..” Tıp öğrencisi akli dengesinin yerinde olmadığını hissetti ve biraz endişelendi. “Sakin ol…”


Xu RenDong derin bir sesle şunları söyledi: "Sakinim. Asansöre binmeden önce onunla birlikteydim. Düşerken onu tuttum. Onu yakaladım, onunla birlikte düştüm. Dışarı çıkar çıkmaz onu görebileceğim.”


Tıp öğrencisi onun sözlerini tam olarak anlayamadı, sadece “dışarı çıkar çıkmaz onu görebileceğim” ifadesini tekrarladığını biliyordu.


Tıp öğrencisi aslında şunu söylemek istemişti: Dışarıda hala hayatta olsa bile onu sadece son bir kez görebileceksin.


Sonuçta onlar örnekten ayrıldığında Lian Qiao “acınası” kelimesinin tanımı gibiydi.


Tek kelimeyle sadistçeydi.


Beyefendi tam bir sapıktı. İnsanlara işkence etmek için milyonlarca yolu vardı, onları doğduklarına pişman edebilirdi. Dahası Lian Qiao'nun böbreği canlı canlı alınmıştı ve belinde hâlâ kan akıtan büyük bir yarası vardı. Beyefendi onu öldürmese bile bir süre gecikirse Lian Qiao'nun kendisi kan kaybından ölecekti.


Nasıl hayatta kalabilirdi?


Tıp öğrencisi bir an için ikilemde kaldı ama gerçeği söyleyecek yüreği yoktu.


Kısa süre sonra asansör hafif bir "ding" sesi çıkardı. Kapı açılır açılmaz Xu RenDong arkasına bile bakmadan dışarı çıktı.


Asansörden dışarı adımını attığı anda önünde net bir manzara belirdi. Ye rçekiminin yönü aniden değişti ve ilk olarak ağırlıksızlığın getirdiği bir baş dönmesi hissetti. Etrafındaki manzara geriye doğru uçuyordu, kendisini ve Lian Qiao'yu Lian Qiao'nun evinin balkonundan yere düşerken görüyordu.


"Lian Qiao..." Xu RenDong’un dudakları yukarı kıvrıldı ve gözleri ikisinin kenetlenmiş ellerine takıldı.


Onu yakaladım.


Asansöre düşmeden önce Lian Qiao'yu yakalamıştı. Asansörde zaman duruyordu, bu yüzden asansörden çıktıktan sonra o ve Lian Qiao'nun elleri hâlâ birbirine sıkıca kenetlenmiş hâldeydi.


Birlikte düşeceklerdi. Yaşasalar da ölseler de birlikte olacaklardı.


Xu RenDong kalbinde aniden tarif edilemez bir tatmin duygusu oluştu. Önemli olan tek şey buydu. Yaşasalar da ölseler de birlikte oldukları sürece bir sorun olmayacaktı.


Ağlamaklı bakışları Lian Qiao'ya yöneldiğinde Lian Qiao'nun gözlerinin dalgın olduğunu ve yüzünde tek bir ifade olmadığını fark etti.


Sanki uyurgezer gibiydi, gözleri yakalanabilecek herhangi bir duygudan yoksundu. Uyanamayacağı bir rüyaya dalmış, transa girmiş ve kendini bırakmış birine benziyordu.


Hatta parmaklarını bile hafifçe gevşemişti, tutunacak güce sahip değildi.


Xu RenDong'un göz bebekleri aniden küçüldü. Etrafındaki her şey gittikçe daha hızlı akıyor, şiddetli rüzgâr tüm vücudundaki sıcaklığı alıp götürüyor ve o dünyanın döndüğünü hissediyordu.


Sakın bırakma. Sakın bırakma!


RenDong umutsuzca ona tutunmak istedi. Ancak Lian Qiao'nun parmakları onun parmak uçlarından kaydı ve soğuk, terli parmakları ona hiç tutunamadı.


Sakın, sakın!


RenDong umutsuzca ona doğru uzandı ve onu sıkıca tutmaya çalıştı. Aniden, altından yüksek bir ses duyuldu!


Pat!


"Ah!" RenDong neye çarptığını bilmiyordu fakat tüm vücudu sarsılmıştı. Çarpışmanın devasa tepkisiyle havaya sıçradı. Bütün vücudu acı içindeydi, özellikle iki kolu onu öldürüyordu. Çıkmışlar mı yoksa kırılmışlar mı hiç bilmiyordu.


"Lian Qiao... Lian Qiao!" Acıyı umursamadan elleri ve dizleri üzerinde doğruldu. Ancak bir baş dönmesi dalgası onu öyle şiddetli vurdu ki nefesini zorlukla dengeleyerek sersemlemiş bir yığın halinde geriye düştü.


Etrafında bir çığlık patladı.


Hemen ardından…


Bam.


Korkunç derecede boğuktu, yumuşak ve ağır bir şeyin beton zemine çarpma sesiydi.


Çığlıklar kulak zarını delen çelik iğneler gibi yükselip alçalıyordu.


Xu RenDong dişlerini gıcırdattı, beyin sarsıntısının getirdiği baş dönmesine ve kusma isteğine katlanarak ayağa kalkmak için mücadele etti.


Etrafındaki her şey dönüyordu. Altında bir ağ olduğunu zar zor fark edebilmişti. Bu alt kattaki dükkân sahibinin tentesiydi. Her nasılsa yüksekten düşen birini yakalayabilecek kadar güçlüydü.


Ancak yakalandığı yer tentenin kenarıydı. Vücudunun büyük bir kısmı tentenin üzerindeydi ve iki kolu açıktaydı. Düşüşün muazzam etkisi her iki kolunun da ters yönde kıvrılmasına neden olmuştu. üstelik elleri boştu. Lian Qiao yoktu.


Lian Qiao yok.


Xu RenDong'un zihni boşaldı. Bir süre nerede olduğunu ya da az önce ne olduğunu hatırlayamadı.


Sadece içgüdüsel olarak ileri doğru süründü. Şiddetli acı çeken kollarını kendini desteklemek için kullanıp sürünerek ilerledi.


Kısa süre sonra tentenin kenarından düştü ve sert bir şekilde yere çarptı.


Etrafında bir bağırış daha duyuldu.


Başının üzerindeki güneş sanki birileri etrafını sarmış gibi karardı. Etrafındaki insanların ne dediğini duyamıyordu, sadece çok gürültülü olduğunu hissediyordu.


Kimse ona yardım etmeye cesaret edemiyordu ve onun da yardıma ihtiyacı yoktu. Sendeleyerek ayağa kalktı ve aceleyle etrafına bakınarak hafifçe mırıldandı. “Nerede… öhö… öhö…”


Köpüklü kanın iğrenç tadı boğazını kapladı.


Ağzının kenarındaki kanı silmeye çalıştı ama kolunun kırıldığını ve hiç kaldıramadığını fark etti.


Yüzü kanla kaplıyken etrafındakilere belirsiz bir sesle sormak zorunda kaldı. “Nerede? O nerede?”


Yoldan geçenler onun geriye doğru bükülmüş ve kemikleri açığa çıkmış kollarını gördüklerinde dehşet içinde irkilmekten kendilerini alamadılar. Şu anda Xu RenDong'un yüzü darmadağınık, zihni trans halinde ve aklını kaybetmiş gibi görünüyordu. “Nerede?” diye mırıldanırken ileriye doğru tökezliyordu.


Attığı her adımda önündeki kalabalık geriye doğru büyük bir adım atıyordu.


Sonunda biri dayanamadı ve fısıldayarak yolu gösterdi. “Seninle birlikte düşen adam, işte orada.”


Xu RenDong'un gözleri bulanıktı ve adamın işaret ettiği yeri zar zor görebiliyordu. Daha iyi görebilmek için yanına gitmeye çalıştı ama adam bir çığlık atarak kaçtı. Xu RenDong başka birine sormak istedi. Ama diğerleri de dağılmıştı.


Onlar dağıldıktan sonra Xu RenDong nihayet çok uzakta olmayan bir yerde bir şeylerin etrafında konuşan büyük bir grup insan olduğunu gördü.


Lian Qiao olmalı... Lian Qiao orada olmalı!


Xu RenDong kalabalığın ortasına doğru koştu. Kolu sallanıyordu ve kırılan yerdeki acı dayanılmazdı. Yine de beklenmedik bir şekilde çok mutlu hissetti, zaten önemli de değildi.


Artık hiçbir şeyin önemi yoktu.


Böylesine acımasız bir zevkle kalabalığın çevresine koştu.


Herkes öyle bir karmaşa içindeydi ki böyle bir delinin yaklaştığını fark bile etmemişlerdi. Xu RenDong umutsuzca içeri girmeye çalıştı, ağzını açıp bağırdı. "Bırakın, öhü, bırakın gireyim!


Yolunu kesen seyirciler geriye dönüp baktıklarında onun kanlı yüzünü görünce korkuyla hemen ona bir yol açtılar.


Ancak içeridekiler kendilerini o kadar lanet olası bir heyecana kaptırmışlardı ki arkalarındaki cılız yakarışa kulak asmamışlardı.


Xu RenDong aniden çılgına döndü ve tüm gücüyle bağırdı: "Beni içeri alın! Ben onun ailesinden biriyim! Çekilin yolumdan!" Konuştuktan sonra yarı sakat omzunu önündeki kişiyi itmek için kullandı.


Önündeki kişi onu gördüğünde korkuyla sıçradı. Tekrar baktığında yüzündeki ifadenin birini öldürecekmiş gibi olduğunu gördü, sanki önüne kim çıkarsa işini bitirecekti. Hiçbir şey söylemeden onun önünden çekildi.


RenDong sonunda kalabalığın ortasına ulaştı.


İlk gördüğü şey yerde yatan bir adamdı. Kıyafetlerine ve vücut şekline bakılırsa bu Lian Qiao'dan başkası olamazdı.


Lian Qiao'nun önünde çömelmiş, RenDong’un görüşünü engelleyen bir adam vardı, bu yüzden RenDong Lian Qiao'nun yüzünü göremiyordu. Adam bir elinde telefon tutarken diğer eliyle Lian Qiao'nun vücuduna dokunuyordu, sanki 120'nin canlandırma talimatlarını yerine getiriyormuş gibiydi.


[Çin’de 120=Türkiye’de 112]


RenDong yabancının meşgul figürüne baktı ve aniden tüm cesaretini kaybetti.


Her şey sona ermiş gibi hissediyordu, nefes almayı bile unutmuştu.


Kulaklarındaki çınlama o kadar şiddetliydi ki etrafındaki sesleri duymamaya başladı. Görüşü de yavaş yavaş koyu kırmızı bir renkle kaplanıyordu, muhtemelen başından aşağı kan akıyordu.


Maalesef kolu kırılmıştı ve silemiyordu.


Boş ver, bakmayıver. Zaten ne anlamı var ki? Öl gitsin.


Gerçi gerçek dünyada öldükten sonra dirilip dirilmeyeceğinden emin değildi. Yine de ne önemi vardı?


Zaten öyle bir durumdaydı ki yere çivi gibi çakılmıştı. Ne zamanın ilerlediğini, ne kanının bedenini dolaştığını, ne oksijeni ne de boğulduğunu hissedebiliyordu.


Yaşadığını hissedemiyordu.


Ta ki beyaz bir gölge yanından geçene, beyaz bir önlük görüşünü tamamen kapatana kadar. Önünde bir çift lastik eldivenli el, can sıkıcı karasinekler gibi sallanıyordu.


Artık nasıl tepki vereceğini bilemiyordu, öylece donakalmıştı.


Beyaz giysili adam bir şeyler söylüyor gibiydi ama duyamıyordu. Ona doğru anlamadığı bazı hareketler yapıyor gibiydi.


Sonunda birkaç kişi tarafından kaldırıldı ve bir sedyeye yerleştirildi. Gökyüzü döndü ve ateş kırmızısı akçaağaç yapraklarının göz açıp kapayıncaya değin döküldüğünü gördü. Gökyüzü pırıl pırıldı, güzel bir sonbahar manzarası vardı.


Kırmızı beyaz bir arabaya bindirildi ve gökyüzünün yerini kar beyazı bir tavan aldı.


Birisi kıyafetlerini çıkardı ve göğsüne aletler taktı. Birisi yüzüne tokat attı ve yüksek sesle konuştu. Biri kırık kolunu oynattı, birazcık acımıştı çok fazla değil.


Birisi arabanın arkasından içeri giriyor, ışığı engelliyor ve bir anlığına karanlık yapıyordu.


“Beni içeri alın! Ben ailesinden biriyim! Bana engel olmayın!”


"Benim bir şeyim yok! Beni içeri alın! Bu arabaya binmek istiyorum!"


"RenDong!"


Xu RenDong’un tüm vücudu sarsıldı, sanki ruhu aniden bedenine geri dönmüştü. Bu dünyayı yeniden hissedebiliyordu.


Adam beyaz bir önlüğü itti, dağınıklığı kenara çekti ve sendeleyerek ona doğru geldi.


Pervasız küçük bir yaratık gibi tüm sıcaklığıyla üzerine atladı. O kadar sert vurmuştu ki canı yanmıştı, o kadar sert bastırıyordu ki ne hareket edebiliyor ne de nefes alabiliyordu.


"RenDong!"


Adamın gözleri kıpkırmızıydı, ağlamaktan nefesi kesiliyordu, bir yandan sızlanıyor diğer yandan azarlıyordu. “Nasıl olur da benden daha kötü olursun! Epey bir zaman önce çıkmamış mıydın! Nasıl böyle düştün!”


”…” Xu RenDong'un sersemlemiş gözleri odaklanmadan önce uzun bir süre etrafta dolaştı.


Görüşünün odağı tanıdık bir yüze düştü.


"Lian...Qiao..." Boğazından iki kelimeyi güçlükle çıkardı.


"Buradayım!" Lian Qiao daha yüksek sesle haykırdı ve umutsuz bir facehugger gibi kollarına gömüldü.


"A…" RenDong’un zar zor odakladığı gözleri yine dağıldı. Tüm gücüyle elinden gelenin en iyisini yaparak boğazının derinliklerinden son bir cümle çıkardı.


"Beni ezip öldüreceksin..."


Sonraki Bölüm


Tosbağa Notu:


Facehugger bi filmle mi alakalı neyle alakalı bilmiyorum insana yapışıp üreyen bi parazitmiş. Gugıl amcaya yazarsanız resimlerini görebilirsiniz.