Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 67: "Canımdan bir parça o benim."

 

   Onlara kıyasla düşman kalabalıktı. Böylesi uzun süren bir mücadelenin ardından gölge muhafızlar güçten düştü, tutunamaksızın yere çöktü. Bambu ormanı karanlık ve dipsiz olmasına rağmen, ormanın dışındaki insanlar sonunda belli belirsiz birkaç figürün ana hatlarını seçebiliyorlardı.


   Sonra aniden dağı taşı yarıp geçecek güçte, acıma bilmeyen, şiddetli bir kılıcın enerji patlaması ortaya çıktı, beraberinde bir figür geçip gitti. İki gölge muhafızı yere düşürüp karşı tarafın savunmasını kırarak bambu ormanının derinliklerine fırladı!


   Diğer gölge muhafızlar askerlerle çatışırken anında, “Dikkatli olun efendim!” diye bağırdılar.


   Chu Mingyun Su Shiyu'yu bıraktı. Arkasını dönerek avucuyla saldırdı. Avucundan gelen rüzgar gürleyen bir dalga gibi yükseldi, bambu ormanı hışırdayarak sarsıldı. Karşısındaki adam ne kaçmayı ne de savuşturmayı düşündü, yalnızca tüm gücüyle ona karşı koydu. Kılıcın yönünü saptırarak tereddüt göstermeden Chu Mingyun’un beline sapladı.


   Ve bir vuruş. Liang Jin göğsündeki boğucu durgunluğu görmezden geldi. Yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. Kılıcı hâlâ vücudunun içindeyken kabzasını kavrayarak sertçe çevirdi!


   Chu Mingyun dayanamayarak boğuk bir homurtu çıkardı. Kaşlarını çatarak ona baktı.


   Liang Jin kılıcını çekerek birkaç adım geri gitti. Ardından tekrar ileri atıldı. Adım adım ilerleyerek Chu Mingyun'u karşı saldırıya geçemeyeceği bir noktaya kadar zorlamak için ivme kazanmaya çalışıyordu.


   Ancak Chu Mingyun elini kaldırarak birkaç dönüşle onun hamlesini kesti. Hafifçe, yavaş yavaş nefes alıyormuş gibi görünüyordu. Liang Jin Chu Mingyun'un gözlerinin birdenbire acımasız bir zaliminkine döndüğünü gördü. Hareketleri yıldırım ile yarışacak hızdaydı. İçinin ürperdiğini hissetti. Doğru düzgün görmeye bile fırsatı olmadan bilek kemiğinde, neredeyse bilincini kaybettirecek bir ağrı hissediverdi. Acı içinde haykırdığı anda boğazı kavrandı. Vücudu havaya kaldırıldı. Kılıcı Chu Mingyun'un eline düştü.


   Chu Mingyun bir eliyle boğazını sıkarken diğer eliyle kılıcı adamın omzuna koydu. Bir anlık duraklamanın ardından birden omzu ile kolunu keserek etini ayırdı, her tarafa kanlar saçıldı. 


   Liang Jin çığlık çığlığa kaldı. Boynu kavrandığı için kulakları delen bir kederli haykırış geliyordu kulağa. Bunu işitmeleriyle sırtları onlara dönük olan gölge muhafızların saç diplerine bir uyuşukluk yayıldı.


   Chu Mingyun yavaşça soludu. Elleri hareketini durdurmuyor, sürekli devam ediyordu. Sesi biraz boğuk geliyordu. "Seni canlı canlı doğrayacağımı söylemiştim. Yine de sen kendini bizzat elime verdin. Akıllıca davrandığın için seni övmeli miyim?”


   Sefil çığlıklar birdenbire yükseldi, giderek daha korkunç bir hal aldı. Uzunca bir süre, kısılıncaya kadar sürdü. Ardından aralıklı inlemelere dönüştü. Uzun bir süre sonra nihayet kesildi, ölüm sessizliği bastırdı.


   Gölge muhafızlar ne olduğunu bilmeseler de önündeki askerlerin korkudan benzi atmış yüzlerini görebiliyorlardı. Hatta istemsizce geri adım atmış, doğruca gölge muhafızların arkasına bakıyorlardı. Vücutlarının baştan aşağı titremesine engel olamıyorlardı. Sanki orada insan yiyen kötü bir ruh varmış gibiydi.


   "Buraya gelin."


   Kalan iki gölge muhafız birbirlerine baktılar, arkalarını döndüler ve yerdeki kanlı et yığınlarını görmezden gelmek için ellerinden geleni yaparak Chu Mingyun'un yanına doğru yürüdüler. "Efendimiz."


   Su Shiyu kalın bir bambuya yaslanmış, başı öne eğik, gözleri baygın baygın aşağıya bakarken Chu Mingyun onun önünde çömelmiş, kanın bulaşmadığı eliyle dağılmış saçlarını okşayıp düzeltiyordu. Gölge muhafızlara, "Onu iyi koruyun, başına en ufak bir şey gelmesin." dedi. Sesinde hafif bir durgunlukla Su Shiyu'ya baktı, alçak sesle devam etti: "Canımdan bir parça o benim."


   "Emredersiniz." diye cevapladı gölge muhafızlar bir ağızdan.


   Chu Mingyun kılıcı alarak arkasını dönüp çıktı. Adımları aceleci değildi; sık ormanda, bambuların arasında yavaşça yürüyordu. Bileğini hafifçe oynatarak kılıcın üzerindeki kanı silkeledi. Kılıç ışıltıyla parıldıyor, yüzüne titrek bir aydınlık yansıyordu. Bu kılıçlı adam boydan boya kırmızılarla kaplıydı. Solgun yüzüne sıçrayan kanın hesabı imkansızdı. Kırmızı akiği andıran inci gibi kanlar gözlerinin kenarlarından kayarak kuzgun karası saçlarının uçlarından, bembeyaz çenesinden yere damlıyordu. Dehşet vericiydi.


   Askerler korkuyla titriyor, yine de geri çekilmeye cesaret edemiyorlardı. Kılıçlarını sımsıkı kavramış, sanki devasa bir düşmanla karşı karşıyalarmışçasına ihtiyatla bakıyorlardı. Sonra adamın kaşlarını kaldırarak gülümsediğini gördüler. Sıcaklıktan eser yoktu. Kılıcın parıltısı yükselerek her yönde dalgalandı. Keskin kenarı kasvetli geceyi yarmak istiyordu adeta. 


   Shen Bey uzaktan izlerken Han Zhongwen'e huzursuzca, "Görüyorsunuz ya Han Bey, bu onun vahşi doğasını uyandırdı, ah... Şimdi ne yapmalıyız?" diye sordu.


   Han Zhongwen'in yüzü ciddiydi. Yine de cevaplarken sakinliğini korudu. "Dikkatli bak, kıyafetlerinin bel tarafındaki renk koyulaşıyor ki bu, yaranın hâlâ kanadığının bir göstergesi. Bunca adama karşın tek başına. Çok fazla dayanamaz.”


   "Ama bu hızla onun bu şekilde dışarı fırlaması imkansız değil ki... Her ne kadar tüm şehir sizin kontrolünüz altında olsa da sonuçta çok zahmet verecektir..." dedi Shen Bey.


   Han Zhongwen kaşlarını çattı. Bir an düşündü ve etrafındakilere, "O şey buraya nakledilmedi mi? Salın onu dışarı." diye emretti.



   "Dıp, dıp…"


   "Dıp, dıp…"


   Alnına bir sıvı damladı. Sıcaktı. Sonra silindi. Parmak uçları soğuktu. Kulaklarında bir ses yankılandı belli belirsiz. Hızlı ve dengesiz bir soluklanmaya benziyordu. Çok tanıdıktı.


   Su Shiyu yavaşça gözlerini kırpıştırdı. Görüşü yavaş yavaş netleşti. Yine de loştu etraf. Bu loşlukta yalnızca koyu kırmızı bir nilüfer deseninin köşesini gördü. Duyuları da giderek uyandı. Sırtının duvara dayalı olduğunu, önündeki adam tarafından tamamen korunduğunu fark etti.


   Su Shiyu yavaşça gözlerini kaldırdı. Bakışlarını Chu Mingyun'un yüzüne dikti öylece. Gökyüzünün rengi koyu; zifiri karanlık ve sessiz bir geceydi. Chu Mingyun gözlerini indirmiş, ona bakıyordu. Alnından kan damlıyordu. Saf beyaz yüzü kırmızılarla kaplıyken gözleri yıldızlar gibi berrak ve parlaktı.


   Aldatan, duyguları istismar eden insanlardan nefret ediyorum.


   …


   …Peki ya sen?


   …Sana tam olarak nasıl iyi davranmalıyım?


   Uzun bir süre sonra Su Shiyu yavaşça elini kaldırdı. Yüzündeki kanı dikkatlice, azar azar sildi. Usulca, "Nasıl bu hale geldin?.." diye sordu.


   "Shiyu?.." Chu Mingyun şaşkına döndü. Panikledi, elini sıkıca kavrayarak yüzünü ovuşturdu. Bir an durakladı. Ona sımsıkı sarıldı. Sonra Chu Mingyun'un boğuk sesini duydu. "...Korkudan öldürecektin beni."


   Su Shiyu hafifçe güldü. Onu rahatlatmak için sırtını sıvazlamak istedi. Dokunduğu ilk anda durdu, sonra aniden başını çevirerek bir ağız dolusu kan tükürdü. Kanın rengi kapkaraydı.


   "Shiyu..." Chu Mingyun ona endişeyle baktı.


   Su Shiyu başını sallayıp dudaklarındaki kanı sildi. "Endişelenme, zehrin kalıntısı bu." Bu bir yalan değildi. Zihninin yavaş yavaş berraklaştığını hissediyordu. Vücudu da nihayet biraz güç kazanmıştı. Ayağa kalkmaya çalıştı. Ardından Chu Mingyun'a güven verici bir şekilde gülümsedi. "Sen nasılsın?"


   "İyiyim ben." dedi Chu Mingyun. "O askerlerin hepsi öldü. Han Zhongwen adamlarını yanına çağırmış olmalı. Seni dışarı çıkaracaktım fakat kapıyı koruyacak bir canavar bulmuş. Her nereden getirmişse artık. Gölge muhafızlarımın hepsi o canavarın elinde öldü."


   Avludan çıkmışlar, bambu ormanının sonuna ulaşmışlardı. Önlerinde artık saklanacak yer kalmamıştı. Konağın kapısına çok yakınlardı. Su Shiyu uzaktan Chu Mingyun'un bahsettiği canavarı görebiliyordu. Bir insan olduğu zar zor seçilebiliyordu. Kıvrılarak yere eğilmişti. Saçları darmadağın olmuş, birbirine girmişti. Elindeki bıçak olmasaydı insandan ziyade vahşi bir hayvan sanılabilirdi. Konağın kapısının önündeki devasa açık alanda yalnızca o vardı. Görünüşe göre Han Zhongwen de korkuyor, adamlarını onun yanına yerleştirmeye cesaret edemiyordu.


   Kalan acı henüz dinmemişti. Su Shiyu göğsüne bastırarak yavaşça derin bir nefes aldı. "...Bu gerçekten bir insan mı?"


   "Öyle olmalı, dövüş sanatları becerileri düşük değil ama akıl sağlığı yok, tıpkı bir deli gibi." Chu Mingyun bakışlarını ondan alarak Su Shiyu'ya baktı. "Shiyu, şimdi nasılsın?"


   "İçsel gücüm hâlâ biraz durgun ve tıkalı, bu yüzden korkarım çok fazla dövüş sanatı kullanamayacağım. Yine de gerisi sorun olmayacak." Su Shiyu onun kanlar içindeki vücuduna bakarak kaşlarını çattı. "Aksine, sorunu olan biri varsa o da sensin. Hiçbir şeyin yoksa yüzün neden böyle solgun?"


   Chu Mingyun umursamazca güldü. "Senin yüzünden korktum." Su Shiyu'nun elini tuttu. "Dövüş sanatlarını kullanamıyorsan daha iyi. Uslu olup bana sıkıca sarıl. Kocan seni dışarı çıkaracak.”


   Gizliden gizliye acele eden başka insanların ayak sesleri duyuluyordu. Bu kritik anda Su Shiyu'nun onun sözlerine cevap verecek vakti yoktu. Bunun yerine onun soğuk elini tuttu, birlikte bambu ormanından çıkarak doğruca konağın kapısına koştular.


   Figürleri ortaya çıkar çıkmaz arkalarından biri bağırdı. Onlara yetişmek için hemen adımlarını hızlandırdılar. Konağın önündeki canavar ikisini görünce gözle görülür biçimde titredi. Üzerlerine atladı. Hem önden hem de arkadan kapana kısılmışlardı.


   Chu Mingyun bir adım önden giderek Su Shiyu'ya siper oldu. Sanki bir ışık şelalesiydi kılıcı, fırtına kadar hızlıydı. Gürleyen gökyüzünün tonluk öfkesini taşıyarak savurduğu kılıç dehşet uyandırıyor, herhangi bir savunmayı işlevsiz hale getiriyordu.


   Ancak canavar ileri atıldığı o anda elindeki hançeri bırakmış, hançer yere düşerek çınlamıştı. Kılıç doğruca onun göğsüne girmiş, boğuk bir sesle etini yarmıştı. Kanı pınar gibi fışkırdı. Yine de canavar boğuk bir sesle konuşarak onları şaşırttı. Pürüzlü, insana kulağını kapatmayı diletecek, titreyen bir sesle, "Efendim..." dedi.


   Chu Mingyun ona bakakaldı. Su Shiyu da şaşkındı. Her nedense tanıdık geliyordu.


   "...Affedin...beni." Güç bela yüzünü kaldırdı. Dağınık saçlarının örttüğü solgun, çökmüş yüzünden kristal gibi gözyaşları akıyordu. Kontrolsüzce titriyordu. "Affedin beni... efendim..."


   Hayaletleri anımsatan bu kemikli yüzü dikkatlice inceledikten sonra Su Shiyu kararsızca, "...Luo Xin?" diye sordu.


   "Ben...sizi...hayal kırıklığına uğrattım..." Luo Xin durmaksızın kasılarak titredi. Göğsüne saplanmış kılıcı kavrarken zar zor ayakta durdu. Yerde büyük bir kan birikintisi oluştu. Gözyaşlarına boğuldu. "...Affedin beni efendim, affedin...ama ben...asla..." Hıçkırarak ağladı. Sesi çok boğuktu. Sözlerini telaffuz etmekte zorlanıyordu. "Gerçekten... ihanet etmedim..."


   Su Shiyu alçak sesle iç çekti. "Biliyoruz."


   Arkasındaki insanlar çoktan yetişmişti. Luo Xin'in gözlerinde hâlâ yaşlar vardı. Yine de ikisine bakarken gülümsedi, gülümsemesiyle gözlerinden yaşlar yuvarlandı. Bir adım geriye düştü. Bu sırada kılıç zorlanmadan dışarı kaydı, daha fazla kan akıttı. Luo Xin'in kemikli elleri yeri yoklayarak hançeri kavradı. Kısık bir sesle bağırdı:


   "...Gidin!"


   Bir anda dimdik doğruldu. Yaşamının tüm gücünü açığa çıkarmıştı sanki. Chu Mingyun ile Su Shiyu'nun yanından geçip giderek doğruca kılıç kullanan askerlere hücum etti.


   Elinden gelen her şeyle demir zincirleri çekip kırmış, o kasvetli kafesten çıkmış, kavurucu güneşin altında irkilerek uyanmış, uzun bir rüya görmüş gibiydi.


   Konağın kırmızı kapıları açıldı onun arkasında. Vücuduyla onlara kalkan oldu, kapıları sımsıkı kapattı.


   Gece zifiri karanlıktı hâlâ. Ay ışığından eser yoktu. Gözlerinin önündeki sayısız kılıcın ışıltısı göz kamaştırıyordu. Bedenindeki isyankar öfke, kanını ve sıcaklığını kaybetmesiyle dağıldı yavaş yavaş. Luo Xin birden, daha önce hiç olmadığı kadar huzurlu hissetti. Su Shiyu'nun daha önce ondan daha fazla kitap okumasını istediğini hatırlayacak zamanı bile oldu.


   O çok aptaldı. Sadece dövüş sanatlarını nasıl çalışacağını biliyor, büyük kimselerin niyetini anlamıyordu. Ritler Klasiği’ni, Değişimler Kitabı’nı, Tarih Klasiği’ni, yüz düşünce okulunun öğretilerini saf saf okumuş, sindirmeden yutmuştu. Her nasılsa şimdi gerçekten de birkaç satırı belli belirsiz hatırlayabiliyordu.


   Konfüçyüs hayırseverliği, Mensiyüs adaleti bildirdi.


   Adalet olursa ancak, hayır yerini bulabilirdi.


   Bilgelerin kitaplarını okuduğunda ne öğrenir insan?


   İster şimdi ister gelecekte, utanç hissetmeyeceğini!



   Tosbağa Notu:


   Bu son dört satırın kaynağı: 衣带诗