Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 66: "Aldatan, duyguları istismar eden insanlardan nefret ediyorum."

 

   Güneş batmış da ay yükselmiş, göz açıp kapayıncaya değin akşam yemeği vakti gelmişti. Çeşitli bölgelerden yetkililer birbiri ardına geliyor, arabalar ve atlar kapının önündeki yolu dolduruyordu. Avlu ışıl ışıl parlıyordu. Devasa vali konağının her tarafı cıvıl cıvıldı. Sonbaharın getirdiği soğuk hava bile şarabın zengin aromasıyla ısınıyordu.


   Salona bakıldığında çoğu kimsenin çoktan geldiği görülüyordu. Chu Mingyun ve Su Shiyu ana koltuklara oturmuşlardı. Bir adam elinde bir şarap testisiyle öne çıkarak, "Chu Bey, Su Bey, bu naçiz memur sizleri selamlıyor.” dedi.


   Gelen kişi Huainan'daki Hengshan vilayetinin valisiydi. Su Shiyu onu tanıdı, gülümseyerek karşılık verdi. "Shen Bey, uzun zamandır görüşemedik."


   "Evet, evet uzun zaman oldu.” Shen Bey gülümsedi, elindeki şarap testisiyle ona bir fincan doldurdu. "Sizinle nadiren görüşebiliyoruz. Ziyafet henüz başlamadı fakat ben size erkenden kadeh kaldırmak isterim!”


   Chu Mingyun bunu duyduktan sonra ona bir kez daha bakmaktan kendini alamadı. Han Zhongwen'de bir sorun olduğunu bildikleri için, doğal olarak bu ziyafetteki hiçbir yiyecek ve içeceğe dokunmayacaklardı. Ancak Liang Jin'in şaraba ilaç katmasının ardından şimdi başka bir kadeh kaldırılacağını beklemiyorlardı. Elbette ki Su Shiyu gülümseyerek reddetti. "Gerçekten de birbirimizi nadiren görüyoruz lakin bu akşamki toplantı önemli bir konu için. İçmemeyi tercih edeceğim."


   "Bir fincan olsun yeterli." Shen Bey şarap fincanını uzattı. "Bakın, sizin için doldurdum bile. Yalnız bir fincandan bir şey çıkmaz."


   "Shen Bey, bu kadar kibar olmanıza gerek yok. Sizin kendi başınıza bir fincan içmeniz de aynı şey. Bunu benim size kadeh kaldırışım olarak kabul edin." dedi Su Shiyu nazikçe.


   Garip bir tavırla fincanı boş boş tutmaya devam etti. "Su Bey, gerçekten içmek mi istemiyorsunuz yoksa benim mertebem düşük olduğundan mı doldurduğum şarabı içmek istemiyorsunuz?”


   "Nasıl olur da…"


   "Onu ikna etmek için çaba harcamana gerek yok. O, ah, muhtemelen bir ay boyunca şaraba dokunmak istemeyecektir." dedi Chu Mingyun aniden. Gülümseyen gözleri hafifçe yanındaki kişinin belinin üzerinde gezindi.


   Su Shiyu ciddi bir tavırla gözlerini kaçırdı. Neyse ki Shen Bey Chu Mingyun'un sözlerinin manasının peşine düşmedi. Ona dönerek, "Öyleyse Chu Bey, siz bu naçiz memuru onurlandırır mısınız?” diye sordu.


   Chu Mingyun kaşlarını hafifçe kaldırdı. Cevap vermek yerine sordu: "Ben bu şarabı içtikten sonra gidecek misin?"


   Shen Bey mahcup mahcup gülümseyerek şarap fincanını uzattı. "Bu naçiz, şarabıyla saygısını gösteriyor."


   Su Shiyu onu durduramadan Chu Mingyun şarabı alarak tek seferde içti. Sabırsız bir bakış atarak yeşim fincanı ona geri verdi. Shen Bey kibarlık göstererek şarap testisini alıp uzaklaştı. Ardından Yuzhang ve Lushan valileri birer birer kadeh kaldırmaya geldi.


   Su Shiyu bir anlığına şaşırdı. Sonra kolundan küçük, beyaz bir yeşim şişe çıkararak avucuna birkaç hap döktü. "Bu A-Yue'nin bana verdiği Yüz Zehire Panzehir. Zehirlerin çoğunun üstesinden gelebilir. Al hemen. Ben de nabzını ölçeyim."


   Chu Mingyun sesini çıkarmadı. Su Shiyu'nun elini tutarak başını salladı.


   "Sorun nedir?" Su Shiyu ona baktı.


   Chu Mingyun yana döndü, başını geriye çevirdi, ağzını açtı ve şarabı tükürdü.


   Su Shiyu: "..."


   Chu Mingyun tekrar ona döndü. Elini kaldırarak dudaklarının kenarlarını sildi. "Ne diye bana böyle bakıyorsun? Beni öpmeyi düşünmeden edemiyor musun?”


   “...Aklından ne geçiyor senin?”



   Onlar konuşurken herkes çoktan gelmiş, her biri kendi masasına oturmuş ve salon yavaş yavaş sessizliğe bürünmüştü. Han Zhongwen yavaşça etrafına göz gezdirdi. Koltuğundan kalkarak konuşmaya başladı. "Buradaki tüm meslektaşlarımın Huainan'da neler olduğunu ve başkomutan bey ile başmüfettiş beyin hangi amaçla geldiklerini bildiğine inanıyorum. Bu akşam naçizane Han, öncelikle tüm Huainan adına beyefendilere teşekkür ediyor, buraya gelmek için bu kadar uzun bir yol kat ettiğiniz için size minnettarız."


   Salondan bir onaylama ve şükran korosu yükseldi.


   Han Zhongwen ana koltuklara baktı. "Siz beyefendilerin söyleyeceği bir şey var mı?"


   Chu Mingyun Su Shiyu'ya baktı. Su Shiyu hafifçe gülümseyerek cevap verdi. "Zaten açık olan bir şey üzerinde durmayacağım. Hepiniz burada olduğunuza göre, bu fırsatı bir soru sormak için kullanacağım.” Gözlerini kaldırarak bir tarafta oturan Liang Jin'e baktı, sesi hâlâ nazikti. "Birkaç gün önce Liang Bey bana takviye birliklerinin komutanı Luo Xin hakkında bildikleri olduğunu söyledi. Ne yazık ki bazı olaylar meydana geldi ve bunu ayrıntılı olarak tartışamadık. Acaba Liang Bey bana bildiklerini şimdi anlatabilir mi?"


   Kalabalık hep birlikte Liang Jin'e baktı. Liang Jin ifadesini değiştirmeden şarabından bir yudum aldı, Su Shiyu'nun gözlerinden kaçındı ve hiçbir şey söylemedi.


   "Liang Bey?" diyerek üsteledi Chu Mingyun.


   Liang Jin fincanını masaya koydu. O henüz konuşamadan bir çığlık duyuldu.


   Sesi takip ettiklerinde bir hizmetçinin dehşet içinde ağzını kapatarak Yuzhang Valisi’ne baktığını gördüler. Valinin yüzü mosmor kesilmişti. Şaşkına döndükleri sırada aniden bir ağız dolusu kan kustu ve bununla birlikte masanın üzerine düşerek hareketsiz kaldı. Tepki vermeye vakit bulamadan birbiri ardına birkaç çığlık yükseldi. Beş altı kişi gözleri dışarı fırlamış, aynı şekilde ölü gibi yere düşmüştü.


   Su Shiyu bu insanların az önce onlara kadeh kaldıran insanlar olduğunu açıkça görebiliyordu. Chu Mingyun başını çevirip baktı. Shen Bey onun bakışlarıyla karşılaşınca titremekten kendini alamadı. Aceleyle birkaç adım atarak Han Zhongwen'in yanına saklandı. Han Zhongwen hâlâ yerinde oturuyordu. Hükûmet askerleri ansızın onu çevreleyerek korumaya almış, elleri bellerindeki kılıçlarının üstünde, saldırmaya hazırlanmışlardı.


  Her şey bir anda gerçekleşti. Onlarla birlikte Changan'dan gelmiş hizmetkarlar da aslında çevreyi gözetliyordu. Kendilerine geldikleri gibi Chu Mingyun ve Su Shiyu'nun önünü kapatmak için ileri atıldılar. Benzer şekilde kılıçlarının kabzalarını tutuyor, karşılık olarak tetikte bekliyorlardı.


   Ortam aniden çıkmaza girdi, tüm ağırlığıyla yoğunlaştı.


   Bu akşam gökte mehtap yoktu. Gece mürekkep kadar karanlıktı. Yıldızlar ve ay kalabalık bulutların ardında gizlenmiş, sadece asılı fenerler ışıl ışıl parlayarak avluyu aydınlatıyordu.


   Chu Mingyun hafifçe kıkırdadı, ki bu sessizlikte özellikle çarpıcıydı. "Görünüşe göre sorunun cevaplanmasına gerek yok." Sakin bir tavırla gözlerini kırpıştırdı. "Bize karşı bir hamle yapılmamasına şaşmamalı, demek ki bugünü bekliyormuşsunuz. Yani hayatta olan herkes senin tarafında mı?”


   "Siz iki beyefendi dışında herkes." Han Zhongwen ona baktı. "Chu Bey sahiden çok güçlü. Neyse ki bir fincan zehirli şarabın sizi bitirebileceğini düşünecek kadar saf değilim."


   "Görünüşe göre isyan eden Luo Xin değil, Han Bey ve Huainan'daki tüm yetkililermiş." dedi Su Shiyu zayıf bir sesle. "Han Bey, evinizi savaş meydanına çevirdiğinize göre karınız ve çocuğunuz çoktan taşınmışlardır, değil mi?”


   Han Zhongwen hiçbir şey söylemedi.


   Chu Mingyun duygusuzca güldü. "Neden konuşmuyorsun? Bu noktaya gelmişken her şeyi açıklığa kavuşturalım. Zhang You'ya rüşvet verdin, Shouchun’daki vali yardımcısının tüm ailesini kılıçtan geçirdin. Elin Shouchun’un semasındaymış gibi ne istersen yaptın. Harika bir iş çıkardın. Yani takviye birliklerini de mi öldürüp temizledin?" Hafif bir duraklamanın ardından devam etti: "Hiçbir şeyin ansızın yok olacağına inanmıyorum. Bütün bunların senin tarafından özenle hazırlanmış güzel bir gösteri olduğunu söylemek daha doğru olur. Neden aslında Huainan Valisi’nin isyancı artıkları diye bir şey olmadığını söylemiyorsun?”


   "Yanılıyorsun Chu Bey." Han Zhongwen nihayet ağzını açtı. Ayağa kalkarak birkaç adım uzaklaştı. "Elbette ki Huainan Valisi’nin artıkları var. Yoksa bu insanlar kim olabilir?"


   Daha sözleri bitmeden salonun saçaklarında bir okçu kalabalığı belirdi; siyahlar içindelerdi, o gece Shouchun’daki vali yardımcısının konağında karşılaştıkları siyahlı adamların tıpatıp aynılarıydı.


   "Okları bırakın!"


   Karşılık olarak oklar yağmur gibi yağdı. Salondaki diğer insanlar bunu hiç beklemiyorlardı, bir anda kafaları karıştı. Çığlık atıp dört bir yana koştularsa da rastgele oklara hedef olup düşmekten kaçınamadılar. Hizmetkarlar kılıçlarını çekerek oklara siper oldu, kılıçlar oklarla çarpıştığında kıvılcımlar sıçradı, metallerin çınlamaları yankılandı. Chu Mingyun ayağa kalktı, yaklaşan okları savuşturmak üzere geniş kollarını sıvadı. Su Shiyu'yu yakalamak için elini uzatmıştı ki birden Su Shiyu’nun onu çekmesiyle bedeni onunkine çarptı.


   Chu Mingyun bir anlığına şaşkına döndü. Arkasını döndüğünde onun kolundaki hançerin dışarı kaydığını, narin beyaz eklemleri arasında parıldadığını, sonra bir ok kadar hızlı fakat oktan çok daha güçlü bir şekilde uzaklara doğru fırladığını gördü. Bir ışık parlamasıyla birlikte üç oku sıyırıp geçerek doğrudan saçağın köşesinde tek başına duran okçunun göğsüne saplandı, kan çiçek gibi açtı.


   Çok fazla okçu vardı fakat bu özellikle Chu Mingyun için hazırlanmıştı. Göremediği kör bir noktada saklanmıştı. Sayısız okun karışık sesleriyle örtülmüş üç oku, doğrudan hayati organlarına isabet edecek şekilde ardı ardına atmıştı!


   Ne var ki bu nazik ve kibar başmüfettiş beyin aslında dövüş sanatlarında iyi olmasını beklemiyordu.


   Ancak ne de olsa rakibi usta bir okçuydu. Üç ok farklı konumlardaydı ve Su Shiyu'nun elinde silah yoktu. İki oktan göz açıp kapayıncaya dek kaçınsa da nihayetinde son ok koluna saplandı.


   Su Shiyu hiçbir tepki vermedi. En ufak bir homurtu bile çıkarmadı. Onun aksine Chu Mingyun'un yüzü anında değişti. "Shiyu..."


   "Sadece bir sıyrık, önemli değil." Su Shiyu onu bıraktı, oku çıkarıp atmak üzereyken Chu Mingyun bileğini yakaladı. Okun üzerindeki soluk yeşili açıkça görebiliyordu. Yüzü çirkinleşti. "Ok zehirli."


  Su Shiyu hafifçe onun elinden kurtularak oku attı. Beyaz yeşim şişeyi çıkardı ve birkaç hap aldı. Gözlerini kaldırarak ona gülümsedi bile. "Önemli değil, dayanabilirim."


   Saklanacak hiçbir yer yoktu. Okların saldırısı altında hizmetkarların çoğu ikisini korumaya çalışırken ölmüş, kalan birkaçı da yaralanmış, ancak kendilerini ayakta tutabiliyorlardı. Han Zhongwen kaçışan insanların kazara öldürülmesini umursamadı. Salon cesetler ve kandan nehirlerle doluydu. Sadece bu birkaç kişi ortada bir başlarına kalmıştı. Okçular oklarını değiştirip yaylarını hazırlıyorlardı, konuşmalarını sağlayan da bu boşluk anıydı. Ancak bundan sonra mutlaka öleceklerdi. Bunu düşünen okçular da büyük ölçüde canlanarak son darbe havasıyla yay kirişini en uç noktaya kadar gerdiler, parmaklarını gevşeterek okları bıraktılar.


   Oklar vızıldarken aniden birkaç karanlık gölge çıktı hiçlikten, göz açıp kapayıncaya kadar salonun ortasında durdu. Chu Mingyun merkezdeyken sırtları birbirine dönük olarak hizalandılar. Ellerini kaldırmalarıyla kılıçları ışıldayarak bir araya gelip okları engelleyecek bir ağ ördü. Bir diğer ikisinin ise ellerinde oklar ile yay vardı, nişan alarak oklarını bıraktılar. Sadece altı kişilerdi, az evvelki hizmetkarlardan çok daha az sayıdalardı fakat salonda durdukları anda atmosfer gerginleşmişti.


   "Astınız gecikti, lütfen beni cezalandırın efendim!"


   Chu Mingyun tek kelime etmeden gölge muhafızın elindeki boynuzlu yayı kavradı, üç ok çıkararak kirişe koydu.


   Okçuların sırasına bakan gölge muhafızlar arkalarından gelen, onları iliklerine kadar titreten soğuk bir ses duydular: "Başınızı eğin."


   Hiç tereddüt etmeden onun sözleriyle birlikte eğildiler. Başlarının üzerlerinden sert bir rüzgar esti, keskin bir çığlık attı. Başlarını kaldırdıklarında beklenmedik bir şekilde üç okun doğrudan okçulara gitmek yerine saçakların altından sarkan fenerleri delip geçtiğini, hiçbir güç kaybı yaşamadan yukarıya doğru savrulmaya devam ederek okçuların vücuduna saplandığını gördüler.


   Fenerlerin parçalanmasıyla alevler insanların üzerine düşerek hızla bir yangına döndü. Salonun saçakları aniden ateşler içinde kalarak karanlık gökyüzünü kızıl renge bürüdü. İnlemeler ve çığlıklar birbiri ardına yankılandı. Sayısız okçu acı içinde yuvarlanarak yere düştü. Düşmeleriyle birlikte ateş tekrar yükseldi, çatırdayarak yandı.


   Chu Mingyun Su Shiyu'ya sarıldı. Yüz Zehire Panzehir’in bu zehre karşı etkili olup olmadığını bilmiyordu. İlacı almıştı açıkçası fakat yüzü gözle görülür biçimde solgunlaşmıştı. Üstelik bunu saklama konusunda daima iyiydi, biraz bile acı göstermiyordu. Onun aksine Chu Mingyun daha rahatsızdı. Artık Han Zhongwen'i umursamaya zahmet edemiyordu. "Shiyu, dışarı çıkalım önce."


   Su Shiyu başını salladı. Zihni durgun ve halsizdi. Böcek ısırığı gibi bir acı sürekli meridyenlerini ve kemiklerini kemiriyordu. Yine de onu kaldırmak üzere olan Chu Mingyun'un eline bastırdı. Başını sallayarak, “...Kendim yürüyebilirim. Sen kılıcını al.” dedi.


   “Shiyu…”


   "...Kendim yürüyeceğim." diye ısrar etti.


   "Cık." Chu Mingyun'un onu sımsıkı tutmaktan başka seçeneği yoktu. Arkasını dönerek gölge muhafızlara bazı talimatlar verdi. Çok yakında olmasına rağmen Su Shiyu net duyamıyordu onu. Her şey belirsizdi. Gözlerini kaldırdığında onlardan çok uzakta olmayan yangını gördü. Her yerden kalın bir duman yükseliyordu. Birdenbire sebepsiz yere biraz üşüdüğünü hissetti. Dalgınlık halindeyken, cılız bir sesin ona seslendiğini duydu.


   "Genç general..."


   Su Shiyu afallamıştı.


   Chu Mingyun Su Shiyu'ya baktı. Ona daha sıkı sarılarak dışarı fırladı. Peşinden gölge muhafızlar geldi.


   Han Zhongwen uzaktaki koridordan onlara bakıyordu. Askerlere, "Ne bekliyorsunuz, durdurun onları!" diye bağırdı.


   Askerler kılıçlarını çekerek ileri atıldı.


   Bu konakta yeşil bambular, yemyeşil bir ağaçlık ve sayısız dolambaçlı yol vardı. Han Zhongwen burayı inşa ettirirken şimdi onlara bu kadar faydalı olacağı aklına bile gelmezdi. Bambu yapraklarının örtüsü altında ortam loş, ayırt edilmesi zordu. Kılıçlar parlayarak savruluyor, gölgeler hareket ederken yapraklar sallanıyor, kan mürekkep gibi sıçrayarak yeşil bambulara renk veriyordu.


   Su Shiyu aniden sendeledi. Chu Mingyun onu kollarına aldı. Zayıf ışığın altında yüzünün kağıt kadar solgun olduğunu, alnının soğuk terlerle kaplandığını görebiliyordu. "Shiyu, neyin var, neren acıyor?"


   Eti kemiği ayrılıyor gibiydi, göğüs boşluğunda bile kasılmalar vardı. Su Shiyu dudaklarını sıkıca büzerek başını salladı. Bir anlık duraklamanın ardından kendini Chu Mingyun'dan uzaklaşmaya zorladı. Ne var ki zayıflayan bacakları yüzünden yere düşüverdi. Chu Mingyun diz çökerek ona yakından baktı. Gölge muhafızlar da durup bir mesafe bırakarak onları çevreledi. Etraflarındaki bambu ormanına dikkatle bakıyorlardı.


   “Sen git önce…”


   "Bunu aklından bile geçirme." Chu Mingyun doğrudan onun sözünü kesti.


   Konuşmak için çok çaba sarf ediyordu Su Shiyu. Yavaşça ağzını açarken ciddiyetle bir analizde bulundu. "Beni yanına alırsan sana sadece ayak bağı olacağım. İkimiz de dışarı çıkamayacağız. Ancak sen kaçtığın sürece Han Zhongwen beni sana karşı kullanmak için hayatta tutacak, öldürmeyecek… Kışlaya geri döner ve ardından beni kurtarmak için pazarlık yaparsan da geç olmayacak.” Chu Mingyun'un ifadesini görünce sıcak bir sesle ekledi: "...Laf dinle, şimdi inat etmenin sırası değil.”


   Askerler yerlerini çoktan keşfetmişlerdi. Çok sayıda figür ormanın dışında parıldamaya başlamıştı. Bazıları çoktan içeri dalmış, gölge muhafızlarla çatışıyordu. Bir anda kargaşa koptu. Karşı taraf her ne kadar ağır kayıplar vermiş olsa da çok sayıda insanın sayesinde zafer kazanabilirlerdi. Birbirleri ardına atıldılar, dalga dalga saldırdılar. Gölge muhafızlar bitkin düşüyor, her biri yaralanıyordu.


   Metallerin çarpışması kulaklarında çınlıyordu. Chu Mingyun omzunu kavradı, göz ardı edilemeyecek kadar soğuk ve sert bir sesle, "İnat etmek istiyorum.” dedi. “Seni alıp almamak benim kararım, sana soran yok."


   Su Shiyu çaresizce gülümsedi. Tekrar konuşmak üzereydi ki uzuvlarındaki sızı başına kadar yükselerek patladı. Şiddetle titreyerek ağzını kapattı. Yine de kıpkırmızı kan parmaklarından taşmaya devam etti. Koca koca damlalar halinde akarak zarif beyaz yakalarında küçük, kırmızı çiçekler açtırdı.


   "Shiyu!" Chu Mingyun telaşa kapılarak elini kavradı. Daha önce böyle ne yapacağını bilemez halde olmamıştı hiç. "Shiyu… Nasılsın..."


   Su Shiyu ellerindeki kana boş boş baktı. Kafası o kadar karışmıştı ki Chu Mingyun’un sesini düzgünce duyamıyordu. Başka bir ses ise daha belirginleşiyordu.


   "Genç general..."


   Vücudunun her yerinde soğukluk hissetti. Öyle bir soğuktu ki ince ince kanına sızıyor, kemiklerine işliyordu.


   "Shiyu..." Chu Mingyun'un sesi titredi. Gözlerinin solup kuruyan bitkiler gibi indiğini, ışıltısından bir iz bile kalmadığını gördü. Elini bırakmayı reddederek sımsıkı kavradı, ne var ki her daim sıcacık olan o avucun şüpheye yer bırakmadan, azar azar soğuduğunu hissetti. Aklı başından gitti, eğilerek onu kollarına aldı. "Shiyu..."


   Su Shiyu hiçbir şey duyamadı. Kulaklarında yalnız sessizlik vardı. Ardından hızla yağan yağmuru, çok yakınındaki birini işitti.


   "Genç general..."


   Vücudunun zayıflayışı hiçliğe karışacaktı ki birdenbire yine netleşti her şey. Ölümün eşiğindeydi, son nefesindeki nihai haykırıştı:


   "Genç general, kaçın!.."


   Artık çok geçti. Artık çok geçti.


   Gürül gürül akan kanı örtemedi elleri. Kırmızılarla kaplı avuçları gök yırtılmış gibi yağan yağmurun altında yıkanıyor ve tekrar tekrar boyanıyordu. Gözlerini kaldırarak uzaklara baktı. Savaş alanı binlerce li uzaktaydı. Yardım sinyali için yaktıkları devasa ateş yağmurun bastırmasıyla sönmüştü. Bir sonraki an, gözlerindeki her şey onunla birlikte yere devrilmişti.


   Yağmur damlalarının çamur birikintilerine çarptığını, kan rengindeki birikintileri etrafa sıçrattığını gördü. Her yere dağılmış bedenleri, tanıdık yüzlere sahip cesetleri gördü. Gözlerini kapatmayı reddetmişlerken ağızları “kaçın” dercesine şekil aldığıyla kalmıştı. Daha sonra yaklaşan ayak seslerini duydu. Bir başka ses ona seslendi.


   "...Neden?" Artık ayağa kalkamıyordu.


   "Hiçbir nedeni yok." Adam ayağını kaldırarak genç adamın sırtına koyarken ona baktı. "Küçük bir kız gibi görünüyorsun, savaşmanın ne demek olduğunu gerçekten biliyor musun?"


   Konuşmak için ağzını açtığı anda kanla karışık çamur tıkadı boğazını. Yine de inatla sözlerini sürdürdü. "Bizlerin sana inancı tamdı..."


   “Bana sen kendin inandın. Beni suçlayabilir misin?" Adam alay edercesine güldü. "Küçük kız, bütün ordu mağlup edildi. Suçlayacak olsan bile yalnızca aptallığını suçlayabilirsin. Kendi aptallığını."


   Saçlarının tutulup başının geriye çekilmesiyle çok iyi tanıdığı o aynı yüzle karşı karşıya geldi. Yağmur şiddetle, leğenle dökülüyormuş gibi yağarken yağmur damlaları gözlerine çarparak soğukluk ve acı getiriyordu. Yine de gözlerini kırpmadan adama dikti bakışlarını. “Seni kesinlikle öldüreceğim.” dedi her bir kelimenin üstüne basarak. "Aldatan, duyguları istismar eden insanlardan nefret ediyorum."