Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 84: "Kaderi bizzat ben yazacağım."

 


   İkinci ayın on dokuzuncu gününde* gökyüzü kasvetli bir karanlığa bürünmüş, kurşuni bulutlar tüm göğü kaplamıştı.


*[Merhamet Bodhisattvası Guan Yin’in doğum günü. Gerçi önemli değil sanırım?]


   Başkomutanlık konağının avlusunda siyahlar içindeki seçkinler satranç taşları gibi sıralanmıştı; duruşları dik, kılıçları yanlarında, kilden kuklalar kadar hareketsizlerdi. Üç bin gölge muhafızın tamamı ortaya çıkmıştı; kasvetli göğün ışığı altında hâlâ karanlık gölgelerdi.


   Leş yiyici kargalar ile saksağanlar birbiri ardına yüksek duvara kondular, sanki kan kokusu alıyorlarmış gibi avludaki manzaraya baktılar.


   Chu Mingyun iç odadan salona geçti. Kuzgun karası uzun saçları toplanmıştı. Koyu renkli hafif zırhı yüz hatlarının soğukluğunu yansıtıyordu. Qin Zhao birkaç adım atarak onu selamladı. Gözlerini indirdi, kollarını düzelterek dışarı çıktı. "Sarayda durum nasıl?"


   "İmparatorluk ordusu tetikte. Her şey her zamanki gibi. Li Yanzhen hâlâ baygın."


   "Yulin ordusu nerede?"


   "Henüz herhangi bir faaliyetleri olmadı. Ancak çok sayıda seçkin asker Jianzhang Sarayı'nın çevresini gözetim altında tutmak üzere gönderildi, her an karşılık vermeye hazırlar." dedi Qin Zhao. "Güney Kapısı'nın önündeki birkaç uzun cadde de temizlendi."


   Chu Mingyun kapının önünde durdu, kapının dışındaki bulanık gölgelere baktı. "Peki ya Su ailesi?"


   "Onlarda da bir hareket yok." Qin Zhao bir an tereddüt ederek devam etti. "Gözcü, Su Shiyu'nun dün konağa döndükten sonra kendini atalar salonuna kilitlediğini ve bırakın haber almayı, yemek ya da içmek için bile içeri girmesine izin verilmediğini söyledi."


   “Bir şey yiyip içmeden atalar salonunda durmak mı?” Chu Mingyun yana doğru baktı, olumlu bir cevap aldıktan sonra bakışlarını geri çekti ve kendi kendine mırıldanır gibi alçak sesle iç geçirdi. "...Benden intikam almak için kendini yavaşça öldürmeyi mi planlıyor?" Bir süre durakladıktan sonra Qin Zhao'ya, "Du Yue'ye söyle gidip bir baksın." dedi.


   "Haberi aldığımda Du Yue yanımdaydı, çoktan oraya gitti."


   "Heh." Chu Mingyun belirsiz bir anlamla güldü. "Bir kez olsun zekice davrandığı söylenebilir."


   "Abi…" diyerek kendini tutamadan konuştu Qin Zhao. "Hâlâ yaralısın, gerçekten biraz daha bekleyemez misin?"


   Chu Mingyun başını salladı. Usulca gülerek, "Ok yaydan çıktı." dedi. Bu sözlerle birlikte elini kaldırdı ve kapıyı iterek açtı.


   Ardına kadar açılan salon kapısından yavaşça dışarı çıktı. Avlunun dört bir yanındaki gölge muhafızlar hep birlikte dizlerinin üzerine çöktüler, bir ağızdan "Efendimiz." dediler. Chu Mingyun atına bindi. Gözleri, kanatlarını çırparak korku içinde kaçışan karga ve saksağanların üzerinde gezindi. Dizginleri avucunda birkaç kez çevirdi, uzun parmakları kılıcının kabzasına bastırdı. “Gidelim.”



   İmparatorluk ordusunun komutanı onu saray yerleşkesinin dışında şahsen karşılamak için bekliyordu. Siyahlar içindeki bir grubun boş caddeden geçtiğini, peşlerinden tozların kalktığını gördü. Uzaktan eğilerek onlara selam verdi. 


   Chu Mingyun’un dizginleri şiddetle çekmesiyle siyah at uzun uzun kişneyerek durdu. İmparatorluk askerleri atının altında saygıyla diz çöktü. Gözlerini hafifçe kısarak uzaktaki, birbiri ardına sıralanan saraylara baktı. Cangwu Dağı’ndaki o günlerde ustasına verdiği cevabı hatırlayıverdi birden. 



   "Elbette intikam almak istiyorum. Ama ya sizce benim düşmanım kim? Şehri katletmeleri emredilen Hun askerleri mi, işgali planlayan komutan mı, yoksa şehri terk edip kaçan yetkililer mi? Aslında hiçbiri değil; komutanın emirlerine uymak ve güçlünün zayıfa boyun eğdirmesi değişmez kanunlardır. Hata, ülkenin zayıflığındadır."


   "Benim düşmanım bu dünyanın ta kendisidir.”



   Bir gök gürültüsü yankılandı gökyüzünde. Şimşekler gök kubbeyi yarıp soluk bir ışık saçtı. Uzun süredir toplaşan ağır bulutların bir anda çökmesiyle yağmur sağanak sağanak yağdı.


   Saray kapıları ardına kadar açıldı.


***


   Yatak odası sessizlik içindeydi. Li Yanzhen yavaşça gözlerini açtı. Bomboştu gözleri. Uzunca bir süre bakışlarını odaklayamadı. Yatağından destek alarak doğruldu sonra. Etrafında kimsecikler yoktu. Ağzını kapatıp birkaç kez öksürdü. Brokar yorganı kaldırarak yataktan çıktı, şaşkınlık içinde yatak odasından ayrıldı. Yol boyunca bir gölge bile göremedi. Uzaktan belli belirsiz, kaotik bir gürültü duyuluyordu. Yağmurun sesi gürültüyü bastırıyordu. Huzursuz hissettiriyordu. Attığı her adımda, sanki boşluğa basar gibi bir yumuşaklık vardı. Rüyada gibi hissediyordu. Farkında bile olmadan sarayın çalışma odasına yürüdü. Aklı başına geldiğinde çoktan ahşap heykelin önüne varmıştı.


   Sarayın çalışma odası da boştu. Yalnızca yüzü olmayan eşsiz güzellik sessizce ona bakıyordu.


   Li Yanzhen sersemlik içinde baktı ona. Uzunca bir süre hiç kımıldamadı. Birden masanın üzerindeki oyma bıçağını kaptı, en ufak bir tereddüde düşmeden heykelin üzerine indirdi. Bıçak yavaşça hışırdadı, talaşlar usulca döküldü. İkinci kere bile düşünmeden çizdi detayları. Yüzüne uzun zamandır yüreğinden aşinalık duyuyormuş gibi. Kadının yüzü giderek netleşti. Kaşlarının ucunun, gözlerinin köşelerinin nezaketi, zarifliği; dudaklarındaki hafif gülümseme… Aklında canlanan her şey o zamanki güneşli güne uzanıyordu. Dökülmüş kayısı çiçeklerinin üzerinde adımlıyordu.


   Oyma bıçağı elinden yere düştü. Li Yanzhen birkaç adım geri çekilerek ona bir göz attı. Tekrar tekrar baktı, aniden güldü. "Abla, gerçekten çok güzelsin. Senin resmini çizsem olur mu?"


   Kimse cevap vermedi. Gülümsemesi yavaş yavaş soldu. Masadaki muma uzanarak ahşap oymayı ateşe verdi. Gençliğinin belirsiz düşünceleri yanarak salonu narin bir kokuyla doldurdu.


***


   Lu Qinghe elindeki ilaç kasesiyle saray koridorunun köşesini döndüğünde bir grup saray hizmetçisi ondan yana doğru koştu. Aceleyle ilacı dengeledi, tehlikeden kıl payı kurtuldu. Onların panik içinde çiçeklikleri devirmelerini, eteklerinin tamamen çamurla kaplanmasını izledi. Kalbi sıkıştı, arkasını dönerek aceleyle yatak odasına gitti. Doğruca kapıyı açarak içeri girdi. Li Yanzhen orada değildi.


   İlaç kasesi yere düşerek siyah bir ilaç birikintisine dönüştü. Lu Qinghe yağmurun altında koşarak etrafta onu aradı. Saray kaos içindeydi; bazı yerlerde çatışmalar sürmekteyken bazı yerler ıssız ve sessizdi. Sayısız saray halkı kaçıp yanından geçiyor, telaşelerinin rahatsız edici sesleri yağmura karışıyordu.


   Sırılsıklam olmuştu. Göğsü öyle tıkanmıştı ki patlayacakmış gibi hissediyordu. Tarifi imkansız bir paniğe kapılmıştı.


   İmparatorluk ordusundan bir grup askerin, yanından aceleyle geçerek sarayın çalışma odasına koşturduğunu gördü. Lu Qinghe tam durup soracaktı ki bir şeylerin ters gittiğini fark etti. Bu adamlar her ne kadar imparatorluk ordusunun zırhlarını giyinmiş olsalar da zalim bir duruş sergiliyorlardı. Biraz evvelsinde yankılanan çatışmanın imparatorluk ordusu ile saray muhafızları arasında yaşandığını o bile az çok anlayabiliyordu.


   Ateş ışığının titreştiği, karanlık yağmur perdesinin içindeki çalışma odası özellikle dikkat çekiciydi, belli ki içeride biri vardı.


   Lu Qinghe hiç düşünmeden yetişmek için hamle yaptı. Hançeriyle en arkadaki askerin boynunu keserek kılıcını kaptı. Önündeki adamın omzuna bastı, sıçradı ve havada takla atarak çalışma odasının önüne indi. Onları engellemek için kılıcını kaldırdı.


   İmparatorluk ordusunun askerleri aniden önlerinde beliren saray hizmetçisine baktılar. Yüzlerinden öfke akıyordu. "Eğer ölmek istemiyorsan yoldan çekil!"


   Lu Qinghe derin bir nefes aldı. Kılıcını savurdu, sesini yükselterek konuştu. "Ben Lu Qinghe, Ceza Nazırı Lu Shi'nin kızıyım. Majestelerini korumakla görevlendirildim, asiler ve hainler önce benim kılıcımla yüzleşecek!"


   Askerler birbirlerine baktılar, birlikte saldırmak için döndüler.


   Gözlerinde korkunun zerresi yoktu. Kılıcını savurarak onlarla yüzleşti.


   Dünya çok gürültülüydü. Kulakları kendi kalp atışlarının şiddetli sesiyle doluydu. Arkasındaki salon kapısının açıldığını fark etmedi bu yüzden. Son darbenin ardından Lu Qinghe, yerdeki cesedi tekmeleyerek uzaklaştırdı. Nefes nefese kalmıştı. Yüzündeki kan yağmurun altında yıkanıyordu hemen. Arkasına baktığında sessizlik içindeki bir çift gözle karşılaştı. Bir anda dut yemiş bülbüle döndü.


   Li Yanzhen sessizce ona baktı. Sonra yanına gitti, soğuk elini tuttu ve salona döndü.


   Sarayın çalışma odası açıklanamaz bir kokuyla doluydu. Pencerenin yanındaki bir şey yanarak beyaz bir kül topuna dönüşmüştü. Camlar is içinde kalmış, tül perdelerin yarısı yanarken daha sonra içeri giren yağmurla sırılsıklam olmuştu. 


   "Majesteleri, bu..." Lu Qinghe başını çevirerek ona baktı. Brokar mendili yanağına götürdü Li Yanzhen. Hiçbir şey söylemedi, onun için yanaklarındaki yağmuru silmeye vermişti tüm dikkatini. Lu Qinghe bir anlığına şaşkına döndü, sonra tekrar gülümsedi. Kaçınmadı. Li Yanzhen sonunda dağınık saçlarını eliyle tarayarak kulaklarının arkasına attı. Onu yanındaki yumuşak kanepeye oturttu. Dışarıya bakarken nihayet konuştu. "Yağmur daha mı şiddetleniyor sanki?”


   Lu Qinghe dikkatle dinledi. Sarayın dışındaki sağanak yağmurla karışan kılıçların metalik çınlamaları giderek yaklaşıyordu. Bir an tereddüt etti. "Hm, daha da şiddetleniyor."


   Li Yanzhen başını salladı. "Bu kadar gürültülü olmasına şaşmamalı."


***


   Gök gürledi boğuk bir sesle. Büyük yağmur damlaları zırhının üzerine düşerek pıtırdıyordu.


   Chu Mingyun yüzündeki yağmuru gelişigüzelce sildi. Az ilerisindeki kanla kaplı muhafız komutanına kayıtsızca baktı. Saray yerleşkesinin muhafızları çoktan teslim olmuş, yalnızca komutanları hâlâ inatçı bir direnişe öncülük ediyordu. Canını hiçe sayarak savaşıyor, imparatorluk ordusunun komutanını isyana katıldığı için var gücüyle, artık kısılmış sesiyle azarlıyordu. 


   Chu Mingyun’un dudakları kıvrılıverdi birden. Alçak sesli kahkahası henüz yağmura karışamadan kendisi ileri atılmıştı bile. Saray muhafızlarının komutanı vücudunu destekleyen kılıcı kaldırarak şiddetle savurdu. Kılıçlar çınlayarak çarpıştı. Yağmur sularının sıçramasıyla birlikte sarsılarak bir adım geri düşmesine mani olamadı. Yine de nefesini düzeltti, olanca gücüyle kükreyerek durmadan saldırdı. Rakibinin kılıcını, eti kemiğiyle birlikte kesebilecek bir kuvvetteydi.


   Uzun kılıç yağmur altında göz kamaştırıcı bir kavis çizdi; fakat ıskalayarak hiçliğe saplandı. Muhafız komutanının gözleri büyüdü birden, karşısındaki adama inanamayarak baktı. Kılıç bir anda boğazına saplanmıştı. Sesini çıkaramadı. Kan kırmızısı gözleri kızgınlıkla doluydu.


   Chu Mingyun ona değil, kat kat yağmur perdeleriyle örtülmüş muhteşem saraya bakıyordu. Sesi yağmurdan bile daha soğuktu. "Kaderi bizzat ben yazacağım."


   Kılıcını geri çekti ve cesedin üzerine bastı. Soğuk yağmur, zırhı ile kılıcını yıkadı; beyaz yeşim taşlı basamakları parlak kırmızı bir renge boyadı.


***


   Yağmur gittikçe şiddetleniyor, delicesine esen rüzgar pencere kafeslerini titreterek salonun içinde geziniyordu. Beyaz mumların alevleri bir çırpıda sönmüş, atalar salonu kasvete bürünmüştü.


   Atalarının anıt tabletlerinin önünde diz çökmüş olan Su Shiyu yavaşça gözlerini kaldırdı. Su Jue'nin soğukça parıldayan anıt tabletine baktı doğruca. Gözlerinde bir ışık parladı.


   "Baba…" dedi Su Shiyu usulca, uzun bir sürenin ardından. "...Yanılıyor muyum ben?"


   Kelimeler sessizliğe gömüldü. Su ailesinin sadık ruhlarından oluşan birkaç nesillik tabletler sessizce ona baktı, cevap vermedi.


   Pencere aniden açıldı; dondurucu rüzgar ile soğuk yağmurlar bir anda içeri doldu.


***


   Yağmurun sesini bastıran sayısız ayak sesi duydu aniden. Yaklaştıkları ortadaydı. Kırmızı nilüferler kadar şatafatlı o adam nihayet elinde kılıcıyla geldi, kanlarla yıkanmış uzun koridora adım attı ve salonun ağır kapısını iterek açtı.


   Lu Qinghe ayağa kalkarak onun önünü kapattı. Chu Mingyun'a baktı. Kılıcı kavrayan eli sıkıca kenetlenmişti. Hafifçe titremekten kendini alamadı. Kendi becerilerinin çok iyi farkındaydı; arkasındaki, siyahlar içindeki adamlarla başa çıkması bile zar zor mümkünken yıllardır insan öldürerek kılıcını bileyen Başkomutan Chu’ya karşı durabilmesi söz konusu bile değildi. Üstelik Chu Mingyun'a karşı açıklanamaz bir yakınlık hissediyordu. Onun düşmanı olmayı hiç arzulamıyor, bununla birlikte Li Yanzhen’in öldüğünü görmeyi de istemiyordu. 


   Chu Mingyun başını eğerek ona baktı, yüzünde en ufak bir ifade yoktu.


   Lu Qinghe cesurca onun bakışlarıyla yüzleşti. Kalbi huzursuzlukla çarpıyordu. Aniden arkasından uzanan eller onu kolları arasına aldı. Lu Qinghe şaşkına döndü. Li Yanzhen'in eli, kılıcı kavrayan elini örttü. Lu Qinghe'nin tüm vücudu kaskatı kesildi. Bir an hareket edemedi. Li Yanzhen usulca iç geçirerek onun elini tuttu. Nihayet gözlerinin kırmızılara bürünmesine engel olamadı. Baştan aşağı titredi. Zorlukla, yavaşça bıraktı kılıcını.


   Bir çınlama sesiyle kılıcı yere düştü.


   İmparatoru tahtından indirmek işte bu kadar çabuk sonlanmıştı.