Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 83: "...Beni öldürecek değil ya?"

 


   Bir gece içinde Changan’ın tamamı askerlerle dolup taşar olmuştu. Fakat elli bin seçkin askerin tamamı başkente girmemiş, birliklerin çoğu şehri korumak adına başkentin yakınlarına konuşlandırılmıştı. Zhou Yi yedi bin kişilik birliğe önderlik ederek onları Chu Mingyun’a teslim etti, ardından aceleyle asıl görevine geri döndü.


   Saraydaki tüm nazırlar buna şahit olmuş, kimi nefret etmiş, kimi tedirgin hissetmiş ve kimi heyecan duymuştu. Sanki başlarının üzerine çekilmiş bir yay varmış da yavaş yavaş geriliyormuş, her an bırakılacakmış gibiydi.


   "Zhou Yi’nin muhafazası altında Changan'ın çevresinde fazla karışıklık çıkmayacaktır. Saraydaki diğer insanların pek bir vasfı yok, onlara dikkat etmek zorunda değilsiniz yani. Asıl dikkat verilmesi gereken Jianzhang Sarayı’ndaki Yulin ordusu.” Chu Mingyun masanın üzerine yayılmış haritaya baktı ve noktalardan birini başıyla işaret etti. “Yulin ordusu imparatorun şahsi muhafızlarıdır ve doğrudan Li Yanzhen’den emir alırlar. Bu bizim en büyük engelimiz olabilir."


   "Anlaşıldı." dedi Qin Zhao. "Göz kulak olması için birini göndereceğim."


   Chu Mingyun başını salladı. Qin Zhao ona bakarken, "Abi, Su konağından insanlar birkaç kez Su Shiyu'yu görmeye geldiler." diye ekledi.


   "Onları gerisin geri göndermediniz mi?" dedi Chu Mingyun kayıtsızca.


   Qin Zhao biraz tereddütlüydü. "Gönderdik. Ama bu her zaman bir çözüm değildir."


   Chu Mingyun kaşlarını hafifçe kaldırdı. Cevap vermedi.


   Bu sessizlik anında iki gölge muhafız kapıyı çalıp içeri girdi. Birbirlerine baktılar ve "Efendim, Su Bey uyandı." diye fısıldadılar.


   "Uyandı mı?" Chu Mingyun bir anlığına şaşkına döndü. "...Sadece iki gün oldu." Konuşmasını bitirmeden önce kendini sakinleştirdi. "Ne yani, ağzını açıp bana sövmedi mi?"


   "Su Bey sadece sizi diğer avluda beklediğini söyledi."


   "Hm." Chu Mingyun ayağa kalkarak kapıya doğru yürüdü. Qin Zhao onu takip etmekten kendini alamadı. "Abi, öylece gidecek misin oraya?"


   Chu Mingyun yavaşça adımlarını durdurdu. Aniden, "Düşünüyorum da... beni ne söylemek, ne yapmak  için bekliyor? Belki uykusunun ardından bir şeyler gelmiştir aklına, belki bana sövmek için bekliyordur, belki bana birkaç tavsiyede bulunacak olabilir…” dedi. Elini kaldırarak kaşlarının arasını ovuşturdu. Bir süre sessiz kaldı, ardından yavaşça gülümsedi. "...Beni öldürecek değil ya?"


   Qin Zhao dilini yutmuşçasına sustu. Onun çalışma odasının kapısından çıktığını gördüğünde bilinçsizce ona yetişmek istedi, aniden tereddüt etti ve iki gölge muhafıza dönerek onu takip etmelerini emretti.



   Chu Mingyun diğer avluya adım atar atmaz onu gördü.


   Su Shiyu elinde bir şarap fincanıyla yan durmuş, başını hafifçe kaldırmış, armut ağacına bakıyordu. Ne var ki göz açıp kapayıncaya kadar geçen iki günde dallar çiçeklerle kaplanmış, karlar gibi yığılmışlardı. Ağacın altında, taş masanın üzerine hizmetçiler yeşim taşından şarap kapları yerleştirmişlerdi. Sahne bir öncekine son derece benziyordu. Lakin bu defa bekleyen kişi o değildi. Su Shiyu'nun yüzü ayrıca sükunet dolu ve telaşsızdı. Duyguları okunamıyordu. Kusursuz bir maske takmıştı sanki.


   Chu Mingyun henüz yaklaşmamıştı ki üzerine bir beyazlık atıldı. Anında elini kaldırarak gözünün önündekine engel oldu. Beyaz yeşimden şarap fincanındaki sıvı daireler halinde dalgalandıysa da bir damla bile dökülmedi. Chu Mingyun gözlerini kaldırarak Su Shiyu'ya baktı. Duruşu hiç değişmemişti, ona bakmıyordu. Elinin boş kalması olmasaydı neredeyse insanları yanıltarak hâlâ düşüncelere dalmış halde olduğunu, diğerinin yaklaştığını fark bile etmediğini düşündürecekti.


   "Heh." Chu Mingyun anlamsızca güldü. Şarap fincanını parmak uçlarında döndürdü, sonra fincanı kaldırarak hepsini içti. Fincanı gelişigüzel yere fırlattı, bir çınlamayla paramparça oldu. "Bu şey bana zarar veremez.” Gözlerinin rengi koyulaştı. Arkasındaki gölge muhafızın kılıcını elinin tersiyle çekip fırlattı. "Başarmak için bunu kullanman gerekecek. "


   Sözlerini henüz bitirmeden önce kılıç kederli bir ıslık sesiyle havayı yardı, bıçağının soğuk ışıltısı gözlerini doldurdu. Su Shiyu’nun yaklaştığını bile görmesini zorlaştırdı.


   Chu Mingyun kılıcın yatay savruluşundan kaçınmak için vücudunu eğdi. Kılıcın bıçağı gözlerinin önünden sıyrılarak birkaç tutam saçı kesti. Eli arkasına uzandı; diğer gölge muhafızın kılıcını çekip önüne getirdi, neredeyse yüzüne çarpacak olan darbeyi tam vaktinde engelledi. Her şey kısacık bir an içinde olup bitmişti.


   "Beni gerçekten öldürmek mi istiyorsun?" diye alçak bir sesle sordu. İki kılıcın ardından Su Shiyu'nun gözlerine baktı. Duygudan tek bir eser yoktu. Kömür karası yeşimleri andıran o gözleri, daha ziyade uçsuz bucaksız çöllerdeki savaşlar sırasında gördüklerine benziyordu. Boştu, en zirvelerdeki hiçlik kadar boş.


   Su Shiyu cevap vermedi. Hızla birkaç adım geri çekilerek kılıcını tekrar savurdu. Chu Mingyun'un elinin gücü aniden tükendi. Dehşet keskinlikteki bir metrelik kılıç, tüm vücudunu titretecek bir kuvvetle indi. Armut çiçekleri yükselerek etraflarında döndü, yeşim kaplar ile şarap fincanları yerlere çarptı, şarabın tatlı aroması armut çiçeklerinin hoş kokusuyla karışarak yayıldı.


   "Efendim!" Gölge muhafızlar ellerinde olmadan ileri doğru bir adım attılar. Lakin soğuk bir “Geri durun.” emriyle yerlerinde kaldılar.


   Elbiseleri etrafta uçuşuyordu. Kılıçların parıltısı gözleri kamaştırıyor, kuvvetleri ise kabararak armut ağaçlarını ıslıklayarak sarsıyor, çiçeklerini döktürüyordu.


   Chu Mingyun yıllardır kozunu paylaşmaya değer bir rakiple karşılaşmamıştı. Her nasılsa bu rakip Su Shiyu oluvermişti. Hiç aklına bile gelmezdi.


   Su ailesi dört nesildir generallik yapmış bir aileydi. Bu esnada dizginsizce sergiliyordu tarzını. Ancak Su Shiyu'nun kılıcı kişiliğinden tamamen farklıydı. Hareketleri olağanüstü hızlı, kılıcının ağırlığı son derece tehlikeliydi.


   Birlikte oldukları zamanlarda bile Su Shiyu'nun saldırıya geçtiğini nadiren görmesine şaşmamalıydı. Daha önce Chu Mingyun onun kasten kendini gizlediğini düşünmüştü. Ancak yüz yüze geldikleri şu anda bunun, onun çoktandır edindiği bir alışkanlık olduğunu fark etti: Kendi güvenliğini biraz bile umursamadan rakibine yaklaşıyor, tek hamlede öldürebileceğine kanaat getirene değin harekete geçmiyordu. Kılıçların birbiriyle çarpışarak kıvılcımlandığı bir karşılıklı dövüşte kimin daha hızlı olduğunu görebilmek için hayatlarını riske atıyorlar, esasında hayatlarıyla kumar oynuyorlardı. 


   Bir anlık dikkatsizlik kesin ölümle sonuçlanacaktı.


   Ve bu hayat üzerine oynanan bir kumar olduğuna göre, her seferinde kusursuz olacağını kim garanti edebilirdi?


   "Sıra bende, yine aynı soru: Babanız kavga etmenizi neden yasakladı?"


   "Muhtemelen... benim insan öldürme tarzımdan pek hoşlanmıyordu."


   Fakat açıkça seçkin bir aileden geliyordu, nüfuzlu bir ailenin genç efendisiydi, hudutsuz bir şöhrete sahipti. Neden böylesi bir tarzı alışkanlık edinmişti ki?


   Geçmişinde her şeyinden vazgeçmiş, kendini kılıç altına bırakmış, tüm hayati noktalarını, sırf bir adamın canını alabilecek bir fırsat yaratmak için açığa mı çıkarmıştı?


   Aklında her türlü düşünce şimşek gibi çakarken Chu Mingyun yüreğinde bir sızı hissediyordu yalnızca.


   Kılıcın eğilmesiyle iki bıçak birbiriyle çarpıştı. Soğuk kenarların sürtüşmesiyle kulakları delen bir ses yankılandı. Ufak kıvılcımlar sıçradı. Chu Mingyun, Su Shiyu'nun hemen yanından geçti. Geriye attığı bir bakışta onun kılıcı kavrayan elini görmüş bulundu. Kaşlarını hafifçe çattı.


   Bir anda sayısız hamle birbiriyle çarpıştı. Kılıçların sızlanır gibi çınlamaları yankılanıyor, hiç kesilmeden havayı dolduruyordu. Ve yine bir anda, göz açıp kapayıncaya kadar, yoğun bir sessizliğe, bir çıkmaza dönüştü.


   Bir bahar esintisiyle taç yapraklar döküldü; armut çiçekleri karlar gibi yağdı yavaşça, zarif ve beyaz omuzlarına düştü.


   Bir kılıç ayırıyordu onları. Chu Mingyun'un kılıcının ucu Su Shiyu'nun boğazının önünde, Su Shiyu'nun kılıcının ucu Chu Mingyun'un kalbindeydi. Bir an için kimse harekete geçmedi.


   Chu Mingyun’un dudaklarının köşeleri yukarı kıvrıldı birden. Bileğini çevirerek başka tarafa yöneldi; kılıcını kullanarak Su Shiyu’nun omuzlarına dökülen çiçekleri temizledi. Onun tepki vermesini beklemeden ileri doğru adım attı; etinin kesilmesiyle açığa çıkan o hafif ses sanki bir çiçeğin açışı gibiydi.


   Su Shiyu kılıcını aceleyle geri çektiğinde kanı yere döküldü, beyaz çiçekleri kırmızılara boyadı. Yüzüne taktığı maske nihayet çatlayarak parçalara ayrıldı.


   Chu Mingyun yarasını kapatırken boğukça inledi. Yüzündeki renk anında çekildi, akan soğuk terler kirpiklerini ıslattı. Yine de Su Shiyu'ya bir gülümsemeyle baktı. "Öfkeni çıkardın mı?" Su Shiyu'nun hâlâ sessiz olduğunu fakat artık ellerini de kullanmadığını görünce soluğunu dengelemek için derin bir nefes alarak devam etti. "O halde beni dinle.”


   “Li Yanzhen’i daha ne kadar destekleyebileceksin sence?” dedi Chu Mingyun. "O zayıf, beceriksiz ve hiçbir şey anlamıyor ama sen de mi durumu göremiyorsun?

   Hunlar ve şimdi bir de Loulan, Daxia’dan tüm kalpleriyle nefret ediyor, yalnızca saldırmak için uygun bir fırsat kolluyorlar. Daxia’nın topraklarının çoktan ne hale geldiğini sen de görmüş değil misin? Ataların kanunlarının değişmezliği başlı başına sefillik. Su Xing’in körü körüne Huainan Valisi’ni seçmesi acınası yalnızca, söylediklerinde hiç de hatalı değil.

   Dünya senin sadık olduğunu söylüyor ama sen neye sadıksın? Dünyaya mı yoksa Li ailesine mi? Bunca yıldır Li Yanzhen büyümeyi öğrendi mi ki hiç? Aklı resim ve heykelcilikle dolu, eğlenceden başka bir şey düşünmeyen bu işe yaramaz şey mi senin istediğin hükümdar? Birkaç şehri Loulan'a vermesine mani olabildiysen bile Huainan'ı Xiling Valisi’ne vermesini engelleyebildin mi? Dünyada barış diye bir şey yok, o bu konumda olduğu sürece barış olmayacak, bunu anlayabilmen için daha kaç kez zehirlenmesini görmen gerekiyor?" Konuştukça sesi daha da ciddileşti, neredeyse sorgular bir hale geldi. "Su Shiyu, eğer Li Yanzhen gerçekten o tahtta oturmaya layıksa sen nasıl oluyor da bunca yıldır otoriter bir nazır olabiliyorsun?"


   Su Shiyu sessiz kaldı, bir cevap vermedi. Sadece Chu Mingyun'un göğsüne parlak bir kırmızının yayılmasını, kanın parmaklarının arasından durmaksızın sızmasını, damla damla yere düşmesini seyretti.


   "İsyan dediğin nedir ki? Li ailesinin ataları da geçmişte isyan çıkarmamışlar mıydı? Onlara isyan edilse ne olur? Vakit geldi. Hanedanların değişmesi göklerin yazgısıdır. Ülkenin hükümdarını değiştirmenin nesi yanlış? Yaptıklarımın neresi hatalı? Ömrü tükendi artık. Ben olmasam bile başkaları çıkacak meydana. Öyleyse toprakları ele geçiren neden ben olamayayım?” Sesi sertleşmesine karşın yüzü kağıt gibi solgundu. Elleri yapış yapış, kanla kaplıydı.


   Su Shiyu uzun süre suskun kaldı, nihayet ağzını açtığında sesi kısıktı. "Beni ne zaman bırakmayı düşünüyorsun?”


   "Ben tahta çıkana kadar bekle." Chu Mingyun'un parmak uçları kanayan yaraya hafifçe dokundu. Düşünceleri aniden değişti, "Veya şimdi ayrılabilirsin." diye ekledi.


   Su Shiyu sessizce geriye bir adım, peşinden bir adım daha attı. Uzun bir süre sonra kılıcı taş masanın üzerine koydu, ayrılmak için döndü.


   Chu Mingyun, yaraya bastıran parmaklarının gücü azar azar artarken gözlerini kırpmadan Su Shiyu'nun kaybolmakta olan sırtına baktı. Aniden kuvvetli bir rüzgar esti, ağaçları dolduran beyazlar birbiri ardına yere indi insanın gözünü alırcasına. Gözlerinin karmaşaya düşmesiyle o figür bir anda ortadan kayboldu.


   Vücudu sallandı. Neredeyse tökezleyip dizlerinin üzerine düşecekti. Tam zamanında kılıcını yere saplayarak kendini zar zor dengeledi ancak. Kanın iğrenç kokusu yükseldi boğazından. Chu Mingyun gülümsemek için dudaklarını kıvırdığı anda bir ağız dolusu kan öksürdü. Zihninde bir acı kabardı. Kenardaki gölge muhafızlar koşarak gelip dikkatlice ona yardım ettiler. Tuttuğu kılıcı bıraktı. Elini kaldırarak dudaklarındaki kanı sildi. Sesi çok alçaktı, sanki kendi kendine konuşur gibiydi. Ayrıca hafif bir gülümser bir tondaydı. "...Gidebileceğini söylediğim gibi gerçekten gittin, ah."


   Birdenbire fena bir acı hissetti yarasında.



   Birilerinin Chu Mingyun'un eve girmesine yardım etmesiyle birlikte Qin Zhao ile Du Yue hemen oraya koştular. Onu bu halde gördüklerinde kalakaldılar. Enderdir ki ikisi de sanki sözleşmiş gibi ağızlarını açıp tek kelime etmediler.


   İlacın acı kokusuyla birlikte yayıldı sessizlik. Du Yue ilacı sürdü, sargıları sardı, birkaç adım geri çekilip ona bakarak başını salladı. Yana çekilip ellerini yıkadıktan sonra nihayet konuşmaya başladı. "Neyse ki yara çok derin değil, yoksa hayatın gerçekten pamuk ipliğine bağlı olurdu. Ay, bu birkaç gün yatıp iyice dinlen, sağda solda koşuşturma. Bir süre huzurda kal, gayet iyileşeceksin.”


   Hizmetçi öne çıkarak kana bulanmış brokar mendil ile leğeni alıp çıktı. Chu Mingyun kanepeye oturdu, gözlerini indirerek yarasına baktı, cevap vermedi.


   Du Yue bir süre ona baktı, nihayet sormadan edemedi: "Seni… gerçekten kuzenim mi yaraladı?"


   "Hayır." Chu Mingyun hazırlanıp bir kenara bırakılmış temiz giysileri alarak üzerine geçirdi. "Ben kendimi yaraladım."


   Qin Zhao'nun gözlerinin kenarları hafifçe seğirdi. Du Yue bir an için afalladı. Uzun süre kendini tuttuktan sonra ağzını açtı. "Bence… kuzenim bu kadar da kalpsiz bir insan değil. Belki o da içten içe zorda hissediyordur kendini. O… Onu suçlama…”


   "Onu suçlamıyorum." dedi Chu Mingyun.


   Artık böyle söylendiğinde Du Yue'nin de söyleyecek bir şeyi kalmamıştı. Sadece ağzını kapatıp bir kenara oturmakla yetindi. Odayı sessizlik bürüdü, havası ağırlaştı. Geriye yalnızca Chu Mingyun'un kıyafetlerinin hafif hışırtısı kalmıştı. Qin Zhao bile bu mizacına rağmen daha fazla katlanamadı. Böylece bir konu açtı. "Bu arada, abi, Su Shiyu'nun dövüş sanatları çok mu güçlü?"


   "Eğer ki onun kendini geri tutması olmasaydı bir adım farkla ona galip gelirdim sanırım.”


   Qin Zhao hiç düşünmeden, "Ama gölge muhafızlar sizi eşit şekilde dövüşürken gördüklerini söyledi?" diye sordu.


   Chu Mingyun gözlerini kaldırıp ona baktı. Sesinde dalgalanma olmadan cevap verdi. "Çünkü onun her hamlesi benim hayatî noktalarımı hedef alırken ben kılıcımın ona ciddi bir zarar vermemesi için özellikle dikkat ediyordum.”


   Qin Zhao yanlış bir soru sorduğunu fark ederek konuşmayı bıraktı. Umulmadıktır ki Chu Mingyun üçü arasındaki en sakin adam idi. Bir kenara bırakılan kan lekeli cübbesini eline alıverdi. "Yine de bana öyle geliyor ki onun kılıcı kavrayışı sanki…” Parmaklarının arasında ovuşturduğu bir şey kollarının arasından kanepeye kaydı. Yeşim taşlarının birbirlerine çarpışının keskin sesi yankılandı.


   Du Yue hemen hayret içinde bağırdı. "Hii, bu yeşim kolye nasıl hâlâ burada olur? Onu uzun zaman önce atmamış mıydın?" Biraz telaşa kapılmıştı. "Elin değince mi düştü? Hey, ay sen… Kırıldı bu...''


   Titizlikle işlenmiş beyaz yeşim taşı kanepenin üzerinde birkaç parçaya ayrılmıştı, hâlâ nazik bir ışık saçıyordu. Chu Mingyun gözlerini dikmiş ona bakıyordu; sanki hiçbir şey duymuyordu. Du Yue birkaç defa ona seslendi. Gözlerini kapattı, nihayet yüz hatlarında derin bir sıkıntı belirdi. "Henüz kör değilim."


Sonraki Bölüm


   Tosbağa Notu:


   Pek gerekli değil ama Yulin ordusuna dair bilgi: Yulin Ordusu

   Daha önce de belirttiğim gibi bu kitap gerçek tarihe uymasa da tarihten bir sürü kavramı kullanıyor. Merak edenler için bazılarını notlara ekliyorum.