Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 86: "Kimsenin beni anlamasına ihtiyacım yok."

 

   Masanın üzerindeki fırça, mürekkep taşı ile fincan kalabalığı büyük bir çınlamayla yere çarptı; kulak tırmalayan bir sesle dağıldı kalın mürekkep, parçaları etrafa saçılarak ortalığı karmaşaya sürükledi.


   Chu Mingyun'un gözleri dehşet saçıyordu. Sıktığı parmaklarından hafif çıtlama sesleri yükseldi. "Kapılarını açarak saygıyla karşıladılar." Her kelimesi dişlerinin arasından zorlukla çıkıyordu. "Hun askerleri bu adamlar! Li Chenghua delirmişse bile diğer herkes de mi onunla deliliğe sürüklenecek?”


   Soğuk bir alayla güldü. "Li Chenghua'nın Li Yanzhen'i doğrudan zehirleyerek öldürmemesine şaşmamak gerek. İmparatoru benim öldürmemi bekliyormuş. Böylece meşru şekilde hanedanı yeniden canlandırabilecek ve bu tahta kendisi oturabilecek.”


   "Zhou Yi haberi aldığından beri hazırlık yapıyor. Muhtemeldir ki savaşa girmeleri uzun sürmeyecektir." Qin Zhao kenara çekildi, her zaman ifadesiz olan yüzünde belli belirsiz bir endişe vardı. "Başkentteki bazı insanlar kaçmaya başladı bile. Bastırılmış güçler de harekete geçti. Eğer Li Chenghua gerçekten Changan'a saldırırsa korkarım ki yine iç karışıklık çıkacak."


   Chu Mingyun kaşlarını çattı. Cevap vermedi.


   Qin Zhao uzun süre sessiz kaldı. "Abi,” dedi, “son iki günde çok fazla insan öldü."


   "Ölümü onlar aradı. Bu insanların doğasını çok iyi biliyorum. Yöntemlerimiz sert olmak zorunda. Geriye doğru attığımız tek adımda bizi bir santim daha geri adım atmaya zorlamanın bir yolunu bulacaklardır. Eski sistemi kaldırıp yenisini getirmek istediğime göre tamamıyla değiştirmeliyim. Eğer sorunun kökü ortadan kaldırılmazsa yeni politikaları nasıl yürürlüğe getirebilirim?"


   "Fakat…"


   "Vaziyeti tekrar sözde istikrara kavuşturmak uğruna, o nüfuzlu soyluları ve iş adamlarını yatıştırmak için gönüllerini alıp onlarla uzlaşmamı, tüm fermanları geri alacağıma söz vermemi, statükoyu korumamı ve hiçbir şey olmamış gibi istediklerini yapmalarına izin vermemi mi istiyorsun?” diye sordu Chu Mingyun. "O zaman benimle Li Yanzhen arasında ne fark kalır?”


   Qin Zhao iç geçirdi. Alçak bir sesle, "Abi,” dedi, “artık dışarıda kim varsa senden nefret ediyor. Hiç kimse senin ne yaptığını anlamıyor..."


   "Kimsenin beni anlamasına ihtiyacım yok." Chu Mingyun aniden sözlerini kesti. Yüz hatları soğukla boyanmıştı. "Neyi anlıyorlar ki?" Bakışları masanın köşesinde duran yeşim taşından yapılma imparatorluk mührüne kaydı. Yavaşça, yüksek sesle güldü. “Aptal imparator, vasat imparator, zalim imparator ha?” Elini uzatarak yeşim mührü aldı, gözlerini indirerek süzdü. "O yozlaşmış memurlardan hangisi sayısız şeytanlığı nedeniyle bir zamanlar birçok kimsenin kınamasına tutulmadı ki? Nasıl oluyor da şimdi onları öldürdüğümde insanlar onlara acıyor, aksine bana lanet ederek zalim ve kaprisli olduğumu, partimi yok ettiğimi söylüyorlar?” Bileğini hafifçe yükselterek yeşim mührü kaldırdığında o acımasız küçümseme nihayet alaycı, soğuk bir kahkahaya dönüştü. “Bu dünya… tam olarak nasıl işliyor?”


   Qin Zhao bilinçsizce yeşim mührü korumak için ileri atılmak istediyse de anında kendini durdurdu, olduğu yerde dikildi.


   Bu küçük hareket Chu Mingyun'un gözünden kaçmadı. Qin Zhao'ya bir baktı. "Bu panik de neyin nesi? Henüz onu atmaya niyetim yok." Chu Mingyun bunu söyledikten sonra yeşim mührü kutuya yerleştirdi tekrar. Bir duraklamanın peşinden ansızın, "O nasıl?" diye sordu.


   Qin Zhao bir süre anlayamadı, kimi sorduğunu fark ettiğinde hemen cevap verdi. "Su Shiyu henüz atalar salonundan çıkmadı. Pek bir hareket yok. Yalnızca gölge muhafızlar Ceza Nazırı Lu Shi'nin Su Konağı’na girdiğini gördüklerini bildirdiler.”


   Chu Mingyun'un gözleri hafifçe kımıldandı. Bakışlarını indirdi, başka bir şey söylemedi.


***


   Güzelce bir kavanoz şarap konmuştu masanın üzerine. Du Yue, Su Bai'yi ittirerek tabureye oturttu. "Hadi hadi, bir sarhoşluk bin derde devadır!”


   Su Bai rahatsız hissederek dışarı baktı ve ayağa kalkmak istedi. "Küçük bey, başka birini bulsanız olmaz mı?"


   Du Yue'nin gözleri kocaman açıldı. "Ne yani, beni küçük gördüğün için mi bana eşlik etmek istemiyorsun?”


   "Elbette hayır." diye başını salladı Su Bai. "İyi bir içici değilim. Babam içmeme izin vermiyor."


   Du Yue gülümsedi. Omuzlarına bastırarak onu tekrar oturttu. "Daha fazla içmen için bir sebep daha işte."


   "Ama yine de benim..."


   "Ne ama, ne?" Du Yue onun açıklamasına fırsat vermeden iki fincan şarap koyarak eline tutuşturdu. "Atalar salonunun sürekli senin gözetlemene ihtiyacı mı var? Babandan neden korkuyorsun? Eğer sana kötü davranırsa ben seni korurum!"


   Su Bai çekinerek ona baktı bir süre. İçene kadar durmayacakmış gibi bir hali olduğunu görünce, "Peki, peki o zaman." diyebildi sadece.


   Du Yue memnuniyetle gülümsedi. Su Bai’yi sarhoş ettikten sonra, atalar salonunun girişinde kalacak iki muhafızın hâlâ onu durdurmaya cüret edeceğine inanmıyordu. Kendisi de iyi bir içici olmamasına karşın kendi şarap fincanına alkole karşı bir panzehir tabakası kaplamıştı bile. Şarabın sade sudan hiçbir farkı yoktu. En fazla biraz tokluk hissettiriyordu.


   Tabii ki iki üç fincandan sonra Su Bai'nin yüzü kıpkırmızı oldu; sersemlemiş bir halde masanın üzerine uzandı. Du Yue bir an ona baktı, sonra elini uzatarak önünde salladı. "Hey, Su Bai, bu kaç?"


   Su Bai gözlerini kısarak iyice bakmaya çalıştı. Başını salladı. "Hayır, net göremiyorum..."


   Du Yue şarap fincanını bıraktı. Ayağa kalkmış sıvışmak üzereyken Su Bai aniden uzanıp kolunu yakaladı. Du Yue bir ürpertiyle dönüp baktığında Su Bai'nin hâlâ körkütük sarhoş olduğunu gördü. Yalnızca yüzünde ne yapacağını bilemez ve kasvetli bir ifade vardı nedense. Bir şeyler mırıldanıp duruyordu. Du Yue rahat bir nefes aldı. Elini ayırmak üzereydi ki başını indirdiği anda Su Bai'nin sözlerini duyuverdi


   “...Küçük bey, siz… söylesenize, Başkomutan Chu genç efendiyi öldürecek mi…”


   Du Yue donakaldı. Uzun bir süre dehşet içinde durdu. Mırıldanarak, "Öldürmeyecek.” dedi. “Her ne kadar gerçekten imparator olmak istediğini söylese ve kuzenime karşı dikkatli olması gerekse de kuzenimden çok hoşlanıyor, değil mi? Öldürmesine imkan yok…”


   Su Bai’nin onun sözlerini işitip işitmediği meçhuldü. Durmaksızın gevezelik ediyordu hâlâ. "Ya Başkomutan Chu olan biten için kızgınsa? Belki de içten içe genç efendiye öfke duyuyordur hâlâ. Genç efendinin onu kandırdığını sanıyordur. Fakat genç efendi gerçekten de onu kandırmadı. Genç efendinin daha önce kimseye bu kadar nazik olduğunu görmemiştim. Nasıl sahte olabilir ki?..

   Genç efendi her şeyi içine atıyor, kimseyle konuşmuyor. Gönlünün kederle dolduğu bariz olmasına rağmen bir şey olmadığını söylüyor. Demişti ki Başkomutan Chu ölürse en fazla dünyaya barışın hakim olmasını bekleyecek, ardından ona borçlu olduğu hayatı geri ödeyecekmiş…”


   "Ne dedin sen?" Du Yue onu yakaladı. "Bu kuzenimin kendi sözleri mi? Öyleyse o… O da Chu kişisine karşı...”


   Sözlerinin devamını getirmekte zorlanıyordu. Şaşkınlıkla bakan Su Bai'yi bıraktı. Başını tutarak konuşmaya başladı. “Yani bu demek oluyor ki kuzenimin Chu kişisine karşı ilgisi yok değil. O yeşim kolyeyi Chu kişisi gerçekten hâlâ saklıyor da. Peki benim daha önce koşturarak gelip ispiyonlamam… sadece bela yaratmaya yaramadı mı?”


   Ne kadar düşünürse yüreği o kadar yıkılıyordu sanki. Du Yue bir feryat etti. Su Bai'ye tek kelime etme zahmetine bile girmeden dışarıya doğru attı kendini. Su Konağı’ndan ayrılıp telaşla başkomutanlık konağına koşmaya başladı. Su Shiyu ile görüşme fırsatını kaçırdığının hiç mi hiç farkında değildi.


***


   Atalar salonu sessizlik içindeydi. Pencerenin ardındaki ağaçların taze yaprakları rüzgarda titreyerek şarkı söylüyor, esintinin pencere çerçevesine sürtünmesiyle ince bir ses çıkıyordu. Güneş ışığının içeriye düşürdüğü gölgeler santim santim sapıyordu.


   Su Shiyu sessizce anıt tabletlerin önünde diz çökmüştü. Oldukça uzun bir süredir düşüncelere dalmış haldeydi. Yorgun hissediyormuş gibi görünmüyordu.


   Temiz ve melodik bir cıvıltı yankılandı. Su Shiyu yavaşça gözlerini kırpıştırdı. Başını çevirerek baktı. Mavi, ince ve uzun kuyruklu küçük bir kuş pencereye konmuş, ahşap pencere üzerinde zıp zıp zıplıyordu. Kapkara gözleri döndü, sanki casusluk ediyormuş gibi, sessizlik içindeki bu insanı süzdü. Kımıldamadan ona baktı. Küçük kuş kanatlarını çırptı, birden arkasını dönerek uzaklara uçtu. Gözleri de peşinden uzaklara düştü, kül rengi gök kubbe doldurdu önünü. Düşünmeksizin tekrar yere indirdi gözlerini, birden şaşkına döndü.


   Atalar salonunun penceresinden göletin ufacık bir kenarı görülebiliyordu. Hizmetkarlar emirlere uygun olarak uzun zaman önce göleti tertemiz etmişlerdi. Ancak masmavi dalgaların olduğu boş gölette, her nasılsa bir kırmızı nilüfer kenarda bir yere dayanmış, büyümek için mücadele ediyordu. Muhtemelen gözden kaçmıştı. Su ile toprağı hiç elverişli değilse bile zamansızca, erkenden çiçeklenmişti. Çok inceydi fakat başını dik tutuyordu. Asil ve görkemli, yarı açılmış bir nilüferdi.


   Su Shiyu'nun gözleri gittikçe berraklaştı. Meçhul bir rüyadan uyanır gibiydi sanki. Yine de sersemlik içinde, büyüyen kırmızı nilüfere dikti gözlerini. Ondan ayrılamıyordu.


   Göğün ve yerin kasvetli, soğuk renkleri içindeki o küçük kızıllık, yüreğinin orta yerindeki kan kadar canlı bir kırmızıydı. Neredeyse gözlerini yakıyordu.


   Aklında bin türlü düşünce belirdi birden. Bakışlarını başka tarafa çevirdi. Sersemlik içinde kaldı uzun bir süre. Sonunda atalarının tabletlerine doğru yere kapandı. Ayağa kalktı, iki eliyle sunak masasının üzerindeki kılıcı kaldırarak kınından çıkardı. Yansıyan gözleri sular kadar soğuk ve saftı.


   “Yu, yavrum.”


   Bir anda kaskatı kesildi. Öyle gerilmişti ki parmak eklemleri bembeyaz olmuştu.



   "Yu, yavrum." diyerek elini salladı Su Jue. "Buraya gel."


   Çocuk bir eliyle kapıyı çekmiş, başını uzatarak merakla atalar salonunun içini inceliyordu. Bunu duyduğundan adımlayarak Su Jue’nin yanına vardı.


   “Bunlar Su ailemizin fedakar kemikleridir.” dedi Su Jue anıt tabletleri göstererek. “Aklın ermeye başlıyor yavaş yavaş. Gelecekte sık sık gelip saygılarını sunmayı unutma."


   "Peki bu nedir?" diye başını kaldırarak sordu çocuk, sunak masasının üzerindeki eski kılıcı işaret ediyordu.


   "Bu, büyük atamızın hanedanın kurucu imparatorunu takip ederken kullandığı kılıçtır. Zulme karşı savaşında atamıza eşlik eden, kargaşaya düşmüş dünyayı sarsıntılara uğratan ve Daxia'nın temelini kuran bu kılıçtı." Su Jue çocuğun omzuna bastırarak kılıca bakması için diz çökmesini sağladı. “Atamız, gelecek kuşaklara bir nasihat olması adına bu kılıcın buraya konmasını emretmiş. Gerçek bir adam kendi çağında dimdik durur, ne ailesine ne ülkesine utanç getirir, kalbini ülkesine verir.”



   Eli aniden titredi, kılıç elinden düştü. Dermanını yitirerek alnını tuttu Su Shiyu. Gözlerini ağır ağır kapattı. Uzun bir sürenin ardından acı acı gülümsedi.


***


   "Neler oluyor?" Su Yi atalar salonunun önünde durdu. Nöbetçi muhafızlara "Su Bai nerede, neden ortadan kayboldu?" diye sordu.


   "Küçük bey Du geldi ve onu alıp götürdü, birlikte başka bir yere gitmiş olmalılar."


   "Bu çocuk sadece eğlenmeyi biliyor. Saat kaç olmuş ve o hâlâ ortalıkta koşturuyor." Su Yi kaşlarını çattı. "Genç efendi içeride ne yapıyor?"


   Muhafızlar içeri bakıp seslerini alçalttılar. "Az önce içeriden metali andıran tıkırtılar duyduk. Kahya bey, siz… içeri girip genç efendinin durumuna bir bakmak ister misiniz?”


   Su Yi'nin yüzü değişti. Tereddüt içindeyken birden arkasındaki kapının sesini duydu. Hızla arkasını döndüğünde beyaz giysiler içindeki figürün kapının önünde durduğunu gördü. Rahat bir nefes aldı. “Genç efendi.”


   "Hm." diyerek cevapladı Su Shiyu. Uzaklara baktı, uzun bir iç geçirdi. Sonra yüzünü tekrar ona döndü. "Son birkaç gün senin için çok zahmetli oldu."


   “Kibarlık etmenize gerek yok genç efendi.” Su Yi öne doğru bir adım atarak eğildi. "Başkomutan Chu tahtı gasp ederek kendisini imparator ilan etti. Majesteleri sarayda hapsedildi, durumun ayrıntıları hâlâ bilinmiyor. Bugünlerde Changan’a büyük küçük demeden sürekli bir kargaşa hakim. Özellikle de birkaç ferman duyurulduktan sonra nüfuzlu aileler ve kodamanların tamamı etkilendi. Dahası başları kesildi…”


   Su Shiyu avlunun karanlıkta kalan tarafına baktı; Su Yi'nin sözlerini durdurmak için elini kaldırdı. “Ayrıntıları bana çalışma odasına vardığımızda anlatsan daha iyi olur.”


   "Emredersiniz." diye cevapladı Su Yi. Su Shiyu'nun peşinden çalışma odasına doğru ilerledi. Yolun yarısında aniden, "Dışarı çıktığınıza göre genç efendi, aklınızı karıştıran meseleyi artık çözdüğünüzü mü anlamalıyız?” diye sordu.


   Su Shiyu tarifsiz bir gülümseme sergiledi. "Öyle de denebilir."


   Sözleri açık olmasa da Su Yi ne olduğunun kesinlikle farkındaydı. İfadesi ciddileşmeden edemedi. İç geçirdi. “Astınız emirlere uyacaktır. Yersiz sözler etmemem gerekiyor fakat genç efendi… gerçekten şahsi duygularınız rahatsız etmiyor mu sizi?”


   Su Shiyu usulca güldü. "Su ailesi nesillerdir ülkeyi koruyor. Sonunda ölüm dahi olsa vatanım ile şahsi duygularımı birbirinden ayıracağım.”


***


   Diğer tarafta Du Yue telaşla başkomutanlık konağına vardı. İçeriden dışarıya kadar her yeri aradıysa da ne Chu Mingyun’dan ne de Qin Zhao’dan bir iz görebildi. Nefes nefese kalarak dizlerine tutundu. Birden alnını tokatladı. Chu Mingyun’un artık imparator olduğu geç dank etmişti. O ikisi sarayda olsa gerekti.


   Du Yue konakta kalan bir gölge muhafızı yakaladı. "Chu kişisini bulabilmem için beni saraya götürebilir misin?”


   Gölge muhafız bir an düşündü. "Bu astın karar verme yetkisi yok. Saraya girmek istiyorsanız Hekim Du, bu ast efendiden izin alana değin beklemeniz gerekecek.”


   "Peki, peki tamam." Du Yue defalarca başını sallayarak onu teşvik etti. "Çabuk git ve acil bir durum olduğunu söyle!"


   Gölge muhafız hiç oyalanmadan hemen rapor vermek üzere saraya girdi. Chu Mingyun bunu duyduktan sonra sadece birkaç kelime söyledi, ardından emri kabul ederek ayrıldı.


   Qin Zhao salona girdiğinde Chu Mingyun tüm ciddiyetiyle masanın üzerindeki parçalanmış yeşim kolyeyi bir araya getiriyordu. İki yeşim parçasını tutmuş, birleştirmeye uğraşıyordu. Adım seslerini duyduğunda gözlerini kaldırmadan ağzını açtı. "Az önce konaktaki gölge muhafız gelerek Du Yue’nin saraya gelip bizimle konuşmak istediğini söyledi. Kabul etmedim.”


   Qin Zhao onun önünde durdu. "Saray güvenli olmayabilir. Onun için konakta olması daha iyi."


   Sesi biraz sert çıkınca Chu Mingyun başını kaldırıp ona baktı. "Yine ne oldu?"


   "Su Konağı'nda bir hareketlilik var."


   Chu Mingyun kıpırdandı. Kırık yeşim taşını bıraktı. "Ne?"


   "Su Shiyu atalar salonundan çıktı. Ancak oraya gönderilen gölge muhafız fark edildi. Doğrudan çalışma odasına gittiğinden izlenemedi." Qin Zhao doğrudan Chu Mingyun'a baktı. "Su Konağı’nı izleyen gölge muhafızlar onun ayrıldığını görmediler fakat kısa bir süre önce Li Yanzhen'in ev hapsinde tutulduğu sarayın yan salonunda belirdi. Gölge muhafızlar onu huzursuz etmekten korktukları için ileri çıkmadılar. Ne konuştuklarını bilmiyorlar fakat Li Yanzhen'in Su Shiyu'nun elini tutarak ağladığını görmüşler."


   "..." Chu Mingyun kaşlarını çattı, hiçbir şey söylemedi.


   "Abi…" dedi Qin Zhao. "Emir vermeyecek misin?"


   Chu Mingyun ağzını açtı. Sncak uzun bir süre sonra, “Yulin ordusunun hareketlerine karşı daha tetikte olun." dedi.


   Qin Zhao onayladıysa da ayakları hareket etmedi. Bir süre Chu Mingyun'u bekledikten sonra, "Ya Su Shiyu?" diye sordu.


   Gözlerini indirerek parıldayan kırık yeşim taşına baktı. Tek kelime etmedi.


   “Abi, o zamanlar fırsatını bulduğunda onu öldürmeye karar vermiş olsaydın işler bu noktaya kadar uzamazdı.” Kısa bir sessizliğin ardından Qin Zhao tekrar sordu: “Peki ya Li Yanzhen? Onun için emir vermeyecek misin?”


   "Li Yanzhen?" diye alçak bir sesle tekrarladı Chu Mingyun. “Aslında ben de onu doğruca öldürmeyi veya ellerini kesmeyi isterdim. Peki sence onu tahtından indirdiğimde neden öldürmedim? Ev hapsine almak benim tarzıma benziyor mu?”


   Qin Zhao başını salladı. "Bilmiyorum, ben de merak ediyorum."


   Chu Mingyun vücudunu gevşeterek masaya uzandı, kolunu kendine yastık yaptı. Biraz yorgun çıkıyordu sesi. "Böyle yaparsam Shiyu'nun gerçekten öfkeleneceğinden ve beni bir daha görmek bile istemeyeceğinden korkuyorum."


   Qin Zhao boş boş bakakaldı. Hafifçe dişlerini gıcırdatarak, "Peki abi, kendini yok etmekten korkmuyor musun?" diye sordu ona.


   Uzun süre sessiz kaldıktan sonra usulca, "...Bilmiyorum." dedi.


   Qin Zhao söyleyebileceği hiçbir şey olmadığını hissetti sadece. Sarayın çalışma odasından ayrılmak üzere arkasını döndü. Kapıdan dışarı adımını attığı anda Chu Mingyun’un sesini duydu. "Qin Zhao." Kısık mı kısık, oldukça yumuşak bir sesti. "Onu özlüyorum."


   Arkasını döndüğünde Qin Zhao’nun gördüğü, bugünlerde asıp kesen, kararlarında tereddüt etmeyen, neredeyse duygudan yoksun olan adamın şu anda yüzünü kollarına iyice gömdüğü idi. Yüz ifadesini göremiyor, bu cümledeki duyguları ayırt edemiyordu. Yalnızca duygularının boğulasıya kadar bastırıldığını hissediyordu.


   Sonunda suskun kaldı. Uzanarak kapıyı kapattı.