Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 87: Batan güneş saçlarına vuruyor, sarayın çiçekliklerindeki yedi kızkardeş güllerinin kokusu süzülüyordu. Bahar rüzgarı henüz dinmemişti.

 


   Ayın yirmi üçüncü gününde Xiling Valisi başkentin üç koluna saldırdı.


   Bir general yardımcısının kıyafetlerine bürünmüş bir adam salonun ortasında diz çöktü. Üstü başı kanla kaplıydı, rezil durumdaydı. Omzunun birkaç santim altına bir ok saplanmış, kanı yere damlıyor ve kırmızı, ufak bir yılan gibi kıvrılıyordu. “Bağışlayın beni efendim. Hun süvarileri yiğit ve gözü pek. Düşmanla uzun süredir birbirimize girmiş haldeyiz, ağır kayıplar verdik. Birliklerimiz artık işe yaramaz durumda. Ancak şu anda durum hâlâ kritik, korkarım ki dayanamayacağız…”


   Chu Mingyun gözlerini indirerek ona baktı. "Zhou Yi'nin bana bildirmeni istediği bir şey mi var?" diye sordu.


   "Evet." dedi general yardımcısı soluk soluğa. Elini kaldırarak kanayan omzuna bastırdı. "General Zhou, efendimizin o zamanki lütfuna minnetini göstermek için vücudunu kalkan edeceğini, ölene değin savaşacağını; ancak durumun giderek kötüleştiğini, efendimizin mümkün olduğunca çabuk geri çekilerek kendini koruyabileceğini umduğunu söyledi.”


   Chu Mingyun sessiz kaldı.


   Başkentin yedi bin kişilik seçkin birliği şehri savunmak üzere çoktan transfer edilmişti ve şehirde neredeyse hiç asker kalmamıştı. İstikrarı tekrar koruması zordu. Hoşnutsuzluk besleyen nüfuz sahipleri bir fırsat bekliyordu. Chu partisinin büyük bölümü esasında çıkar peşindeki insanlardan oluşuyordu; başlangıçta kontrolü çabucak ellerine almışlar ve Su partisinin gücü ile rekabet edebilmişlerdi. Artık çıkar sağlayacak bir yol göremedikleri gibi bazı parti mensupları da acımasızca idam edildiğinden insanların kalpleri anında dağılmıştı; her biri geri duruyor ve durumun gidişatını izliyordu. Şu anda elindeki birlikler yetersizdi. Yalnız bırakılmıştı. Li Chenghua ise meşru bir yönetim adına saldırıyor, tüm görkemiyle Hun birliklerine, saldırmaları için önderlik ediyordu.


   Gerçekten de her şey bitmek üzere gibi görünüyordu.


   İmparatorluk ordusunun komutanı aniden içeri dalarak aceleyle diz çöktü. "Majesteleri, haberler kötü! Az önce acil bir rapor geldi: General Zhou Yi savaşta öldürülmüş, başkent bölgesine girilmiş ve Li Chenghua on bin süvariyle Changan'a yaklaşıyormuş!"


   General yardımcısı sarsıldı. "General Zhou... General Zhou gerçekten..." Kelimeler boğazında düğümlendi.


   Chu Mingyun kaşlarını çattı. Konuşmadı.


   Bu sırada Qin Zhao da aceleyle salona girdi. Bu manzarayı görünce durdu, hiçbir şey söylemedi.


   "Majesteleri!" İmparatorluk ordusunun komutanı endişeyle başını kaldırarak Chu Mingyun'a baktı. “Hun ordusu hız kesmeden yaklaşıyor, bununla nasıl başa çıkacağız?"


   “Nasıl mı başa çıkacağız?” Chu Mingyun soğuk bir bakış attı. "Bununla başka nasıl başa çıkmayı planlıyorsun, şehir kapılarını açarak onları karşılayıp içeri alarak mı?”


   Komutan sinerek başını eğdi. Cevap vermeye cesaret edemedi.


   Chu Mingyun kılıcı yakalayarak önüne fırlattı. “Ölene dek direnin!”


   “Emredersiniz!” Komutan kılıcı aldı, aceleyle geri çekildi. General yardımcısı endişe dolu gözlerle onun uzaklaşan sırtına baktı. “Efendim,” dedi, “Li Chenghua’nın on bin Hun süvarisi var; her biri korkusuz ve acımasız. Bizim ise şehrin dışında sadece yedi bin askerimiz var. İmparatorluk ordumuz duruyor olmasına rağmen nihayetinde onlar savaş alanındaki askerlerden farklıdır. Korkarım onları durduramayacağız…”


   "Biliyorum." Chu Mingyun elini kaldırarak kaşlarının arasını ovuşturdu. Gözlerini kapattı. “Gidip yaralarınla ilgilen. Gerisi için endişelenmene gerek yok."


   General yardımcısı daha fazla konuşmadı. Eğildikten sonra güçlükle ayağa kalkarak ayrıldı. Ancak herkes salonu terk ettikten sonra Qin Zhao sessizce yaklaştı.


   Chu Mingyun ona bakmadı. Sadece kayıtsızca, “Sen de git.” dedi.


   Qin Zhao donakaldı. "Abi..."


   “Gitmeyecek de ölmeyi mi bekleyeceksin?” dedi duygusuz bir sesle, neredeyse en ufak dalgalanma olmadan. “Gölge muhafızlar da dağılsın."


   Qin Zhao'nun gözleri fal taşı gibi açıldı. "Peki ya sen?"


   "Ben mi?" Chu Mingyun’un dudaklarının köşeleri kıvrıldı. "Ben gitmiyorum. Bütün bunlar için değil miydi canımı dişime takarak yaşamam? Artık çıkmaza girdim. Her şey bitti. Kaçabilsem bile hayatımı sürdürmemin ne anlamı olur ki?”


   Ellerini yavaşça açtı, avuç içi çizgilerine baktı. "Bu gerçekten çok saçma. Bu noktaya gelmem dokuz yılımı aldı fakat sadece birkaç gün içinde yolun sonuna geldim." Durakladı, parmaklarını kapattı. "Ben Li Chenghua'ya yenildiğimden değil, gökler bana izin vermediğinden.”


   Qin Zhao hiçbir şey söylemedi. Yalnızca gözlerini dikmiş, ona bakıyordu.


   Chu Mingyun ona baktı. Sanki hiçbir şeyin önemi yokmuş gibi, "Du Yue hâlâ konakta.” dedi. “Hunlar şehre girdiğinde neler olacağının garantisi yok. Neden onu götürmüyorsun?"


   Yanındaki elini sıktı. Elinin arkasında damarlar belirdi. Yine de tüm kalbiyle, ayrılmamak için mücadele etti. 


   Chu Mingyun sükunetin zirvesindeydi. Yükselen dev dalgalar onu ürkütmüyordu sanki. “Az önce epey telaşla geldin. Yine kötü bir haber mi var?”


   Qin Zhao ona baktı. Ağzını açmak zor geldi birden. Boğazında bir yumru vardı adeta.


   "Söylesene."


   Qin Zhao ağzını açıp kapadı birkaç defa. Nihayet sadece buruk ve belirsiz bir sesle, “...Li Yanzhen ortadan kayboldu. Yulin ordusu saraya doğru geliyor." diyebildi.


   Chu Mingyun birden neye uğradığını şaşırdı. Ansızın yavaşça güldü. Kahkahası gittikçe yükselerek boş salonda yankılar yarattı. “Geliyor.” Her nasılsa neşeliydi sesi. Kaşları ve gözleri kıvrımlarla doluydu. Gülmesini durduramıyordu. “Geliyor, o geliyor…”


   Qin Zhao sonunda daha fazla dayanamadı. "Abi, Su Shiyu seni öldürmeye geliyor!”


   Öyle gülüyordu ki vücudu titriyordu. Qin Zhao’ya doğru kaldırdı bakışlarını. "Gelip beni öldürmesini bekleyeceğim." Işıltıyla gülümsüyordu. "Li Chenghua kim oluyormuş zaten? Öldürülmem gerekiyorsa bile bunu o yapmalı.”


   Qin Zhao dişlerini sıktı. "Gerçekten umutsuz vakasın."


   Chu Mingyun başını eğdi. Uzunca bir süre yavaşça güldü. Nazik bir sesle, "Uzun yıllardır Cangwu Dağı'na dönmedim.” dedi. “Kardeşim, sen gittiğinde benim için ustamızın mezarının önünde bir kadeh şarap sun, ona bugünlere geldiğim için pişman olmadığımı söyle."


   Qin Zhao'nun cevap vermesini beklemeden hemen yanında asılı olan imparatorluk cübbesini geçirdi üzerine. Sarayın çalışma odasından dışarı çıktı. Uzun uzun esen rüzgar kıyafetlerine doldu, siyah cübbenin havalanmasıyla altın desenler parıldadı.


***


   Du Yue başkomutanlık konağında içi içini yerken uzun süre bekledi. Qin Zhao'nun ortaya çıktığını görünce hemen üzerine atıldı. "Siz ikiniz neler çeviriyorsunuz ya? Ancak şimdi geldin. Yürü yürü yürü, çabuk beni saraya götür, çok acil bir mesele var…”


   Qin Zhao'yu çekip aceleyle dışarı çıkıyordu ki Qin Zhao onu yakalayıverdi. Aklı karışarak başını kaldırdığında Qin Zhao’nun yüzünde ters giden bir şeyler fark etti. “Ne oldu?”


   "Ben..." Qin Zhao ona derin derin baktı. Bir şey söylemek istedi. Fakat vazgeçerek "Seni şehirden çıkaracağım." dedi.


   "Nasıl? Şehirden ayrılmak istemiyorum ben. Saraya gidip Chu kişisini görmek istiyorum!"


   "Du Yue." Qin Zhao elini sıkıca kavradı. Ciddiyetle, "Changan şu anda tehlikeli. Seni şehirden çıkaracağım." dedi.


   Du Yue irkildi. Ardından ifadesi değişiverdi. "Gitmeyeceğim."


   Qin Zhao gerçekten kendisinin öfkeyle alev alacağını hissetti. Ona daha fazlasını açıklama zahmetine girmeden onu dışarı sürükledi. Du Yue birden sinirlenerek elini silkeledi. "Gitmeyeceğim dedim!"


   Sersemleyerek boşta kalan eline baktı. Bir an tepki veremedi.


   Du Yue de kendine geldi. Sıkıntıyla kaşlarını çattı. İleri adımlayarak tekrar Qin Zhao'nun elini tuttu. Sesini zar zor sakinleştirmişti. “Beni çıkardığında kendin geri dönüp Chu kişisini bulmayı mı düşünüyorsun?”


   Qin Zhao tutulan eline baktı. Başını yukarı aşağı salladı.


   Bir öfke patlaması daha yükseldi. Du Yue kendini tutarak, "Ebeni…” dedi. “Kendin onunla birlikte sıkıntılara göğüs germeyi düşünüyorsun da beni hiçe sayarak yolluyor musun? Sizin güveninize mi layık değilim yoksa işinize mi yaramam? Burada kalarak yolunuza mı çıkarım?”


   Qin Zhao aceleyle, "Hayır." dedi.


   "O halde benim, ölü mü diri mi olduğunuzu umursamadan sizi bırakıp gönül rahatlığıyla kaçabilecek biri olduğumu mu düşünüyorsun?"


   "Ben..." Qin Zhao'nun nutku tutulmuştu. "Senin tehlikede olmanı istemiyorum..."


   “Ama ben de senin için endişeleniyorum." Du Yue ona baktı.


   Qin Zhao birden aptala döndü. Duyduklarına inanmaya cesaret edemiyordu sanki. Du Yue şaşkınlıkla ona seslendi. Aniden Du Yue'ye sarıldı.


   "Sen..." Du Yue’nin ödü koptu. Kollarının arasında ne yapacağını şaşırdı. Tereddüt etmesine rağmen onu itmedi. “Hey, sen böyle… Beni yanında götürmeyi kabul ettiğini varsayacağım bak…”


   Qin Zhao hiçbir şey söylemedi. Ona sımsıkı sarıldı.


***


   Ana sarayın büyük salonu ölüm sessizliği içindeydi. Chu Mingyun tahtta tek başına oturuyordu. Bir elini çenesine dayamış, anlamsızca boş salona göz gezdiriyordu. Diğer eli kolçağın üzerindeydi. Parmak uçları hafifçe vurarak yumuşak sesler çıkarıyor, geniş salonun boşluğunda yankılanarak siliniyordu.


   Elini durdurdu birden. Dudaklarında ince bir gülümseme belirdi.


   Beklediği adam gelmişti.


   Salon kapılarının ardındaki toynak seslerini işitti, gök gürültüsü gibi coşkuyla yaklaşıyordu. Bir anlığına kesildi, ağır bir sessizlik çöktü. Tüm ordu durmuştu.


   Ardından salon kapıları uzun uzun gıcırdadı. Birkaç asker kapıları iterek her iki tarafa dizildi. Gün batımının içeri akan kızıllığına karşın sıra sıra atlılar kapkara gölgeler bırakıyordu salonun dışında. Birisi yavaş adımlarla içeri girdi. Saçları mürekkep karası, giysileri beyazdı. Salon kapılarında, uzakta durdu. Gözlerini yukarı kaldırdı.


   Yalnızca bu tek bakış koltuğundaki elinin istemsizce sıkılaşmasına neden oldu. Kalp atışlarının sesini duyar gibiydi. Her vuruşla birlikte sebepsizce artıyordu gerginliği.


   Chu Mingyun sanki onu uzun zamandır görmüyormuş gibi hissetti. Bakışları dalgınlıkla o kaşlara, gözlere düştü. Biraz bile uzaklaşmaya elvermedi gönlü. Kısa bir sessizliğin ardından gözleri kıvrılarak gülümsedi ona. “Nasıl şimdi bile bu kadar ifadesiz olabiliyorsun? Hâlâ bana öfke mi duyuyorsun?”


   "Shiyu…" Gülerek iç geçirdi. "Daha öncesinde olduğu gibi, yine tüm kalbinle gülümser misin bana?”


   Bana bir gülümseme daha verirsen hayatımı seve seve bırakırım senin ellerine. 


   Su Shiyu çıt çıkarmadı, kımıldamadan ona baktı. Uzun bir süre sonra gözlerini kısarak bakışlarını ondan aldı, yanındaki askere dönerek emir verdi. "Majestelerini iyi koruyun."


   Arkasını dönerek salondan ayrıldı.


   Chu Mingyun tahtta şaşkına dönmüştü. Tek görebildiği Su Shiyu'nun sırtıydı. Salonun dışında, uzaklardaki gök kubbenin eğimli çizgisi kanlar gibiydi. Askerler salon kapılarını iterek azar azar kapattılar. Su Shiyu'nun sırtı parça parça kayboldu gözlerinin önünden.


   Salon kapılarının iyice kapanmasıyla gün batımının dalgalanan parıltısı kesilmiş, sevdiği ile arasında durarak gözlerini karanlığa mahkum etmişti.

 

   Sessizlik doruk noktaya ulaşmıştı yine. Yüreğinden aşıp gelen ağır sesleri açık açık duyabiliyordu. Hemen ardından kontrolsüz bir titreme sardı bedenini.


   Birden aklını yitirmişçesine tahttan aşağı koştu. Yolunu kapatan askerleri bir kenara fırlattı. Salon kapılarını iterek dışarı fırladı. Atlılar uzaklarda bir çizgi halini almıştı. Gözlerinin alabildiği noktada beyaz elbiseli o figür kaybolmuştu çoktan. Peşine düşmek istedi fakat birden tökezleyerek olduğu yerde yarı diz çöktü. Eliyle göğsünü sertçe kavradı. Kaşlarını sımsıkı çattı, nefes nefese kaldı. Kalbindeki yara aniden, kıyası imkansız bir şiddetle acımaya başladı. Keskin bir bıçak yarıp açıyor da kanı tekrar fışkırıyordu sanki. Öyle acıyordu ki tek kelime edemedi. Gülümseyemedi bile.


   Batan güneş saçlarına vuruyor, sarayın çiçekliklerindeki yedi kızkardeş güllerinin kokusu süzülüyordu. Bahar rüzgarı henüz dinmemişti. 


   Ağır at toynaklarının sesi uzaklardan yaklaşıyordu belli belirsiz. Chu Mingyun aniden başını kaldırdı.


   “Shiyu…”


   Fakat gördüğü, siyahlar içindeki atlı bir grubun koşturarak geldiğiydi. En öndeki atın üzerinde Qin Zhao ile Du Yue oturuyordu. Grup onu fark ederek önünde durdu. Qin Zhao, Du Yue ile birlikte attan indi ve aceleyle Chu Mingyun'un kalkmasına yardım etti. “Abi, ne oldu?”


   Arkasındaki siyahlara bürünmüş adamlar da atlarından indi. "Efendimiz."


   Dağılmalarını emretmişti kuşkusuz. Fakat üç bin gölge muhafızın teki bile ayrılmamıştı.


   Chu Mingyun derin bir nefes aldı, aklını toparlamaya zorladı. Tam konuşmak üzereydi ki uzaklardan kuş sesleri duyuldu birden. Siyah tüylü kuş kanatlarını çırparak geldi, yan taraflarına indi.


   Qin Zhao omzuna konan kuşun bacağındaki gizli mektubu çıkardı. Anında şaşkına döndü. İnanamayarak başını kaldırıp Chu Mingyun'a baktı, gizli mektubu ona uzattı.


   Chu Mingyun onu aldı, açıp baktığında onun da yüzü hafifçe değişti. "...Li Yanzhen bir fermanla çekilerek tahtı bana mı bırakıyor?”


   "Dahası…" Qin Zhao arka arkaya birkaç gizli mektubu açtı. "Abi, önceki reform fermanın ek açıklamalarla yeniden yayınlandı.

   İdam edilen yetkililerin geçmişte işledikleri tüm suçlar Changan sokaklarında halka duyuruldu.

   Başkentte sorun çıkaran güçlü ve nüfuzlu kimseler hanedandan yasaklanma uyarısı aldı.

   Su ailesi yeni hükümdara tabi olduklarını açıkça belirtti ve Lu Shi de dahil olmak üzere diğer Su partisi yetkilileri de tutumlarını değiştirdi…”


   Qin Zhao daha fazla okuyamadı. Chu Mingyun'a baktı. "Abi..."


   Chu Mingyun elini kaldırarak onun sözünü kesti. Kaşları çatılmıştı. Manası anlaşılamayan sözler sarf ediyordu. “...Şu anda şehrin dışında Yulin ordusuna önderlik ediyor olmalı."


   "Kim? Su ailesi, kuzenim mi?" Du Yue sonunda dayanamayarak yanlarına geldi. Chu Mingyun'a baktı ve, "Şey… Ben… Özür dilerim!" dedi.


   Chu Mingyun ve Qin Zhao hafif bir şaşkınlıkla ona baktılar.


   "Özür dilerim ya…" diyerek başını kaşıdı Du Yue. "Daha önce söylememiştim. O zaman sen kuzenimin yeşim kolyesini fırlatıp attığında sinirden köpürerek gidip kuzenime anlatmıştım... Ben, ben ikinizin bugün bu hallere düşeceğinizi bilmiyordum. Yine de kuzenim gerçekten öyle zalim değil… Aslında…” Açıklamak için telaş ediyordu. Chu Mingyun'un ona inanmayacağından korkarak Su Bai’nin sarhoşken söylediği bütün her şeyi öylece tekrarladı.


   Tüm bunlardan sonra kalbinde ne tür duyguların filiz verdiğini anlayamayan Chu Mingyun, Du Yue'nin sözünü keserek Qin Zhao'ya döndü. "Sen Du Yue ile burada kal, atı bana ver."


   Atın üstüne atlayarak dizginleri kavradı. Siyah at toynaklarını yere vurarak uzunca kişnedi. Chu Mingyun’un gözleri at üstünde onu takip eden gölge muhafızların üzerinde gezindi. Tek kelime etmeden, aniden atın başını çevirdi; saraydan dışarı dörtnala, ardında bir toz bulutuyla çıktı. Akşam kızıllığı ardında ışıltısını bıraktı.