Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 88: "Sen de benimsin."

 

   Evvelsi gün.


   Yan salonda, Li Yanzhen koridorun altında durmuş, Çin parasol ağaçlarının yeşil dallarına bakarak düşüncelere dalmıştı. Su Shiyu çoktan sessizce ayrılmıştı ama o soru hâlâ kulaklarında çınlıyordu.


   "Majesteleri, hâlâ sarayın dışında, kendi halinde bir zanaatkâr olmayı arzuluyor musunuz?"


   Bir süre kımıldamadan durdu, sonra dönüp salona girdi. Lu Qinghe masanın üzerindeki eski tabloları toparlıyor, dikkatlice tek tek kaldırıyordu. Ayak seslerini duyunca arkasına baktı. "Majesteleri, biraz önce çay demledim, şuraya koydum."


   Li Yanzhen "hm" dedi fakat adımları ilerlemedi. Onun aralıksız çalışan figürüne baktı. Bir tabloyu alarak açtı, ancak eli aniden durdu ve uzun süre hareket etmedi. Li Yanzhen omzunun üzerinden baktığında büyüleyici şeftali çiçeklerini ve alev gibi kırmızı kıyafetleri gördü. Kendini alamayarak, "...Qinghe." dedi.


   "Benim..." Lu Qinghe'nin arkasını döndüğünü gördü. Tereddütle, "Sana söylemek istediğim bir şey var." dedi.


   Lu Qinghe başını salladı. "Hm, söyleyin."


   "Changan'dan ayrılıyorum."


   "Hm, biliyorum." Lu Qinghe gülümsedi. "Su Bey’in sizinle konuştuklarını duydum. Sağ salim ayrılabilmeniz harika. Bu resimler yakında paketlenecek. Daha sonra da çantanızı hazırlayacağım.”


   Li Yanzhen başını sallayarak devam etti. "Çocukluğumdan beri sarayda büyüdüm. Bazı diğer sarayların bahçeleri dışında hiçbir yere gitmedim. Dövüş sanatlarından biraz bile anlamıyorum. İdari işlerde bile her zaman sevgili nazırlarım Su ile Chu’ya dayadım sırtımı. Çokça kitap okumuş olmama rağmen yetkin olduğumu söyleyemem.Yalnızca oymacılık ve resimde yüzüne bakılabilecek becerilerim var…”


   Çok yavaşça, sanki her cümle üzerinde düşünüyormuş gibi konuşuyordu. Lu Qinghe kafası karışmış görünse de onun sözünü kesmedi.


   "...Saray dışındaki şeyler hakkında çok az şey biliyorum, dört bir yanı gezip deneyimleyen seninle kıyas bile edilemem.” Li Yanzhen ona baktı ve hafifçe gülümsedi. "Dongting’e ve Jiangnan'a gitmedim hiç. Changbai'nin karlı dağlarını da görmedim. Sen benimle birlikte tekrar görmek ister misin?”


   Lu Qinghe aniden afalladı, konuşamadan boş gözlerle ona bakmaya başladı.


   Li Yanzhen yavaşça devam ediyordu hâlâ. "Endişelenme, hareketlerime çok dikkat edeceğim, ne başına bela getirecek ne de seni zora sokacağım. Yolda güçlük çıkarsa bu resimlerimi para karşılığında verebiliriz. Bu da olmazsa bir şeyler oyabilirim…”


   "İsterim…" diye araya girdi Lu Qinghe. Boğazı düğümlenmesine karşın hâlâ ışıl ışıl gülümsüyordu. “İsterim, hem de çok isterim!"


   Li Yanzhen gülümsedi. İleri bir adım atarak ona nazikçe sarıldı. O da kollarını kaldırarak Li Yanzhen’e sarıldı. Gözyaşlarını tutmak için elinden geleni yapıyordu. Gülümseyerek, "Neyse ki çok geç değil. Yolda hızlı olursak Jiangnan'da açan çiçeklere yetişebiliriz.” dedi.


   Li Yanzhen başını sallayarak gülümsedi. "Tamam."



   Şafak sökmeye yakınken söz verildiği gibi onları saraydan alacak insanlar geldi.


   Xiling Valisi’nin ordusu yaklaştıkça Changan’da daha fazla insan tüm ailesini alıp kaçmak ister olmuştu. İmparatorluk ordusunun komutanı onları durduramamış, etekleri tutuşmuş gibi saraya dönüp rapor vermişti. Ancak kendisine “Kaçmak istiyorlarsa kendi hallerine bırak.” denilmiş, böylece şehir kapılarını açarak gitmelerine izin vermişti. Sorguya bile gerek duyulmuyordu.


   Kalabalığın arasına karışarak dikkat çekmeyen bir arabayla şehir dışına çıktılar. Bir sorun olmadığından emin olmak için birkaç kez dolaştıktan sonra şehrin eteklerinde ücra bir yerde tekrar durdular.


   Li Yanzhen arabadan iner inmez Su Shiyu'nun burada beklediğini gördü. Gülmeden edemedi. "Beni uğurlamaya bizzat gelmeni beklemiyordum."


   "Olması gereken bu." Su Shiyu elini kaldırarak arkasındaki daha geniş bir arabayı işaret etti. "Gümüş ve gerekli tüm malzemeler hazırlandı. Ayrıca sürücü biraz dövüş sanatları biliyor. Yolda sizi bir sıkıntı çıkmadan koruyabilmeli. İhtiyaç duyduğunuz başka bir şey olursa birisinin benimle tekrar iletişime geçmesini sağlayabilirsiniz."


   "Teşekkür ederim." Li Yanzhen bir an düşündü ve sormadan edemedi: "Sen Changan'dan ayrılmayacak mısın?"


   "Hayır." Su Shiyu başını salladı. "Daha bitirmem gereken bazı işler var."


   "...Chu Mingyun'la mı ilgili?"


   Su Shiyu bir anlığına şaşkına döndü, sonra samimiyetle gülümsedi. "Öyle de denebilir."


   Li Yanzhen başını salladı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra aniden, "Bu saltanat yılları boyunca, bir insan olarak benim hakkımda ne düşünüyorsun?" diye sordu.


   Su Shiyu bir an düşünerek sessiz kaldı. Gülerek kendi sorusuna cevap verdi. “Aşırı hatalarım yok, sadece fazlasıyla işe yaramazım, değil mi?

   Sanırım göğün altındaki herkes aynı şekilde düşünüyor." İç geçirdi. Belirsizce, alçak sesle güldü. "Neyse ki sevgili nazırım Su bir kadın değil."


   "Ne dediniz?" Su Shiyu onu duyamamıştı.


   "Bir şey demedim." Li Yanzhen gülümseyerek ona baktı. Ciddiyetle başını eğip selam verdi. "Korkarım bundan sonra birbirimizi tekrar görmek zor olacak, ağabey, kendine iyi bak."


   Su Shiyu duygulanır gibi oldu. O da aynı şekilde başını eğerek sıcak bir sesle, “Kendinize iyi bakın.” dedi.


   Gökyüzü aydınlanıyordu. Dağ ormanı hâlâ sisle dolu, çimenler yeşildi. Li Yanzhen atını uzaklara doğru süren Su Shiyu'ya baktı dalgınlıkla. Lu Qinghe bir an bekledi ve daha fazla sormadan edemedi. “Sen… Chu Bey ve Su Bey arasındaki ilişkinin bilincinde miydin?”


   “Kabaca bir tahmin sadece.” dedi Li Yanzhen hafifçe gülerek. "Chu Mingyun'un divan salonunda ona nasıl baktığını görseydin sen de muhtemelen tahmin edebilirdin. Fakat bilsem ne olur ki? O zamanki Jiang Yuan gibi tıpkı, üzerinde fazla durmanın sıkıntı getireceğini düşündüm her zaman.”


   "Jiang Yuan mı?" Lu Qinghe şaşırmıştı. "Sarayda duyduğum Başcariye Jiang mı? Hani şu seni daha önce zehirleyen? Onun kötü niyetli olduğunu zaten biliyor muydun?"


   Li Yanzhen kayıtsızca başını salladı. "Biliyordum fakat bilsem bile onun yanımda kalmasını istedim. Ne hükümdarlık ne de güç mücadelesi umurumdaydı. Sadece o idam edilirse sarayda konuşabileceğim son bir kişi bile kalmayacakmış gibi hissediyordum.”


   Lu Qinghe dut yemiş bülbüle döndü. Nazikçe uzanarak onun elini tuttu.


   Bu küçük hareket onun gülmesine neden oldu. O da onun elini tuttu. Li Yanzhen iç geçirdi. “Ev hapsinde olduğum bu günlerde çok şey düşündüm. Fark ettim ki cariye annemden ayrılıp da bu pozisyona getirildiğimden beri sanki hiç kendim gibi yaşamamışım.

   Soylu babam ve annemin benimle ilgilenmesi geriye kalan tek oğul olduğum içindi. Jiang Yuan gibi hayatıma kast etmeyi isteyen insanlar bunu ben değil tahtım için yaptı. Sevgili nazırım Su’nun benimle ilgilenmesi bile sadece onun nazır olarak görevi gereğiydi, benim için değil.” Sesi sisin içinde belli belirsiz dağıldı. Dönüp Lu Qinghe’ye baktı. Birbirinden ayrı sayısız duygusu nihayet tek bir cümleye evrildi. “Yani, benden hoşlandığın için çok teşekkür ederim.”


   "Yanzhen..."


   "Hadi gidelim, Jiangnan'daki çiçekleri görelim." Li Yanzhen gülerek onu arabaya çekti.


***


   Batan güneşin altuni rengi eriyip gitmiş, şehrin dışını yoğun bir kan rengi bürümüştü. Savaş nihayete ermek üzereydi.


   Hun süvarileri söylenildiği kadar gözü pek ve acımasızdı. Yedi bin erlik seçkin birlik ölümüne yüreğini ortaya koyarak düşmanla savaşıyordu. Birbiri ardına yitiyorlar, artık gerileme gösteriyorlardı. Büyük bir bölümü saf dışı edilmişti. Geri çekile çekile çoktan şehrin kapılarına dayanmışlardı.


   "Komutanım, ne yapmalıyız? Saldırmak üzereler. Majestelerine bir rapor daha vermeli miyiz?”


   İmparatorluk ordusunun komutanı surların üzerinde volta atıyor, endişeden boncuk boncuk ter akıtıyordu. Bunu duyunca bağırdı: “Rapor edilecek ne var başka? Ölene dek direnin, ölene dek direnin! İşittiğini anlamıyor musun?! Sen de ben de ölsek bile direnmek zorundayız!"


   “Fakat savaştan ne anlarız ki biz?” Emir subayı sesini alçalttı. “Komutanım, komutanım! Acaba… kaçsak mı?”


   Komutanın adımları aniden durdu. Bir tereddüt gösterdi. İfadesi değişip durdu, sonra dişlerini sıktı ve sesini yükselterek küfretti. “Piç herif! Burası Changan, ülkenin başkenti! Sen gittiğinde Hunlar gelecek! Bir daha böyle sözler duyarsam önce seni kılıçtan geçiririm!"


   Emir subayı dehşet içinde birkaç defa başını salladı. Öfkesini güçlükle bastırmasına karşın onun kalbi de güvensizlikle çarpıyordu. O esnada imparatorluk ordusundan bir haykırış yükseldi birden. Komutan aceleyle arkasına baktı.


***


   Askerlerin kargaşası içinde aniden bir at onun yanına koştu. Li Chenghua bilinçsizce kılıcını savurdu, diğer taraf palasını kaldırarak ona mani oldu. Ancak o zaman gelenin Yuwen Sun’un adamı Yu Lu olduğunu gördü. Şu anda Hun ordusu tam olarak onun komutası altındaydı.


   “Ekselansları, yanlış giden bir şeyler var!”


   Li Chenghua Yu Lu'nun bakışlarını takip etti, gözleri aniden büyüdü.


   Changan surlarının kızıl kapıları ardına kadar açılmıştı. Sayısız kara zırhlı süvari dışarı akın ediyor, doğruca üzerlerine geliyordu. Görülebildiği kadarıyla en az beş bin kişilerdi ve moralleri epey yerindeydi. Ancak kayıplar sonrası Hunların on bin kişilik görkemli ordusundan geriye sadece dört ya da beş bin kişi kalmıştı. Dahası uzun süredir çetin bir mücadele içindelerdi. Birlikler yorgun düşmüş, moralleri yerle bir olmuştu. Durum son derece elverişsizdi.


   Binlerce askerin arasındaki tek bir adama dikti gözlerini, onun üzerinde kaldı.


   Sancaklar dalgalandı, borular çalındı. Hun ordusu emri alarak saldırıyı durdurdu. Dağılmış birlikler hızla bir araya toplandı. Li Chenghua atını ileri sürdü ve karşı karşıya gelen iki ordunun arasındaki meydanda durdu.


   Su Shiyu anlayarak gülümsedi, o da meydana ilerledi. Aralarında büyük bir mesafe vardı. Uzaktan birbirlerine bakıyorlardı.


   “Su Bey!” diye bağırdı Li Chenghua. “Ordunuzu direnmeye mi çıkardınız? O hainin emrine mi gireceksiniz yoksa?”


   Su Shiyu tek kelime ya da harekette bulunmadı. Yanıt vermeden ona baktı.


   “Ne içler acısı, ne kederli bu!” Hayal kırıklığını yansıtıyordu sesi. “Su ailesinin birkaç nesildir sadık ruhlardan oluşan itibarını kendi ellerinle mahvetmeye elveriyor mu yüreğin?! Babanın, general Su Jue’nin göklerdeki ruhu senin çıbanbaşına yardım ettiğini, tahtı gasbetmek için komplo kuran haine hayatını adadığını görse neler hisseder?”


   Su Shiyu sonunda sesini yükselterek konuştu. Sesi her zamanki gibi nazikti. “Ekselanslarının yabancılara topraklarımızı işgal ettirmesi acaba atalarına layık bir davranış mı?”  


   "Yabancılar ittifak kurmaya ve hainleri bertaraf etmek için birlikler göndermeye istek duyuyorlar. Bu, iki millet için bir şans. Neden utanç duyulsun ki?”


   Su Shiyu başını sallayarak hafifçe güldü. Daha fazla konuşmadı. Arkasındaki Yulin ordusu süvarileri yavaşça ilerleyerek onu çepeçevre sardı. Kılıçlar ile mızrakları ışıldayarak çekildi. Kenarları keskin, saldırıya hazırlardı.


   Li Chenghua savaşın kaçınılmaz olduğunu görebiliyordu. Yüzü çöktü. Elini kaldırdı.


   Komuta bayrağı dalgalandı. İki ordu neredeyse aynı anda hücuma kalktı, kükreyerek birbirlerine aktı.


   Savaş davulları yankılandı. Çatışma sesleri tüm dünyaya dalga dalga yayıldı.


   Diğer süvarilerin üzerindeki kara zırhla karşılaştırıldığında Su Shiyu'nun vücudundaki esnek zırh olağanüstü ince görünüyordu. Ancak o hiç umursamadan en önde almıştı yerini. Bir süvari takımına önderlik ederek karşı tarafın ortasına hücum etti.


   Doğruca ileri atıldı. Müthiş bir hızdaydı, tehlike saçıyordu. Kılıcının ışıltısı, kanlı gölgelerin ufak aralığında doğrudan can damarlarına nüfuz etti, öldürüp geçerek kanlı bir yol açtı. 


   Yağmur gibi sıçradı kan. Su Shiyu’nun esnek zırhından beyaz cübbelerine işledi. Kan kokusu ile toz toprak burun boşluğunu doldurdu. Hızlı atı yıldırım gibi geçti düşmanın içinden. İnsanların yüzleri bulanıklaştı, derinlerdeki anılarıyla örtüştü.


   Genç bir delikanlıyken savaş alanında dilediği gibi at sürememişti. Şimdi bu şekilde ölmeyi seçmişti. Bunda yanlış bir şey yoktu.


   Li Chenghua artık hemen yakınındaydı.


   At toynaklarının sesleri hızlıydı. Li Chenghua yaklaşmakta olan Su Shiyu'ya baktı, yüzünde vahşi bir bakış parladı. Eyerin üzerindeki arbaleti kaparak ateş etti. Üç gümüşi ışık yüzünün önüne geliverdi. Öyle yakındı ki savuşturması için geç kalmıştı. Birden tüm vücudunu geriye yasladı, neredeyse atın üzerinde uzanıyordu. Arbalet okları gözlerinin önünden uçup gitti. Hemen yanında bir kılıç parladı. Doğrularak oturdu ve dizginleri eline aldı, atın yönünü değiştirdi. Uzun kılıç omzundaki esnek zırhı sıyırdı, arkasında yanan ateşler gibi yoğun bir acı bıraktı.


   İkisi bir anda yer değiştirdi. Li Chenghua başını çevirip kıl payı kurtulmuş olan Su Shiyu'ya baktı ve soğuk soğuk homurdandı.


   Su Shiyu'nun altındaki küheylan aniden inleyerek öne doğru düştü, tam yanından geçtiği anda Hun süvarisi kılıcını savurup atın bacağını kesmişti. Li Chenghua'nın kılıcı doğruca başına düştü.


   Su Shiyu hiç tereddüt etmeden eyerden kurtuldu, atın sırtına basıp bir anda yükselerek kılıcını karşıladı.


   Keskin bir ok havayı yardı, sırtındaki zırhını delerek Li Chenghua’nın kalbine saplandı. Kılıcı kavrayan eli birden durdu. Kılıcın ağzı Su Shiyu’nun boynunun yanına sürterek hafif kırmızı, ince bir iz bıraktı. Neredeyse aynı anda Su Shiyu’nun kılıcı da savruldu.


   Su Shiyu sarsılmadan yere indi. Peşinden Li Chenghua'nın kafası düşüp yuvarlandı, toynakların kaosu içinde bir anda kayboldu. Başsız beden hâlâ atın üzerinde kaskatı oturuyordu ki yere düştü.


   Başka bir ok ıslık çalarak başının üzerinden geçti. Su Shiyu gözlerini kaldırdığında az ilerideki Yu Lu'nun ağız dolusu kan püskürttüğünü gördü. Yine de göğsüne giren oku görmezden geldi, elinden geleni yaparak yayı çekti. Attan düştüğü son anda oku doğruca fırlatmıştı.


   Okun ucundan yansıyan bir parça ışık gözlerinde parladı. Su Shiyu yavaşça rahat bir nefes aldı.


   Üç ordu baskın çıkmak için mücadele ediyordu, genel durum artık bir karara bağlanmıştı.


   Yaklaşan soğuk parıltı ile yüzleşti. Kılını kıpırdatmadı, kaçınmaya uğraşmadı. Kılıcı kavrayan elini usulca gevşetti. Gönül rahatlığıyla gözlerini kapattı.


   Fakat birdenbire bir kucaklamayla karşılaştı.


   Biri beline sarılarak aceleyle savaş alanından dışarı fırladı. Yakın dövüşün sesi zayıfladı, kulaklarında yalnızca hızlı soluklanışlar vardı. Öteki adamın elleri hafifçe titriyor, yine de tekrar tekrar, sımsıkı sarılıyordu. Vücudundaki kan lekelerine aldırış etmeden olabildiğince derinlemesine kollarına alıyordu. Onun kaybolabileceğinden korkuyordu sanki. Sandal ağacı kokusu pek zayıftı. Bu kucaklamaya çok aşinaydı. Su Shiyu’nun bedeni kaskatı kesildi, hareket edemedi.


   Chu Mingyun nefesini yavaşlattı. Kollarındaki adama bakarak fısıldadı: "Shiyu, gözlerini aç ve bana bak."


   Su Shiyu'nun kirpikleri hafifçe titredi. Tereddüt etti. Yavaşça gözlerini açarak ışıkların dalga dalga yükseldiği o gözlerle buluştu.


   Chu Mingyun ona baktı. Gülümseyerek, "Neden bana yardım ediyorsun?" diye sordu.


   “Ben…”


   Ancak Su Shiyu'ya cevap verme şansı tanımadı. Sözlerini keserek sormaya devam etti. “Neden ben ölürsem hayatını vereceğini söylüyorsun?”


   Su Shiyu'nun yan tarafındaki elini tuttu. "Az önce kılıcını kavrayışın oldukça iyiydi, peki neden beni öldürmek istediğin gün böyle değildi?"


   Su Shiyu onun elinden kurtulmak istedi fakat Chu Mingyun alev gibi gözlerle ona bakarak tutuşunu daha da sıkılaştırdı. “Baktım, o gün kılıcı kavrayan elin tüm gücünü kullanmadı. Madem o kadar öfkeliydin, neden beni öldürmek konusunda isteksizlik gösterdin?”


   "Hâlâ kalbinde bana yer olmadığını söyleyecek cesaretin var mı?"


   Su Shiyu durgunlaştı. Uzun bir süre sessiz kaldı. Bitkin düşmüş gibi usulca güldü. “Evet, kalbimde yerin var senin.” Sükunet içinde Chu Mingyun’a baktı. “Her zaman sen vardın, bir tek sen."


   Chu Mingyun ona baktı, yavaşça kaşlarını kaldırıp gülümsedi. Bu sözleri çok uzun zamandır bekliyordu adeta; karlı dağların yeşermesini, kırmızı erik çiçeklerinin solup dökülmesini bekler gibi. Ömrünün yarısı boyunca azap duymuş, iliklerine kadar hastalık işlemişti de artık nihayet yatışmıştı sanki toz duman.  


   "Ben inanıyorum." dedi Chu Mingyun sesini yumuşatarak. "Shiyu, peki sen bana inanabilir misin?"


   Su Shiyu cevap veremeyecek kadar şaşkındı. Sadece boş gözlerle ona bakabiliyordu.


   Chu Mingyun kolundan bir yeşim kolye çıkararak onun eline verdi. Beyaz yeşimdeki desenler Su Shiyu'nun verdiğinin tıpkısıydı. Ne var ki yeşim kolyede iç içe geçmiş altın rengi izler mevcuttu. Belli ki parçalanmıştı da altınla yeniden birleştirilmişti. “Bu yeşim kolyeyi fırlatıp atmıştım. Daha sonra yine kırıldı. Yapabileceğimin en iyisi onu bu şekilde birleştirmekti…

   İlk başta sana sahiden de kasten yaklaşmıştım. Seni kontrol etmek içindi. Teknedeki tahminlerinin neredeyse tamamı doğruydu, yalnızca dile getirmediğin nokta hatalıydı…

   Seni öptüğüm günden beri, sana olan sevgimle ilgili söylediğim her kelime doğruydu."


   Su Shiyu gözlerini indirerek elindeki yeşim kolyeye baktı. Parmak uçlarıyla birkaç defa yavaşça ovuşturdu. Nazikçe gülümsedi. “...Gerçekten de böyle birleştirebilmişsin.”


   "Şimdi bu benim." Chu Mingyun, Su Shiyu'nun yeşim kolyeyi tutan elini tuttu.


   Su Shiyu gözlerini kaldırarak ona baktı. Çaresizce gülümsedi. "Hm."


   "Sen de benimsin."


   "Hm."