Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 89: Günler yavaş yavaş geçip giderken uzak sisler altında kalan hikaye, nihayet kaydedilen tarihte kimselerin bilmediği belirsiz bir sıcaklığa dönüşüyor.

 

   Changan nihayet tamamen istikrara kavuştu.


   İki generalin ölümü üzerine Hun süvarileri bozguna uğratılarak kuşatılıp esir alındı, Hun tarafıyla tekrar müzakere etmek için beklendi. Su ailesinin ise Changan’daki nüfuzlu ailelerin başı olduğu söylenebilirdi. Her ne kadar atalar, imparatora baskı yapma şüphesinden kaçınmak için yan soyları dağıtmış ve başkentte sadece asıl soyu bırakmış olsalar da etkileri küçümsenemezdi. Şimdi Su ailesi fermana uyma konusunda öncülük ediyordu. Büyük ve nüfuzlu bir ailenin desteğine daha önceki idamların baskısı ile aldıkları dersler de eklenince diğer kodamanların vazgeçip itaat etmekten başka çaresi kalmamıştı. Chu partisinin mensupları da vaziyetin farkına vararak durumu değerlendirdiler, derhal kendilerini dizginleyip birbirleri ardına sadakat yemini ederek kibar duygularını ifade ettiler. İmparatorluk fermanının büyüklüğü altında her şey yerli yerindeydi.


   Daxia'nın ihtişamı ve düşüşü tarihin yoğun seli içinde eski bir mesele haline gelmişti çoktan. Yeni hanedan yavaş yavaş başlıyordu.


***


   Gecenin yoğun sessizliğinde Su Shiyu nihayet kanlar içindeki giysilerini değiştirecek bir zaman bulmuştu. Yıkanıp temizlendikten sonra, dışarıda bekleyen saray hizmetçisi onu sarayın yatak odasına götürdü ve ardından kimsenin söylemesine gerek kalmadan kapıyı kapatıp geri çekildi.


   Chu Mingyun masaya oturmuştu. Ona gelmesini işaret etti. Sonra elindeki küçük porselen kutuyu alıp açtı. Merhem hafif bir ilaç kokusu yayıyordu.


   "Kendim yapayım." Su Shiyu uzanıp onu almak istedi.


   Ancak Chu Mingyun onun elini savuşturdu ve kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Ne yani, biraz önce kalbinde yerim olduğunu söyledin ama şimdi sana dokunmana bile izin vermeyecek misin?"


   "..." Su Shiyu'nun iş birliği yapmaktan başka çaresi yoktu. Hareket etmeyi bırakarak merhemi boynuna sürmesine izin verdi.


   O sırada Li Chenghua'nın kılıcının gücü durgundu, yarası derin değildi. Kan çoktan kendi kendine durmuştu. Banyodan sonra sadece hafif, kırmızı bir çizgi ile hafif bir nem vardı.


   Merhem cildine temas ettiğinde nispeten bir serinlik verdi; titizlikle, nazikçe ve yavaşça yayıldı. Parmak uçlarının sıcaklığı nüfuz etti. Chu Mingyun ilacı sürmeyi bitirmişti fakat eli hâlâ yaranın yanında duruyordu. Uzun süre hareket etmedi.


   Su Shiyu kafa karışıklığı içinde ona baktı. Hâlâ yaraya bakıyorken fısıldadı: "...Senin yüzünden korkudan ölecektim neredeyse. Geç kalmış olsaydım bana cesedini tutturarak ağlatacak mıydın?”


   Su Shiyu'nun gözleri hafifçe kımıldandı. Elini indirip nazikçe avucunun içinde tuttu. Bir anlık sessizliğin ardından konuyu değiştirdi. "Şu anki durumda her şey açıkça görülüyor. Yakışıksız bazı fikirlerim var. Fakat senin eylemlerinin tarzı da münasip değil." Chu Mingyun'a baktı, hafifçe güldü. "Geçtiğimiz birkaç günde itirazda bulunmak üzere öne çıkan yetkililerin tümünün reddedildiğini, kötü sonuçlandığını duydum. Fakat benim de söylemek istediğim bazı tavsiyeler var. Dinlemek ister misiniz majesteleri?"


   Chu Mingyun uzun bir süre ona dik dik baktı. Sonra gülümseyerek, "Beni öpersen dinlerim." dedi.


   Bunun üzerine Su Shiyu gülümsedi ve öpmek için eğildi. Dudakları birbirine değer değmez koynuna çekildi. Chu Mingyun onu kollarının arasına aldı; bir eli belini kavradı, diğer eli saçlarının arasına girdi. Öpücüğü derinleştirdi, dudakları ve dilleri birbirine dolandı.


   Bu duruş gerçekten dengeli değildi. Su Shiyu bilinçsizce arkasındaki masadan destek almak için uzandı. Nefesler arasında aceleyle, "Bekle..." dedi.


   "Beni sıkı tut." Chu Mingyun hafifçe kulak memesini ısırdı.


   Omurgasından elektrik geçer gibi bir karıncalanma hisseden Su Shiyu, masayı tutan elini geri çekerek yavaşça boynuna sarıldı. Chu Mingyun doğruca onu tuttu, bir elini ise iç salonun ağır perdelerini aralamak için serbest bıraktı.


   Uzun saçları omuzlarından dökülerek yatağın her yanına yayılıyordu. Kıyafetleri de gevşeyerek dağılmıştı. Chu Mingyun’un serin parmakları ademelması ile köprücük kemiğinin üzerinden geçti, omzunda gezinerek sırtı boyunca yavaşça aşağı indi. Su Shiyu başını eğip bir nefes almaktan kendini alamadı. Bakışları istemsizce Chu Mingyun’un boynundan aşağı kaydı, birden kaskatı kesildi. Chu Mingyun da gözlerini indirdiğinde cübbesinin büyük kısmının açıldığını, göğsündeki dar ve kısa, koyu kırmızı yara izinin meydana çıktığını gördü. Tam da kalbinin üzerindeydi.


   Su Shiyu'nun parmakları hafifçe titredi, yine de o yara izine dokundu. Gözleri derinleşti. "Özür dilerim, ben…”


   Sözlerini bitiremeden Chu Mingyun onu tekrar dudaklarından öptü, bitmemiş kelimelerin tamamı yutuldu. Su Shiyu'nun elini kavradı, parmakları birbirine kenetlenmiş halde yastığa bastırdı. Birkaç dokunuşun ardından onu bıraktı. Dudaklarını kulağına götürerek alçak sesle güldü. “Her şey için özür dilerim. Seni hiç suçlamıyorum ben.”


   Su Shiyu bir an sessiz kaldı, gözlerini indirerek kalbindeki yara izini öptü. Sıcak dokunuş yüreğinin derinliklerine kadar işledi. Chu Mingyun gülümsemeden edemedi. Başını eğerek saçlarını öptü. "Sen ne yaparsan yap benim hoşuma gidiyor.”


***


   Güneşin yükselip ayın yittiği huzur dolu bir bahar günüydü yine. Changan’ın dışındaki bir konakta Chen Siheng antrenmanını yeni bitirmişti. Kılıcını bir kenara koydu. Yüzündeki teri silip çay fincanını kaldırarak büyük bir yudum aldı. Delikanlı epey hızlı boy atmıştı. Yalnızca bir yılı biraz geçkin bir sürede çoktan Chu Mingyun ve Su Shiyu ile tanıştığı zamankinden çok daha uzundu. Yüz ifadesi bile biraz daha dirayetli hale gelmişti. Artık keder ve öfke dolu, kılıcını bile düzgünce tutamayan bir çocuk değildi.  


   Arkasından ayak sesleri geldi birden. Günlük hayatıyla ilgilenen hizmetçi aceleyle arka bahçeye koştu. “Genç efendi, biri konağa geldi, sizi soruyor. Önemli bir beye benziyor.”


   "Ha?" Çay fincanını aceleyle bırakıp dışarı koştu. "General Chu, General Chu, siz..."


   Avludaki siyahlı adam arkasını döndü. Yüzü yakışıklı olmasına karşın daha önce hiç görmediği biriydi. Chen Siheng şaşkınlıkla olduğu yerde durdu. “...Siz kimdiniz?”


   "Gölge muhafız mı olmak istiyorsun?" Qin Zhao onu ölçüp biçti.


   Chen Siheng onun bakışları altında biraz gerilse de başını kuvvetle salladı. "Evet!"


   "Bir gölge muhafız olmanın gereklilikleri son derece serttir. Senin hâlâ pişip bilenmen gerekiyor. Ayrıca abim artık tahta çıktığı için bundan sonraki görevler daha da tehlikeli olacaktır." dedi Qin Zhao. "Ailenin intikamını almak içinse artık buna gerek yok, tüm aileni yok eden kişi Li Chenghua'ydı, o çoktan öldü."


   Chen Siheng başını eğdi. Bir an için hiçbir şey söylemedi.


   "Eğer sadece dövüş sanatlarını öğrenmek istiyorsan şu anda aradığın ustanın peşinden gitmeye devam et.”


   Chen Siheng yavaşça başını salladı. "Düşmanımın öldüğünü biliyorum. Dün Su Bey’den bir mektup aldım, bana her şeyi anlattı." Bir anlık duraklamanın ardından devam etti: "O gün General Chu bana her zaman birinin beni kurtarmasını ve bana yardım etmesini bekleyemeyeceğimi, sadece kendi başıma ayağa kalkabileceğimi söylemişti. Bu yüzden intikam almak için umutsuzca kılıç çalışmaya ve dövüş sanatlarını öğrenmeye başlamıştım. Ama düşmanım artık öldüğüne göre daha fazla dövüş sanatları çalışmanın başka ne faydası olur bilmiyorum. Gelecekte ne yapmam gerektiğini de bilmiyorum. Ne ailem ne de arkadaşlarım var, bu dünyada yalnız yaşıyorum. Birden her şey anlamını yitirmiş gibi geliyor. Dün bütün gece bunu düşündüm ve aklıma gelen tek şey General Chu'nun kılıcımı titremeden tutabildiğimde beni kullanabileceğini söylemesiydi."


   Qin Zhao bir süre ona baktı. Aniden abisinin neden onun gelmesini istediğini anladı. "Artık General Chu diye hitap edemezsin."


   Chen Siheng bir anlığına şaşkına döndü. Sonra başını salladı. "Doğru ya, majesteleri demeliyim."


   "Bir gölge muhafız olarak ‘Efendim.’ demelisin."


   Gözleri bir anda ışıldadı, çok şaşırmış ve mutlu olmuştu. "Gerçekten mi?"


   "Sıkıntı çekmekten mi korkuyorsun?" diye sordu Qin Zhao.


   "Korkmuyorum!"


   Qin Zhao başını salladı. "Saray, gölge muhafızlar için özel bir kurum kurdu. Bugün çantanı topla, yarın biri gelip seni alacak."


   Chen Siheng heyecanla kabul etti. Qin Zhao'yu konaktan uğurlamak konusunda ısrar etti. Qin Zhao'nun uzaklaşıp gidişini sevinçle izledi. Eşyalarını toplamak üzere arkasını dönüp konağa geçmek üzereydi ki uzaktaki yolda yavaşça yürüyen biri ilişti gözüne. Adımlarını durdurmaktan kendini alamadı.


   Yolcu temiz yüzlü, genç bir adamdı. Ancak kıyafetleri çokça kan ve külle lekelenmişti. Bunu umursuyor görünmüyordu. Kollarında küçük bir porselen vazo tutuyor, yol boyunca yayılan harika bahar manzarasını kayıtsızca süzüyordu gözleri.


   Chen Siheng olduğu yerde durdu, dik bakışlarla onun yaklaşmasını izledi. Ancak adam onun önünden geçmek üzereyken kendini tutamayarak ona sesleniverdi. “Sen, sen yoksa…”


   Genç adam adımlarını duraklattı, ona doğru baktı.


   Şimdi daha da net görüyordu. Chen Siheng hayretler içinde kalmıştı. “Sen Jingshu ablanın yanındaki o abi değil misin?”


   Genç adamın ifadesi nihayet dalgalandı. "Jingshu'yu tanıyor musun?"


   Chen Siheng başını salladı. "Tanıyorum."


   Li Che şaşkınlık içinde onu süzdü. “Adın ne senin?”


   "Chen Siheng."


   Li Che'nin yüzü değişti. Bir süre sessiz kaldıktan sonra, "...Beni onu görmeye götürebilir misin?" diye sordu.


   İnsanlar göçüp giderken doğa kendini muhafaza ediyordu. Jingshu’nun intihar ettiği o yaşlı ağaç hâlâ yerinde duruyor, kameriye gibi uzanıyordu. Li Che sessizce Chen Siheng'in onun zehri alışını, buna rağmen sersemlik içinde bir şiir okuyuşunu anlatmasını dinledi. Uzanarak iki avucuyla toprağı tuttu. Vücudu hafifçe titredi. Uzun bir süre sonra boğuk sesiyle, “...Seni almaya geldim.” dedi.


   Toprağa karışmıştı al yanaklı güzel, yok olmuştu da hiçbir iz bırakmamıştı.


   Li Che toprağı, uzun zaman önce hazırladığı desensiz porselen vazoya titizlikle koydu. Daha önce kollarında tuttuğu vazoyu şimdi bir kenara bırakmıştı. Başını kaldırdığında Chen Siheng’in meraklı gözleriyle karşılaşıverdi. “O benim babam.” diye açıkladı. 


   Seyahat çantasını karıştırırken bir yandan konuştu. “Haberleri duydum ve saraydakilerin henüz savaş alanını temizlememiş olmasını fırsat bilerek oraya gittim. Gece boyunca birkaç cesedi ters yüz ettim. Fakat sadece başını buldum. Onu memlekete götürmeyi planlayarak yaktım.” Yavaşça iç geçirdi. “Babamın gerçekten de Hunları içeri sokmasını beklemiyordum. Şu anda başı kesik olduğuna göre umarım ölüler diyarına gittiğinde atalarımızla yüz yüze gelmekten kurtulabilir.”


   Li Che seyahat çantasındaki hançeri buldu, arkasını dönerek Chen Siheng'e uzattı. Sonra birden cübbesini kaldırarak onun önünde diz çöktü. Chen Siheng irkildi, hızla iki adım geri çekildi. "Ne yapıyorsun?"


   Hafifçe gülümsedi. “Babam senin aileni parçaladı. İntikam için beni öldürmez misin?"


   Chen Siheng hançeri kavradı. Fakat sonra ona bakıp başını iki yana salladı. "Öldüren senin babandı, seninle hiçbir alakası yok. O çoktan ölmüşken neden bir de seni öldüreyim ki?”


   Li Che şaşkına döndü. "O halde Jingshu'dan da mı nefret etmiyorsun?"


   "...Emin değilim." diye fısıldadı Chen Siheng. "Evimizdeki o büyük yangının Jingshu abla ile ilgili olduğunu biliyorum, aksi takdirde beni kurtaramazdı. Ondan nefret etmeyi çok istiyorum ama en korktuğum anda yanımda olan da oydu." Bir durdu. Aniden rahatlayarak güldü. "Nefret etsem de etmesem de o artık burada değil. Üstelik şimdi kendimi koruyabilecek güce sahibim ben. Yarın ise saraya girip bir gölge muhafız olmayı öğreneceğim. Her halükarda nefret çukuruna batıp da çıkmamak olmaz.”


   Li Che uzun bir süre ona baktı. "Sen iyi bir çocuksun." Chen Siheng'in geri uzatığı hançeri aldı. "Gel de benimle bir içki iç. Sana selamet dilediğimi varsay.” 


   Chen Siheng çekinerek, "Ama nasıl içileceğini bilmiyorum." dedi.


   "Öyleyse bir fincan çay da olur." Li Che ayağa kalktı. "Hadi gidelim."


***


   Ilık bir baharda, üçüncü ayda, halkın yüreğine su serpen bir ferman yayınlandı ve sarayda her şey normale döndü. Daha önce idamlar nedeniyle boşalan resmî pozisyonlara doğal olarak yeni yetenekler geçmişti. Memuriyet cübbelerini üzerlerine geçirmişler, büyük hedefler belirlemişlerdi. Dağ taş benim olsun diye bir susuzluk çekmiyorlar; dünyada eşi benzeri olmayan, dalgasız denizler ve berrak nehirler kadar müreffeh bir çağ diliyorlardı.


   Hanedanlık henüz başlıyordu, her şey yeniydi.


   Ancak kimi insanlar başmüfettiş beyin her zamanki görünümünü gördüklerinde kaçınılmaz olarak gizliden gizliye acıyarak iç geçiriyorlardı. Kendi aralarındaki fısıldaşmaları nihayet Weiyang Sarayı’na kadar ulaşmıştı.


   Sonuç olarak o günkü sabah divanı bittiğinde Chu Mingyun hemen ayrılmak yerine ansızın bir ferman duyurdu.


   Başmüfettiş Su Shiyu’ya vali ünvanının yanı sıra dokuz armağan, dönümlerce arazi ve şehirde üç bin hane bahşedildi. Derebeylik koltuğuna geçirildi. İmparatorluk fermanınca nazırlarla bir tutulmayacak, bir fermanı aldığında hürmet göstermeyecek, Göğün Oğlu’nun nezaketiyle gökler ve yerlere kurbanlar sunacaktı.  


   Nazır kalabalığı sessizlik içinde birbirlerine bakıyor, çıt bile çıkarmıyorlardı. Her halükarda malum majestelerinin mizacının itirazlara tolerans göstermeyişinin açık olması bir yana, başmüfettiş beyin hanedana katkıları herkesin görebileceği kadar meydandaydı. Böylesi bir lütfa mazhar olamayacak değildi.

  

   Tam kabul edeceğini düşünüyorlardı ki en öndeki başmüfettişin ağzını açarak kibarca reddettiğini gördüler.


   Chu Mingyun sabırla onun sebeplerini bitirmesini bekledi. Su Shiyu’ya baktı, dudakları kıvrıldı. "Bunlardan hiçbirini istemiyor musun?"


   "Evet." dedi Su Shiyu sıcak bir sesle. “Bendeniz majestelerinin nezaketinin farkında, zaten minnettar. 


   Chu Mingyun bir an düşündü. "Derebeyliği de mi istemiyorsun?"


   “Tabii ki. Daha önce soyluları bastırmak için binbir türlü zahmet çektik. Şimdi hediye olarak toprak verilirse ülke parçalara ayrılır. Bu, esas niyetlerimize aykırıdır. Gelecekte kesinlikle bir felaket doğuracaktır. Rica ediyorum majesteleri, fermanınızı geri alın.” 


   Chu Mingyun onun sözlerine dikkatini vermek yerine devam etti: “Madem bu dönümlerce araziye sahip olmak istemiyorsun…” Elini kaldırarak kendi kalbine götürdü. Alçak sesle güldü. “O halde sana burayı bahşedeceğim. İster misin?”


   Su Shiyu hafifçe afallamış, nazırlar da anında aptallaşmıştı.


   Devasa salonun yukarısında, tüm gözlerin onun üzerinde olduğunun bilincindeydi açıkça. Gülümsemeden edemedi. O bir çift gözün içine baktı. “Bendenizi onurlandırdınız.” diye yanıtladı.


***



   Zhou Tarihi - İmparator Devri’nde yazar ki… 


   Jianyuan'ın ilk yılında Zhou Hanedanlığı İmparatoru Wu, eski sistemde reform yaparak tüm dünyaya af ilan etti.


   Jianyuan'ın ikinci yılında başmüfettiş, kanun ve yönetmeliklerin gözden geçirilip yeniden oluşturulması için emir aldı.


   …


   Jianyuan'ın altıncı yılında Su ailesinin yan soyundan bir oğlu, Yuan'ı, varisi olarak kabul etti ve onu veliaht prens yaptı.


   …


   Jianyuan'ın sekizinci yılında Hun topraklarına ordu gönderdi. Hunlar topraklarını koruyarak yüzlerce li geri çekildi. Beklenmedik kar yağışı üzerine birkaç ay çetin mücadeleler verdiler.


   Jianyuan'ın dokuzuncu yılında büyük bir zafer elde edildi. Onları çölün derinliklerine kadar takip edip bastırdılar. Uzun süre saldırıya geçemediler.


   İmparator Wu dördüncü ayda bizzat sefere çıkarak beşinci ayda doğruca hükümdarın çadırına vardı. Büyük Hun Hükümdarı’nın orduları yenildi, kendisi intihar etti.


   Bundan sonraki yüz yıl boyunca kimse sınırı ihlal etmeye cesaret edemedi.


   …


   Jiayi'nin ilk yıllarında vefat etti, aynı tabuta konularak gömüldü.



   Defin günü gece geç saatlerde, daha sonraki nesillerce İmparator Wen olarak bilinen Chu Yuan, büyük katip ile bir masada şarap içiyordu.


   Genç imparator göz alabildiğine uzaklara baktı. Aniden, "Babamın kastettiği, soylu babam ile arasındaki aşkı tamamen gizlemek, tek kelime dahi etmemek istediği mi?” dedi.


   Büyük katip, “Evet.” diye yanıtladı.

   

   “O halde sevgili tebaam, eğer tarih kitaplarına kaydedebilseydik nasıl ifade edilmesi gerekecekti sence?”

   

   Büyük katip kendi kendine düşündü bir süre. “Merhum imparator ile merhum başmüfettiş, ömürlerinin sonuna değin derin bir aşka sahipti.”

 

   Chu Yuan sessizce gülümseyerek şarabını içti.



   Hayatlar süzülüp gidiyor bir rüya misali, görkemli başarılar binlerce yıl varlığını sürdürüyor. Günler yavaş yavaş geçip giderken uzak sisler altında kalan hikaye, nihayet kaydedilen tarihte kimselerin bilmediği belirsiz bir sıcaklığa dönüşüyor.


- Son -



   Tosbağa Notu:


   Yazar uzun uzun bir şeyler yazmış, hepsini aktarmak yerine kısaca bahsedeceğim.

   

   Sonunda Su Shiyu’nun Chu Mingyun’a yardım edişinin sadece aşkından kaynaklanmadığını, esasında vatanını düşünerek hareket ettiğini söylüyor. Chu Mingyun’un “Kimsenin beni anlamasına ihtiyacım yok.” demesine karşın Su Shiyu’nun onu anladığını, bu yüzden bu ikisini sevdiğini, ister sevgili ister sırdaş olsunlar iyi bir çift olduklarını yazıyor. Bir de üzülmüş hikaye bitince djbskjsb ben de üzüldüm ya buruk bir sevinç var ama burukluk daha fazla, ağlayacağım şimdi…


   Bir de bu sonu sevdiğini yazmış. Emekli hayatı yaşamanın da aslında iyi bir son olduğunu fakat bu ikisine yakışmayacağını düşünüyormuş. Sonuçta Chu Bey ve Su Bey ülke için çalışan hırslı insanlar. Ben de katılıyorum kendisine :’)  


   Ve son olarak, okuduğunuz için teşekkürler.