49
Büyük hizmetçi elinde bir torba şekerlenmiş meyveyle odaya girdi.
Boş ilaç kâsesini gördüğünde bir an şaşırdı ve sonra biraz sinirlendi.
“Mezhep efendisi, yine ilacınızı düzgün bir şekilde almayı reddediyorsunuz.” dedi hizmetçi kollarını kavuşturup öfkeyle. “İlacı nereye döktünüz? Bendeniz size kaç defa ilacı saksılara dökerseniz çiçeklerin solacağını söyledi?!"
Ji Han: “Zatım öyle bir şey…”
Hizmetçi daha da öfkelendi. “Hâlâ konuşuyorsunuz! Mezhep efendisi, ilacı içmezseniz yaranız iyileşmez!"
Ji Han: “Zatım hepsini gerçekten içti…”
Hizmetçi: “Daha önce yaralandığınızda bir kase ilacı içesiye kadar en az yarım saat oyalanırdınız. Ama bugün bendeniz şekerlenmiş meyve alıp gelene kadar ilaç kasesi çoktan boşalmış, kesin onu gizlice dökmüşsünüzdür!”
Ji Han dudaklarını büzdü. Çok mağdur görünüyordu.
Zhao Jiangui açıklamasına destek çıkmak zorunda kaldı. “Gerçekten hepsini içti…”
Hizmetçi hâlâ biraz kuşkuluydu. “Genç Efendi Zhao, onun için yalan söylemeyin.”
Zhao Jiangui gülse mi ağlasa mı bilemedi. “Bir an önce iyileşmesini dört gözle bekliyorum, neden onun için yalan söyleyeyim ki?”
Hizmetçi: “Peki… mezhep efendisi ilacı gerçekten bitirdi mi?”
Zhao Jiangui: “Evet.”
Hizmetçi onun sözlerine inanmış görünüyordu. Gözlerini kırpıştırarak devam etti. “Mezhep efendisinin ilacını bu kadar kolay içtiğini görmek nadirdir. Sevginin gücü gerçekten büyük.”
Zhao Jiangui: “...”
Ji Han: "..."
Onurunu kurtarma gücü daha da olağanüstüdür.
Hizmetçi: “Genç Efendi Zhao, bendenizin bir ricası var.”
Zhao Jiangui şaşırdı. “Nedir?”
Hizmetçi ciddiyetle, “Bundan sonra mezhep efendisinin ilacını içmesinde siz yardımcı olun lütfen!” dedi.
Zhao Jiangui: “...”
Ji Han: “...”
Ji Han: “İstemiyorum!!!”
50
Hizmetçi çekildikten sonra ikisi de suskun suskun birbirlerine baktılar.
Ji Han yorgun hissediyor gibi yatağa yaslandı.
Üzerinde sadece düz beyaz tek bir cübbe vardı. Normalde giydiği mürekkep karası cübbe omuzlarına örtülmüştü. Uzun, gevşek saçları yakasından sarkıyordu. Her zamanki gururlu ve mesafeli havasından yoksundu.
Zhao Jiangui aslında onunla Kıdemli Wen'in meselesi hakkında konuşmak istiyordu. Ancak Ji Han'ın gözlerini hafifçe kapattığını gördü. Birkaç defa konuşmak isteyip tekrar ağzını kapadı ve sonunda hiçbir şey söylemedi.
Ji Han yorgun görünüyordu. Bu konuyu birkaç gün sonra konuşsa da geç olmazdı.
Zhao Jiangui bu düşüncede, bir anlığına yapacak bir şeyi yok gibi hissederek tekrar sadece Ji Han’ın yüzüne baktı.
Ji Han kendisine bakılmasından bıkmış gibiydi. Gözlerini açıp “Zatımın yüzünde çiçek mi var?” diye sormadan edemedi.
Zhao Jiangui hiç duraksamadan, “Yüzünde çiçek yok.” diye cevap verdi.
Ji Han: “O zaman neden bana bakıyorsun?”
Zhao Jiangui: “Bir çiçekten daha güzel görünüyorsun.”
Nihayetinde daha önce hiç böylesi bir zarafete sahip olmamıştı. Bir çiçeğe hayranlıkla bakmaktan gözlerini nasıl alabilirdi?
Ji Han'ın bu söze kızacağını düşünmüştü ama Ji Han sadece kaşlarını çattı ve usulca iç çekti.
Zhao Jiangui onun neden iç çektiğini anlamadı.
Ji Han bir an sessiz kaldı ve ona, “Az önce zatıma söylemek istediğin bir şey mi vardı?” diye sordu.
Zhao Jiangui biraz tereddüt etti.
Ji Han onun ne düşündüğünü bilmiyordu. Kaşlarını hafifçe çatarak, “Eğer söyleyecek bir şeyin varsa doğrudan bana söyle, içine atma.” dedi.
Zhao Jiangui, “Bu sizin mezhebinizle alakalı bir şey, ben dışarıdan biriyim, hiçbir şey söylememeliyim.” dedi.
Ji Han başını salladı. “Söylemende bir sakınca yok.”
Zhao Jiangui: “O gün sen bayıldıktan sonra Kıdemli Wen adamlarıyla birlikte buraya koştu.”
Ji Han: “Bunu biliyorum.”
“Bilincin yerinde değildi ve ilk sorduğu şey benim durumumun ciddi olup olmadığıydı.” Zhao Jiangui kaşlarını çattı. “Bunu tuhaf buldum. Önce senin için endişelenmesi gerekmez miydi? Sonrasında sana sadece gelişigüzel baktı ve hiç endişeli bile görünmedi."
Ji Han ise rahatlamış görünüyordu. “Buydu yani.”
Zhao Jiangui ona, “Bu normal mi?” diye sordu.
Ji Han: “Normal.”
Zhao Jiangui hiçbir şey anlamadı.
Ji Han: “Kıdemli Wen benden hiç hoşlanmaz. Mezhepteki pek çok kişi bunun farkında.”
Zhao Jiangui’nin yüreği sıçradı. “Yoksa bir ihtimal o…”
Ji Han nazikçe başını salladı. “O olamaz. Benden hoşlanmasa da beni öldürmek için harekete geçecek kadar aptal değil.”
İkisi uzun bir süre sessiz kaldılar. Zhao Jiangui birden ağzını açtı. “Senden neden… nefret ettiğini sorabilir miyim?”
Şeytani mezhep içindeki anlaşmazlık ne kadar derin olursa Yenilmezler İttifakı için o kadar faydalı olacaktı.
Yalnız Zhao Jiangui'nin hâlâ şüpheleri vardı. Xiao-Lin bu konudan ittifaka hiç bahsetmemişti. Öyle ki şeytani mezhebin kıdemlisi ile mezhep efendisinin gizliden gizliye düşmanlık beslediğini bile bilmiyordu.
Erdemli okulun gizli bir ajanı olarak görevlerinde biraz fazla ihmalkârdı.
Ji Han cevap olarak hiçbir şey söylemedi. Zhao Jiangui sorusunun haddini aştığını hissetmeye başladı.
“Bu meselenin nedenini mezhepte bile herkes bilmiyor. Sen erdemli okulun bir mensubusun. Bu meselenin sana anlatılmaması gerekir.” Ji Han hafifçe içini çekti. “Ama sen yine de… bunu sana söylesem önemli olmaz sanırım.”
Zhao Jiangui biraz duygulandı.
Ji Han: “Ben mezhep efendisinin öz oğlu değilim. Merhum mezhep efendisi sadece beni evlat edinmişti.”
Zhao Jiangui başını salladı. “Biliyorum.”
Ji Han: “Uzun zamandır dövüş sanatları aleminde bu konuyla ilgili söylentiler var. Bazıları onun kötü davranışlarından dolayı cezalandırıldığını, bu yüzden kendi oğlu olmadığını söylüyor. Ancak siz muhtemelen onun bunca zamandır bir oğlu olduğunu bilmiyorsunuzdur.”
Zhao Jiangui: “Bu benim bilmediğim bir şey.”
Ji Han: “Babam onun dövüş sanatları aleminde kılıç ve kan içinde bir hayat sürmesini istemedi. Onu onuncu yaşına gelene dek dövüş sanatlarını öğretmeden yetiştirdi.”
Zhao Jiangui: “Mezhep efendisinin oğlu olarak doğdu. Ne olursa olsun dövüş sanatları aleminin kanlı yağmurlarından kaçamaz.”
Ji Han: “Bu yüzden onu mezhepten ayırıp sıradan bir ailenin evine verdi… Babam onun ortalama bir hayat sürmesini dövüş sanatları alemine yarım bir adım bile atmasına tercih etti.”
Zhao Jiangui ne diyeceğini bir an gerçekten bilemedi. Ustası kendisine kılıç çalıştırmasaydı neler olacağını düşünse de hayal edemiyordu. Çaresizce iç geçirdi. “Anne babalar çocuklarını muhtemelen bu şekilde seviyorlar.”
“Yaşı benimkine yakın. Bu sene yirmilerinde olsa gerek.” Ji Han'ın ifadesi biraz kederli görünüyordu. “Çoktan bir çiftçi, tüccar veya bilgin olmuştur fakat dövüş sanatları aleminden biri olmasının imkanı olmayacak.”
Zhao Jiangui anladı. “Çok sayıda insan senin başına talih kuşu konduğunu düşünüyor olmalı.”
Şeytani mezhepte veraset kanla geçerdi. Mezheptekilerin Ji Han’dan bu sebeple hoşlanmamaları oldukça normaldi.
Ji Han dudaklarını büzdü. Hiçbir şey söylemedi.
Zhao Jiangui, “Sen yoksa… ona imreniyor musun?” diye sordu
Ji Han irkilir gibi oldu. “Neden böyle söylüyorsun?”
Zhao Jiangui: “Sadece rastgele bir varsayım.”
İkisi tekrar bir süre sessizliğe büründü. Ji Han birden, “Bazen.” diye konuştu.
Zhao Jiangui sessiz sedasız ona baktı.
Ji Han, “Aslında kılıçları o kadar da sevmiyorum.” diye fısıldadı.
Bu cümle o kadar sessizdi ki sanki kulağında bir fısıltı gibiydi. Zhao Jiangui neredeyse yanlış duyduğunu düşünecekti.
Birdenbire Ji Han için büyük bir üzüntü duydu.
…
Zhao Jiangui hiç yoktan, “Ya beni seviyor musun?” diye bağırdı.
Bu cümle senaryoda yazmıyordu. Muhtemelen o senaryo yüzünden yoldan çıktığını düşündü.
Ji Han uzun bir süre boş boş baktı. “Sen… Sen kılıçlarla nasıl kıyaslanabilirsin?”
Zhao Jiangui başını salladı. Çok üzülmüştü. “Anladım. Senin kalbinde bir kılıç kadar bile yerim yok.”
Ji Han: “...”