Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 1: "Sen sadece küçük bir mantarsın."

 

Mağara loş ve nemliydi, bitkilerin yaydığı soluk ışıltıyla aydınlanıyordu. 

Taş duvarlar, birbirine dolanmış büyük yılan grupları gibi koyu yeşil, koyu mor veya siyah sarmaşıklarla sarılmıştı.

Altı sert kanadı ve üç ağız parçası olan, uçan siyah böcek sendeleyerek içeri girdi. 

Sonraki anda birbirine dolanmış sarmaşıkların arasından kocaman, mor ve şişmiş bir sarmaşık yükselerek bir ağız gibi açıldı ve bir an sonra kapanarak uçan böceği yuttu.

Sarmaşık yavaşça kıvrandı ve şişmiş kısım yavaş yavaş asıl durumuna geri döndü.

Mağaradan kanat çırpma sesine benzer bir ses yükseldi. Bir damla sümük, yarı saydam bir lifi takip ederek mağaranın tepesinden aşağı, yerdeki yapışkan yosunun üzerine düştü. Hafifçe kımıldandı ve  hızla emilerek zeminde kayboldu.

Yeşil bir mantarın yaydığı floresan ile aydınlanan bir köşe vardı. Kaya ile toprak arasındaki yarıklardan beyaz sıvı bir gelgit dalgası gibi fışkırdı. Geniş bir alan kar beyazı miselyumla kaplanmıştı. Büyüdü, yayıldı ve yüz milyonlarca hifini yayıp sonunda merkeze doğru kıvrılarak ilerledi. Bir vücut oluşturana kadar uzayıp toparlandı. Bir ayak yumuşak yosuna bastı ve sadece beyaz bir bilek görünene kadar yosuna battı.

An Zhe kendi ayak bileğine baktı. Bu, iskeleti, kasları ve kan damarları ile destekleyen bir insan uzvuydu. Eklemler hareket edebiliyordu ama iskeletin sınırlamaları nedeniyle esnek değillerdi. Tırnak etleri tırnakları oluşturuyordu, yuvarlak ve şeffaflardı. Hayvanların keskin pençelerinden evrilen bir dejenerasyon sonucuydu.

Bacağını kaldırdı ve bir adım attı. Daha önce üzerine bastığı için çöken yosun ıslak ve esnekti. O ayrıldıktan sonra dik bir solucan gibi tekrar bir araya toplandı. 

Bu sefer başka bir şeye bastı, ayaklarının altında bir insan iskeletinin kolu vardı.

An Zhe loş ışıkta iskelete baktı.

Mantarlar ve sarmaşıklar kemiklerin derinliklerine kök salmıştı. Koyu yeşil sarmaşıklar kalça ve bacak kemiklerini sararken parlak renkli küçük mantarlar açmış çiçekler gibi kaburgaların içinde büyümüştü.

İçi boş gözlerinden ve seyrek dişlerinden floresan mantarlar fışkırmıştı. Yeşil ışıltıları mağaranın sisinde bulanıklaşmış bataklık kumu gibiydi.

An Zhe uzun bir süre ona baktı. Sonunda eğildi ve iskeletin yanındaki hayvan derisinden yapılmış sırt çantasını aldı. Sırt çantasının içindeki eşyalar rutubetten etkilenmemişti; birkaç parça giysi, insan yiyeceği ve su ile üzerine 3261170514 numarası kazınmış, avuç içinin yarısı büyüklüğünde mavi bir çip vardı.

Üç gün önce iskelet yaşayan bir insandı.

"3261170514..." Genç insanın sesi boğuk ve kesintiliydi, mağaranın ürkütücü yeşil ışıltısı yüzüne yansıyordu. "...kimlik numaram. Bu benim kimlik kartım. İnsan üssüne onunla geri dönebilirim."

An Zhe, "Geri dönmene yardım edebilir miyim?" diye sordu.

İnsan gülümsedi, sağ elinin parmakları usulca yanına düşerken çip elinden yuvarlanıp yosunların arasına karıştı. Sırtını mağara duvarına yasladı, başını kaldırdı ve sol elini göğsüne bastırdı. Orada çok büyük bir yara vardı, grimsi beyaz sivri bir kemik ön göğsünü delip sırtından dışarı çıkmış, etrafındaki deri iltihaplanmıştı. Bir kısmı griydi ve topaklaşmış et kemik yüzeyini kaplıyordu. Diğer kısmı koyu yeşildi, nefesinin ritmine göre grimsi siyah bulanık bir sıvı aşağıya doğru damlamaya devam ediyordu.

"Geri dönemem, küçük mantar." diye fısıldamadan önce birkaç kez nefesi kesildi.

Gömleği leke içindeydi, teni solgundu, dudakları kurumuş ve çatlamıştı, vücudu düzensiz bir şekilde titriyordu.

An Zhe ona baktı ve ne diyeceğini bilemedi. Sonunda tek yapabildiği bu genç insanın adını mırıldanabilmekti. "An Ze?"

"İnsan dilini neredeyse tamamen öğrenmişsin." İnsan, kendi vücuduna baktı.

Gövdesinde irin ve kanın yanı sıra beyaz miselyum da vardı. Vücudunun bir parçası haline gelmişlerdi. Miselyum sinsice büyüyerek An Ze'nin uzuvlarına ve gövdesindeki yaralara yapışmıştı. Mantarın amacı ölmekte olan bu insan için kanamayı durdurmaktı. Ancak miselyum içgüdüsel olarak dışarı akan taze kanı da emip sindiriyordu.

"Genlerimi yemek sana bu kadar çok şey öğretebilir mi? Bu yerin kirlilik indeksi gerçekten çok yüksek." dedi insan.

An Zhe'nin zihninde bilgi parçaları ortaya çıktı. Beş saniyelik dönüşümün ardından kirlilik indeksinin genlerin dönüşme hızı anlamına geldiğini öğrenmişti. Şu anda insandan gelen genler An Ze'nin kan dolaşımından vücuduna akıyordu.

"Belki... ben öldüğümde, vücudumun tamamını yiyerek çok daha fazlasını elde edersin..." An Ze mağaranın tepesine baktı ve zorla gülümsedi. "Senin için iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilmesem de anlamlı bir şey yapmış gibiyim."

An Zhe tek kelime etmeden tüm vücudunu An Ze'ye doğru hareket ettirdi, yeni büyümüş insan kollarını An Ze'nin omuzlarına doladı, bir miselyum kütlesi An Ze'nin üzerine dökülüp yanına yığıldı ve titreyen vücudunu onun için destekledi.

Mağaranın sessizliğindeki tek ses ölmekte olan insanın soluk alışlarıydı.

Uzun bir aradan sonra An Ze nihayet tekrar konuştu. "Hayatının hiçbir anlamı olmayan bir insanım."

“…Önemli bir şeyim yok, bu yüzden beni geride bırakmaları normal. Aslında insan üssüne geri dönmediğim için çok mutluyum. Aslında... değerli insanların yaşayabileceği vahşi bir yer gibi. Ben uzun zamandır ölmek istiyordum, sadece ölmeden önce senin gibi nazik bir yaratıkla karşılaşmayı beklemiyordum, küçük mantar."

An Zhe bu isimlerin ne anlama geldiğinden tam olarak emin değildi, mesela değer ve ölüm gibi. Yine de bir isme odaklandı, 'insan üssü'.

An Ze'nin omzuna yaslandı ve "İnsan üssüne gitmek istiyorum." dedi.

An Ze, "Neden?" diye sordu.

An Zhe sol kolunu kaldırdı ve parmakları havada sanki bir şeyi yakalamaya çalışır gibi sallandı ama hiçbir şey yakalayamadı.

Tıpkı vücudu gibi.

Vücudu boştu.

Gövdesinin en derin yerinde büyük bir boşluk doğmuştu ve onu doldurmanın, iyileştirmenin hiçbir yolu yoktu. Bununla birlikte sonsuz bir boşluk ve panik, onu her gün rahatsız eden şeylerdi.

İnsan dilini düzenledi ve yavaşça, "Ben... sporumu kaybettim." dedi.

"Spor mu?"

"Benim... tohumum." Bunu nasıl açıklayacağını bilmiyordu.

Her mantarın yaşamı boyunca sporları olurdu; bazılarının sayısız, bazılarının ise sadece bir tane. Spor, bir mantarın tohumuydu. Mantarın kıvrımlarından çıkar ve rüzgarla ormanın herhangi bir yerine dağılır, orada kök salar ve yeni bir mantar olur, o da yavaş yavaş büyür ve kendi sporlarına sahip olurdu. Sporları olgunluğa ulaştırmak bir mantarın hayattaki tek göreviydi, ancak henüz olgunluktan çok uzaktayken kendi tek sporunu kaybetmişti.

An Ze yavaşça başını çevirdi. An Zhe, onun kemiklerinin eski bir insan makinesi gibi dönerken çıkardığı tıkırtıyı duyabiliyordu.

"Oraya gitme." İnsanın sesi kısıktı ve konuşması yavaşlamıştı. "Öleceksin."

An Zhe kelimeyi tekrarladı. "…Ölmek mi?"

"İnsan üssüne yalnızca insanlar girebilir, yargıcın gözünden kaçamazsın." An Ze birkaç kez öksürdü, sonra derin bir nefes aldı. "Gitme... küçük mantar."

An Zhe'nin kafası karışmıştı. "Ben…"

İnsanın eli aniden An Zhe'nin miselyumunu şiddetle kavradı. Çok fazla güç kullanmış ve nefes alışları keskinleşmişti.

"Dinle." Şiddetli bir titreme ve soluk alıp vermenin ardından An Ze yavaşça gözlerini kapatarak alçak sesle konuştu. "Hiçbir saldırın ya da savunman yok. Sen sadece... çok küçük bir mantarsın."

An Zhe, An Ze'ye insan üssüne gideceğini söylediği için bazen pişmanlık duyuyordu.

An Ze'ye söylememiş olsaydı An Ze son anlarını bunu yapmasını engellemeye çalışarak geçirmeyecekti. Bunun yerine An Ze'nin bir hikaye anlatmasını dinleyebilirdi. An Zhe onu karanlık mağaradan alıp çıkarabilir gökyüzünde değişen kutup ışıklarına son bir kez bakabilirdi. Ancak An Ze'nin gözleri bir daha açılmadı.

An Ze'nin bu dünyadaki hayatının birdenbire uçup gitmesi gibi kısacık hafızası da uçup gitti. An Zhe'nin önünde yalnızca bembeyaz bir iskelet kaldı.

Ancak yine de An Ze'nin isteklerine karşı gelmek zorundaydı.

Beş parmağını yavaşça açtı.

Avucunun narin derisi ve soluk çizgileri üzerinde pirinç renginde, metalik, yuvarlak, tüp şeklinde, ağır, üzerinde anlaşılmaz ama hiç de alışılmadık olmayan bir desen olan bir mermi kovanı yatıyordu. Sporunu kaybettikten sonra o bölgede bulduğu ve aldığından beri elinden bırakmadığı şeydi bu.

Sporunu geri alabilmesi için milyonda bir şans varsa, o milyonda bir şans da bir insan eseri olan bu kovanda yatıyordu.

Hafifçe içini çekti ve mermi kovanını An Ze'nin bıraktığı hayvan derisi sırt çantasına yerleştirdi. Eğilerek An Ze'nin bir zamanlar üzerinde olan giysilerini aldı. Kan lekeli, kirli beyaz, uzun kollu bir gömlek, siyah pantolon ve siyah deri botlardı.

Bunu yaptıktan sonra mağaranın dışına doğru yürüdü. Hafifçe bol giysiler yürüdükçe tenine sürtünüyor ve derisine gömülü sinir uçlarından merkezine doğru yayılan ince akımlar, insan formunu ilk kez kullanan An Zhe'yi rahatsız ediyordu. Kaşlarını çattı ve bol gömleğinin kollarını yukarı çekti.

Mağara uzun ve dolambaçlıydı, duvarları birbirini iten ve An Zhe geçerken bir gelgit dalgası gibi geri çekilerek mağaranın tepesinde kıvrılan sarmaşıklarla doluydu.

Üç dönüşten sonra rüzgâr içeri girdi, hava nemliydi. Mantar, mağaranın girişinde sarkan ölü sarmaşıkları koparıp attı. Onun türü olan mantarlar hem yakında hem uzakta, göz alabildiğine uzanıyordu. Gökyüzüne kadar yükseliyor gibilerdi, her şey durgun ve sessizdi. Tepedeki mantar şapkalarının arasından gökyüzünün donuk ışığı içeri süzülüyordu, gökyüzü griydi ve tek tük yeşil parıltılarla parıldıyordu. An Zhe yağmurun, sisin, yılanların ve çürümüş bitkilerin kokusunu alabiliyordu.

Hâlâ akşamın erken saatleriydi, mağaranın ağzındaki en yakın gri-beyaz mantarın şapkasının altına oturdu ve sırt çantasından farklı tehlike bölgelerini simgeleyen renk tonlarıyla donuk sarı bir harita çıkardı. An Ze bir keresinde içinde bulundukları mağaranın yaklaşık yerini göstermişti; haritanın en karanlık kısmıydı ve bu altı yıldızlı tehlike seviyesi ile altı yıldızlı kirlilik seviyesi anlamına geliyordu. Buraya "uçurum" adı verilmişti. Haritada uçurumun bulunduğu alan ayrıca birçok garip sembolle işaretlenmişti, An Zhe bunları tek tek kontrol etmek için haritanın sağ alt köşesindeki dizini takip etti. Bu semboller, uçurumun son derece yoğun mantarlar, insan yiyen sarmaşıklar, insan yiyen çalılar, basit memeliler, karışık tip memeliler, yaygın sürüngen yaratıklar, zehirli sürüngen yaratıklar, kanatlı yaratıklar, amfibi yaratıklar, karışık polimorflar ve insan benzeri yaratıklar gibileriyle dolu olduğu anlamına geliyordu. Ayrıca uçurumun içinde kanyonlar, tepeler, dağlar, harap olmuş insan yerleşkeleri ve yol kalıntıları gibi yeryüzü şekilleri de bulunmaktaydı.

Kuzeyden güneye, gözleri yukarı doğru ilerledi. Bu benekli haritanın sağ üst köşesinde parlak kırmızı beş köşeli bir yıldızla işaretlenmiş saf beyaz bir alan vardı, yıldızın sağında bölgenin adı yazıyordu: Kuzey Üssü.

Gökyüzü gittikçe daha yeşil bir hal alıyor ve üssün rengi hava yavaş yavaş koyulaşarak zifiri karanlığa dönüşüyordu. Gece yarısı An Zhe gökyüzündeki yıldızların şekillerini zar zor seçebiliyordu. En parlak olanının Kuzey Yıldızı olduğunu ve yolu gösterebileceğini biliyordu.

Bu yüzden haritanın sol üst köşesindeki yukarı bakan oku Kuzey Yıldızı'na doğru çevirdi ve yerdeki çürümüş odunlara, dökülmüş yapraklara, miselyumlara ve çamura basarak adım adım dışarı çıktı.

Gece karanlık değildi. İnsanların kutup ışığı dediği değişen yeşil ışıklar ilerideki her şeyi aydınlatıyordu. An Zhe'nin önünde mantarlardan başka bir şey yoktu. 

Büyük şapkalı sarı, kırmızı veya kahverengi mantarlar... 

Dağ kayalıklarındaki küçük, kümelenmiş mantarlar...

Yere saçılmış, olgunlaşan ve sis benzeri bir spor yağmuruyla patlayan yuvarlak mantar topları...

Bu sporlar yere düşer ve nemli, dökülmüş toprakta bölünmeye başlar, ebeveynlerine benzeyen küresel keseler halinde büyürdü.

Şapkasız mantarlar da vardı, sadece beyaz veya sarı hifler bir araya toplanmış veya birbirinden ayrılmış, deniz yosunu gibi havada süzülüyorlardı.

Ancak burası sadece mantarların dünyası değildi; sarmaşıklar ve yosunlar, çalılar, insan yiyen çiçekler ve tuhaf şekilli ağaçlar da gecenin içinde sessizce gizleniyordu. Bitkiler ormanının arasında bazı karanlık gölgeler, bazı garip şekiller, yaratıklar ya da insan ve yaratık karışımı hayvanlar koşuyor, uluyor ve ormanda savaşıyordu. Hayvanlar hayvanlarla, hayvanlar bitkilerle ya da bitkiler bitkilerle mücadele ediyordu. Yüksek ve alçak ulumalar An Zhe'nin kulak zarlarına çarpıyor, taşlar ve toprak her renkten taze kanla karışıyor, bir çam ağacının gövdesini eğip siyah pullu ve iki kuyruklu uzun bir yılanı yuttuğuna tanık oluyor ve bir kurbağanın -kocaman bir kurbağa- uzun parlak kırmızı dilini uzatıp havada sırtında bir insan kolu olan bir yarasanın etrafında kıvırdığını ve onu yuttuğunu görüyordu. Yarasayı yuttuktan beş dakika sonra yumrulu ve balçık kaplı omurgasının üzerinde bir çift siyah kanat büyüdü ve yumuşak bir şekilde kıvrıldı. Bu, mantarın gördüğü binlerce sahneden sadece biriydi ve mantar buna alışmıştı.

Tam o sırada dört gözlü, pullarla, tüylerle ve kürkle kaplı, timsah ve dev bir kurt gibi bir kafası olan, dudaklarından yedi dişi dışarı çıkan gri bir canavar yaklaştı ve An Zhe'ye doğru eğilerek kan kırmızısı burnuyla onu kokladı.

An Zhe kıpırdamadı, sessizce bir mantara yaslandı ve tüm vücudu koklanana kadar sabit bir şekilde nefes aldı.

Dev yaratık sanki hiçbir şey bulamamış gibi döndü ve ağır ağır ayaklarını sürükledi.

An Zhe, bir insan bedenini kullanıyor olsa bile hiçbir şeyin onu fark etmeyeceğini fark etti. Belki de mantarlar burada her yerde olduğu, besleyici olmadığı, saldırgan olmadığı ve bazen zehirli olduğu içindi. Böylece o ve bu dünyanın yaratıkları barış içinde yaşıyorlardı.

Belki de An Ze'nin dediği gibi, o sadece küçük bir mantardı.


Radyo Dizisi 1. Sezon Şarkısı: