Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 2: "Kuzey Üssü'ne mi dönüyorsunuz?"

 

An Zhe uzun bir süre yürüdü.

Günler ve geceler geçtikten sonra haritada kat ettiği mesafe ancak bir insanın küçük tırnağı kadardı ve Kuzey Üssü'nden hâlâ bir parmak boyu uzaktaydı. İnsan ulaşım araçlarına sahip değildi ve oraya varmasının ne kadar süreceğini bilmiyordu.

Sonunda nemli ve karanlık havanın kaybolduğunu, ayaklarının altındaki toprağın sertleştiğini hissetti.

Akşam güneşi kızıl bir göz gibi batarken ve uzaktaki dizili kara dağlar onu bir perde gibi örterken kaybolduğunda alacakaranlık ile kutup ışıkları birlikte süzüldü. An Zhe haritayı açtı ve el yazısı ile sembolleri tanımlamaya çalıştı.

Uçurumun sınırı olan kurumuş bir nehrin yanından yeni geçmişti. Sınırdan sonra 'İkinci Ova' denen bir yer vardı. Üç yıldızlı tehlike ve iki yıldızlı kirlilik seviyesine sahip olan İkinci Ova'da büyük eklembacaklılar ve kemirgenler yaşıyordu, artık mantarlarla kaplı değildi, yine de çoğunlukla sıradan alçak çalılar vardı.

Gerçekten de uçurumun engebeli arazisi, her yerde bulunabilen yarıklar ve gecenin karanlığında birbirine dolanan uzun ağaçların hiçbiri burada yoktu. Her yer açıktı ve manzara göz önündeydi, düz ve alacakaranlıkla birlikte sonsuza uzanıyordu.

Yine de An Zhe huzursuz hissediyordu.

İkinci Ova'nın kuru havası bir mantar için uygun değildi. Besinleri emecek herhangi bir toprak bulamıyordu, fiziksel gücünü ancak uyumak gibi insani yollarla geri kazanmak zorundaydı.

Bu yüzden uzun bir süre yürüdü ve sonunda üzerinde tek tük yeşilimsi sarı otların yetiştiği hafif çukur bir alan buldu, kollarıyla dizini sararak oturdu ve kıvrılmak için uygun bir pozisyon buldu.

Bir mantar hayatının büyük bir bölümünü uyuyarak geçirirdi ama ilk kez bir insan pozisyonunda uykuya dalıyordu.

Bir mantarın uykusu bir yerde hareketsiz kalıp zamanın geçmesini beklemekti ancak görünüşe göre bir insanın uykusu farklıydı. Gözlerini kapattıktan kısa bir süre sonra sonsuz karanlık bir gelgit dalgası gibi yükseldi ve vücudu hafifledi, daha doğrusu yavaş yavaş kendini kaybediyor gibiydi.

Saatin kaç olduğunu bilmiyordu, rüzgarın uğultusu kulağında çınlıyordu. Daha öncesinde en çok sevdiği şey vahşi doğadaki rüzgarın sesiydi.

Ama sporlarını kaybettiğinden beri bu rüzgar sesleri anlamsızlaşmıştı - en sevdiği vahşi doğada debelenip dururken. Rüzgâr insan sesleriyle çınlıyordu, tam olarak hatırlayamadığı heceler, sadece çok azı, yerini insan diline bırakmıştı ve bir araya getirilemeyen kopuk kelimeler -

Ancak artık bu rüzgarın hiçbir anlamı kalmamıştı -vahşi doğada debelenip dururken sporunu kaybetmişti. Rüzgarda insan sesleri vardı. Heceleri net bir şekilde hatırlamıyordu ve sadece bazı kısımlarını hatırlayabiliyordu. İnsan dilinde düşünüldüğünde bir araya getirilemeyen bazı parçalar vardı.

"Bu... garip, çok..."

"…ne tür?"

"Al... şuraya... numune."

Bir sonraki anda tarifsiz bir acı vücudunun her yerine yayılmıştı. Bu his hafifti ama derinlerde, bilincinde asla ama asla doldurulamayacak bir boşluk belirmişti ve o zamandan beri en önemli şeyi kaybettiğini biliyordu.

Korku bir anda tüm vücuduna yayılmış ve o andan itibaren rüzgârın sesinden korkmaya, bir mağarada yaşamaya başlamıştı.

Kalbi güm güm attı ve aniden dehşete kapıldı, sporunu kaybetmesi gibi bir dehşet.

An Zhe'nin gözleri açıldı ve sadece insanların yapabildiği gibi rüya gördüğünü hemen fark etti. Bir sonraki an nefes alıp vermesi tamamen durdu.

Korkunun kaynağını anlamıştı. Önünde siyah bir yaratık duruyordu.

Kan kırmızısı iki göz korkunç bir şekilde parladı. An Zhe'nin tüm vücudu gerildi ve bakışları aşağı kaydı. Ay ışığı kadar soğuk bir şekilde parıldayan üç çift ince ve keskin, orak benzeri ön uzuvları vardı, bir insan kadar uzunlardı.

Bunun ne olduğunu anlayınca vücudu titredi. Milyonlarca yıl önceki ilk atasından kalma bir ürpertiydi. Bir mantar, bir termit sürüsünün ısırmasıyla ölürdü.

Uçurumdaki yaratıklar mantarları önemsemeyebilirlerdi ama İkinci Ova'nın eklembacaklıları onları nadir bir lezzet olarak görebilirdi.

Bu düşünce aklına gelir gelmez An Zhe yana doğru yuvarlandı!

Eklembacaklının keskin ön ayakları An Zhe'nin yanına, az önce yattığı yerdeki çamura saplanırken yeri sarsan donuk bir gümbürtü duyuldu.

Hızla sırt çantasını kaparak ayaklandı. Eklembacaklının yoğun ayak sesleri kulaklarında çınlarken kısa bir mesafe ötedeki çalılıklara doğru deli gibi koştu. Ses biraz azaldığında An Zhe arkasına baktı ve kuzey ışıklarının altında nihayet o şeyi tam olarak gördü -binlerce kez büyütülmüş bir karınca gibi kocaman siyah bir canavardı.

Neyse ki vücudu çok hantal görünüyordu ve bir insanın koşma hızı onunkinden daha hızlıydı. An Zhe, önündeki çalılıklara doğru koşarken...

Düştü.

O bir saniye içinde yaratığın gölgesiyle sarılmıştı, keskin bir rüzgâr eşliğinde o şeyin ön ayakları koluna doğru savruldu.

An Zhe'nin kolları birden boşaldı. Yumuşak kumaş sarkmış ama hiçbir şey kesilmemişti.

Bu yaratığı şaşırtmışa benziyordu, yaratık duraksadı.

Aynı zamanda miselyum yayılarak kolundan yeniden çıktı bir kez daha eksiksiz bir insan kolu oluşturdu.

Canavarın bir sonraki darbesinden kaçınmak için olduğu yerde yuvarlandı. Yerden kalkmak için kolunu destek olarak kullandı ve alçak çalıların arasına düştü. İki kalın çalı vücudunu kapattı.

Ancak bu yaratığın gözlerinden kaçması için yeterli olmadı. An Zhe o anda vücudu değişmeye başladığında birkaç keskin nefes aldı; kollarının, parmaklarının ve diğer tüm uzuvlarının ana hatları bulanıklaştı, altında bir şey kabarıyordu, daha esnek bir şekilde kaçmak için miselyuma dönüşüyordu.

Tam o anda-

Bang!

Havada beyaz bir parıltı geçti ve saçma yaratığın başı ile karnı arasındaki eklemlere çarptı.

Sönük darbenin ardından beyaz ışıktan sessiz bir patlama meydana geldi ve kırmızı alevler parıldadı.

An Zhe çalıların arasına çömeldi ve devasa şeyin ortadan ikiye ayrılıp gümbürtüyle yere inişini izledi.

Yapraklar şokla hışırdayarak üzerine düştü ve yaratığın kafası yarım metreden daha az bir mesafe uzağa düştü. Kan kırmızısı gözleri hâlâ ona bakıyordu.

An Zhe uçurumda üç parçaya bölünmesine rağmen her biri hâlâ hareket edebilen yaratıklar görmüştü, ayağa kalkıp yaratıktan uzaklaşmak üzereydi ki birden çok uzakta olmayan başka bir ses duydu.

"Bu son uranyum bombası. Cesedi aldıktan sonra üsse dönelim." Kalın tonlu bir erkek sesiydi.

"Eklembacaklı kabukları ucuz değil. Sonunda bir tane yakalamayı beklemiyordum." Başka bir adamın sesiydi, bu öncekinden biraz daha tizdi.

Kısa bir konuşmadan sonra laflamayı kestiler. Ayak sesleri duyuldu; kumun sürtünme sesiyle karışan, kuma basan kalın deri çizmelerin sesiydi.

İnsan.

An Ze'nin ölümünden beri An Zhe insan görmemişti. Başını sessizce çalıların arasından çıkardı.

Çalılar hışırdadı ve ilk konuşan adam "Dikkatli ol!" diye bağırdı.

Bir an sonra üç siyah silah ona doğrultuldu.

An Zhe onlara baktı.

Kaçınılmaz olarak sporunu kaybettiği gecenin karmaşık anılarını hatırladı. Ancak An Ze'nin varlığı ona insanların nezaketini ve dostluğunu göstermişti. Bir an için içinde bulunduğu durumu düşündü ve "Mer...Merhabalar." diye konuştu.

Kutup ışıkları önündeki manzarayı aydınlatıyordu; koyu gri giyinmiş, hepsi de erkek olan üç insan net bir şekilde görünüyordu. Bellerinde geniş kahverengi kemerler ve onlara bağlı şarjörler vardı, ortada duran uzun boyluydu ve diğer ikisi biraz daha kısaydı.

Ortadaki adam ilk konuşan, 'son uranyum bombası'ndan bahseden kişiydi. Sesi çok sakindi. "Bir insan mı?"

An Zhe bir an tereddüt etti. Sonra canavarı uçuran silahı düşündü ve "Evet." diye yanıtladı.

"Adın ne? Kimlik numaran ne? Takım arkadaşın nerede?"

"An Zhe, 3261170514, kayıp."

Adam kaşlarını çattı ve ona baktı. Kalın siyah kaşları, parlak siyah gözleri, yüksek bir burnu ve kalın dudakları vardı; An Zhe'ye uçurumdaki yaratıklar kadar tehlikeli hissettirmeyen bir özellik kombinasyonuydu bu. An Zhe dudaklarını büzerek ona baktı.

Üç saniye sonra adamın yanındaki diğer adam -kısa boylu, koyu tenli bir adam- silahını tıkırdattı ve bir kez daha doldurdu, tehdit doluydu ve ona baktı, sesi alçak ve hızlıydı. "Kıyafetlerini çıkar."

An Zhe çalıların arasından kalktı. Gri gömleğin ilk düğmesini, ardından ikinci düğmesini açtı ve yakasındaki cildi açığa çıktı. Teni pürüzsüz ve süt beyazıydı, biraz miselyumunun rengine benziyordu.

Bir an sonra üçüncü adamın ıslık çaldığını duydu. Soluk kırmızımsı tenli, sarı saçlı, yüzünde insanların yaşlandığını gösteren türden pek çok kırışıklık olan bir adamdı. Gözleri gri-maviydi ve An Zhe'ye bakıyordu.

An Zhe başını eğdi, kalan düğmeleri açtı ve gömleğini çıkardı.

Gri-mavi gözlü adam ona yaklaştı ve onu baştan aşağı süzerek ikinci kere ıslık çaldı.

Adamın bakışları uçurumdaki bir yaratığın salyası gibi yapışkandı. An Zhe'yi bir kez daha ölçüp biçtikten sonra yanına geldi.

Hemen sonra An Zhe'nin bileğini yakaladı. Parmaklarını An Zhe'nin bileğinin derisinde gezdirdi ve baş parmağını bilek kemiğine sürttü. Sonra biraz tiz sesiyle, "Bu nedir?" diye sordu.

An Zhe elinin arkasına ve bileğine baktı; dağınık, düzensiz, kırmızı izler vardı, az önce yaratığın saldırısından kaçınırken çalıların çizmesiyle oluşan sıyrıklardı. Başını çevirdi ve gözleriyle arkasındaki çalıyı işaret etti. "Dallar."

Bunu kısa bir sessizlik izledi. Bir süre sonra adam dudaklarını şapırdattı ve ekledi: "Kalanını kendin mi çıkarmak istersin yoksa senin için ben mi çıkarayım?"

An Zhe kıpırdamadı.

Muhtemelen ne yaptıklarını biliyordu. An Ze'nin hafızasında da benzer sahneler vardı.

Genetik kirlilik hem yaratıkların kendi arasında arasında hem de insanlar ve canavarlar arasında gerçekleşirdi. Bir yabancının enfekte olup olmadığını anlamanın ilk yolu, vücudunun her yerini inceleyip yara olup olmadığını kontrol etmekti.

Ancak bu adam onu ​​rahatsız hissettiriyordu. Mantar olduğu zamanlarda şapkasının üzerinde bir yılan gezinirken hissettiği şeyin aynısıydı.

Böylece ortadaki adama baktı. An Zhe uçurumda pek çok vahşi yaratık görmüştü ve tehlike seviyelerini kabaca değerlendirebilirdi. Şu anda, bu adamın üçü arasında en az saldırgan olan olduğuna dair bir önsezisi vardı.

"Herson." Kısa bir bakışın ardından ortadaki adam ağır bir sesle konuştu. "Vahşi doğada saçma sapan davranma."

Herson alayla sırıttı ve An Zhe'ye daha da küstah bir şekilde baktı.

Birkaç saniye sonra adam An Zhe'ye, "Benimle arkaya gel." dedi.

An Zhe itaatkar bir şekilde adamı yaratığın kafasının arkasına kadar takip etti. Çalıların çizdiği çizikler dışında vücudunda herhangi bir yara yoktu.

Adam, "Takım arkadaşlarından ne kadardır ayrısın?" diye sordu.

An Zhe biraz düşündü ve "Bir gün." diye yanıtladı.

"Çok şanslısın."

"Burada çok fazla yaratık yok gibi görünüyor."

"Ama bir sürü böcek var." Bu adam sözlerini daima kısa kesiyordu ama güvenilir görünüyordu.

An Zhe gömleğinin düğmelerini ilikledi, ona baktı ve "Kuzey Üssü'ne mi dönüyorsunuz?" diye fısıldadı.

Adam "Hm." diye cevap verdi.

"Öyleyse..." dedi An Zhe. "Beni yanınıza alabilir misiniz? Kendi yemeğim ve suyum var."

"Kendim karar veremem." dedi adam.

Konuştuğu gibi dışarı çıktı ve diğer ikisine baktı. "Yaralı değil. Yanımıza alalım mı?"

Herson gülümsedi, kollarını kavuşturarak An Zhe'ye baktı ve üçüncü kez ıslık çaldı. "Neden olmasın? Pek bir ağırlığı yok."

Bununla birlikte diğer adama baktı. "Zenci, sen ne dersin?"

An Zhe de başını çevirdi ve koyu tenli adamın kasvetli bakışlarıyla karşılaştı.