Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 60: Lu Feng tarafından arabaya taşındı.

 

   "Geçen ay, amcalarımdan biri... dışarıda bir yaratık tarafından ısırılınca öldü. Birkaç gün önce de başka iki amcam malzeme aramak için dışarı çıktı. O günlerde sıcaklık aniden arttı ve bir kum fırtınası oldu. Daha sonra geri dönmediler. En son bahsettiğim bu iki amcam vardı." Xi Bei adındaki çocuk başını eğdi, parmakları masanın üstündeki kalkmış boyayı oynadı ve yavaşça "Büyükbabam ve ben burada kalanlarız ama büyükbabamın hastalığı giderek kötüleşiyor, eskiden benimle konuşabiliyordu fakat bugünlerde zihni pek net değil." dedi.

   "Bazen acı içinde haykırıyor ve bazen de anlamadığım şeyler söylüyor." Xi Bei umutla Lu Feng'e baktı. "Onu tedavi edebilir misin?"

   Lu Feng, "Belki de üsse döndüğümüzde hastalığın nedenini bulabiliriz." dedi.

   Hastalığı tedavi edebileceğine dair herhangi bir garanti vermedi. An Zhe aylık derginin içine baktı; sayfalardan birinde, aylık dergiye katkıda bulunan bir beyefendinin vefat ettiğini ve Görev adlı tefrika romanın yayınına son verildiğini belirten bir ilan vardı.

   Üste -ya da en azından dış şehirde- çok az insan ellili ya da altmışlı yaşlarına kadar yaşıyordu ve yaşlılığa ulaşmayı başaranlar da peş peşe gelen hastalıklarla karşı karşıya kalıyordu. Yapay manyetik alanın gücü orijinal jeomanyetik alanınkinden daha zayıf olduğundan insan vücudu hala radyasyondan etkileniyordu, bu nedenle başta kanser olmak üzere genetik hastalıkların görülme sıklığı hala yüksekti; yaşlı insanların yarısından fazlasını alıp götürüyordu. Vahşi doğada bıçak sırtında geçen yıllar, nüfusun hayatta kalan kısmının ardı arkası kesilmeyen stres ve psikolojik travma içinde yaşamasına neden oluyordu ki bu da ortadan kaldırılamayan kronik bir hastalıktı.

   "Teşekkür... teşekkür ederim." diye haykırdı Xi Bei. "Beni büyükbabam büyüttü, okumayı o öğretti ve jeneratörümüzü de o tamir ediyor. Herkes dünyada başka kimse olmadığını söylediğinde bize sabır aşılayan büyükbabamdı. Gökyüzünde bir ışık olduğunu, bunun dünyada insan birliklerinin kaldığını gösterdiğini söylerdi."

   Lu Feng, "Burada mühendis o muydu?" diye sordu.

   "Evet," diye yanıtladı Xi Bei.

   Lu Feng'in gözleri hafifçe kısıldı.

   "Işıkların bir insan birliğini temsil ettiğini nereden biliyor?" diye sordu.

   Xi Bei bir düşündükten sonra açıklamaya başladı: "Burası bir manyetit madeni ve büyükbabam bu alanda mühendis. Söylediğine göre... eskiden bir araştırma enstitüsünde çalışıyormuş ve enstitü çalışmaları manyetik kutuplar üzerineymiş. Büyükbabamın hocası ona bu felaketin sebebinin manyetik kutuplarla ilgili bir sorun olduğunu ve enstitünün buna bir çözüm bulmaya çalıştığını söylemiş."

   "Yüksekova Enstitüsü," dedi Lu Feng hafifçe. "Yapay manyetik kutuplar üzerine bir araştırma üssü."

   Xi Bei başını salladı. "Adı böyle bir şeydi galiba."

   "Şimdilik üsle bağlantımız kesildi," dedi Lu Feng ve konuyu değiştirdi. "İletişim yeniden sağlandığında sizi üsse geri götüreceğim."

   Xi Bei hızla başını salladı. "Teşekkür ederim."

   Böylece orada kaldılar. İletişimin ne zaman yeniden sağlanacağı konusunda hiçbir fikirleri yoktu. Xi Bei mağaranın yapısı hakkında genel bir fikir edinmeleri için onları gezdirdi.

   Bulundukları yer madenin merkeziydi; felaketin henüz gerçekleşmediği zamanlarda burası madenciler ve mühendisler için geçici bir dinlenme alanıydı. İnsanların kalması için odalar, temel olanaklar, bir jeneratör ve birçok alet dahil olmak üzere ilk başta geride bırakılan bazı madencilik makineleri vardı. Mağaranın girişi iyi korunduğu sürece yer altının çok derinlerinde bulunan ve her tarafı sertleştirilmiş cevherle çevrili olan bu bölge, başlı başına güvenli bir bölgeydi.

   Merkezin dışında ise hepsi de önceki kazıların ürünü olan ve damar boyunca uzanan birkaç derin maden kuyusu vardı.

   "Karanlık olabilir ama hiç yaratık yok. İçiniz rahat olsun." dedi Xi Bei onlara.

   Öğle vakti Xi Bei yemek yapmaya gitti. An Zhe buradaki mutfakla ilgileniyordu ama Xi Bei ile birbirlerini yeterince tanımıyorlardı. Başka birinin alanına girmeye cesaret edemeyerek yapacak başka bir şey buldu.

   Mantarlar suyu severdi ve insanların da su içmeye ihtiyacı vardı; su çok önemli bir şeydi, bazen yiyecekten daha önemliydi, bu yüzden madenlerdeki insanlar yeterince su toplamak için çok çaba sarf ediyorlardı.

   Dışarıda yağmur yağdığı dönem merkezi su depolama zamanıydı. Her bir seferinde büyük miktarda yağmur suyu toplanır, şap ile arıtılır ve çimento kovalarında depolanırdı. Yine de hava durumu tahmin edilemezdi ve kimse bir sonraki yağışın ne zaman olacağını bilemezdi. Bu nedenle burada yaşayan insanlar yıllar içinde bir su toplama sistemi oluşturmuşlardı. Devasa büyüklük ve derinlikteki maden kuyuları boyunca tüm taş duvara karmaşık çizgiler çekmişlerdi. Maden kuyusunun içi son derece nemliydi ve gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı nedeniyle ince su damlacıkları duvarda yoğunlaşıyordu. Bu su damlacıkları belirli bir ağırlığa ulaştığında aşağıya akar ve çekilmiş çizgiler boyunca yavaşça toplanır, damla damla alttaki su toplama şişelerine düşerdi. Yüzlerce pet su şişesi doldurulduktan sonra yaklaşık 100 litre su elde ediliyordu.

   Xi Bei'nin söylemesine bakılırsa son seferki su şişeleri neredeyse doluydu, toplanmaya hazırdı.

   Böylece An Zhe ve Lu Feng birer plastik kova ve aydınlatma için gaz lambası aldılar. Xi Bei'nin suyu toplamasına yardım etmek için kuyunun ana yoluna doğru ilerlediler.

   An Zhe önce girişteki pet şişeyi aldı, suyu kovaya boşalttı, ardından şişeyi yerine koydu ve bir sonrakini almak için yoluna devam etti.

   Sonra Lu Feng'in kıpırdamadığını fark ederek arkasına baktı.

   Adam taş duvara yaslanmış, uslu uslu onun çalışmasını izliyordu. Birkaç adım atıp su toplamak için An Zhe'ye katılmadan önce bir bakış attı. An Zhe adamın bu tavrına şaşırmıştı ama Albay'ın sonraki eylemeleri ciddiydi, bu yüzden sorgulamadı.

   Maden, ortasına döşenmiş metal raylarla yerin derinliklerine doğru uzanıyordu. O ve Lu Feng her seferinde kendi taraflarına giderek kendi su kovalarını doldurmaya odaklanmışlardı.

   Burası bir manyetit madeniydi, her tarafı engebeliydi ve kazı izleriyle kaplıydı. Ana gövde grimsi siyah görünüyordu, gaz lambalarının yaydığı ışık nem altında soluklaşıp dalgalanıyordu.

   İnsanlar bu ortamı sevmeyebilirdi ama nem An Zhe'yi rahat hissettiriyordu. Hatta sporunun içinde rahatça yuvarlandığını bile hissediyordu. Keyifle gülümsedi, gözlerinin kenarları kırıştı, sporuna karşılık olarak karnını hafifçe ovuşturdu. Onu bu yerde tutmak ona kendini güvende hissettirmişti.

   Maden kuyusu boyunca ilerledikçe kovasındaki su arttı ve nihayet su toplama sisteminin sonuna geldiğinde su dolu plastik kova dünyadaki en ağır şey haline gelmişti.

   Son şişe suyun da dökülmesiyle An Zhe zar zor kovayı kaldırarak arkasına döndü.

   Önünde uzun, karanlık ve derin bir maden kuyusu vardı, geldiği yer bir kıvılcım kadar soluk bir ışık noktasına dönüşmüştü.

   Elindeki kova çok ağırdı ve yol çok uzundu; geri dönmek için yürümesi gerekiyordu fakat şimdi kovayı zorlukla taşıyabiliyordu, geri götürmesi imkansızdı.

   An Zhe bir anda donakaldı.

   Mağarada ayak sesleri duyuldu, Lu Feng onun yanına gelmişti.

   Albay "Gitmiyor musun?" diye sordu.

   Son hecesindeki ton hafifçe yükseldi, sanki alay eder gibiydi.

   An Zhe maden kuyusunun sonuna bakarken hiçbir şey söylemedi, zekasının yavaş yavaş söndüğünü hissediyordu.

   Lu Feng ona bir baktı ve hafif bir tonda konuştu. "Önce buraya gelip de su doldurmaya buradan başlasaydın..."

   An Zhe: "..."

   Bu adam hiç de iyi değildi.

   Buraya boş kovayı taşısaydı, önce buraya gelseydi ve sonra geri dönüş yolu boyunca su toplasaydı kovayla sadece bir yolculuk yapması gerekirdi. Mevcut durumda ise gittikçe ağırlaşan kovayı buraya kadar taşımakla kalmamış, bir de geri taşımak zorunda kalmıştı.

   Ayrıca Lu Feng'in onun hareketlerini gördüğünde neden kıpırdamadığını da sonunda anlamıştı.

   Bu adam, bu adam...

   Bu adam belli ki sonuçları en başından tahmin etmiş fakat hiçbir şey yokmuş gibi bunu yapmasını izlemişti.

   An Zhe sinirlenmeye karar verdi. Kendine saygısı olan bir mantardı. Hızlanmaya çalışarak kovayla birlikte geri yürüdü.

   Ancak Lu Feng'in uzun bacakları ona ayak uydurmasını kolaylaştırıyordu. Bir düzine adım atmışlardı ki Lu Feng uzanıp onun omzunu tuttu.

   "Şuraya bak." diye bir yeri gösterdi Lu Feng.

   An Zhe baktı.

   Metal rayların üzerine park edilmiş, birkaç parça cevher yüklü, iki metre karelik bir araba vardı; belli ki taş taşımak için kullanılan bir maden arabasıydı.

   Bir anda eli hafifledi. Lu Feng onun kovasını alıp arabaya yerleştirmiş ve kendi kovasını da yanına koymuştu.

   An Zhe, Albay'ın bu ulaşım aracının yardımıyla enerjisinden tasarruf etmeye çalıştığını düşünürken onun belli belirsiz "Sen de yukarı gel." dediğini duydu.

   An Zhe maden arabasına biraz tereddütle baktı. Sürekli Lu Feng'in gözlerinin her zaman ilgi dolu olduğunu ve garip oyunlar oynamak istiyor gibi göründüğünü hissediyordu.

   Nihayetinde boyun eğmiş olmamasına rağmen ret de etmediği için Lu Feng tarafından arabaya taşındı.

   Maden arabasının içi genişti. Arkadaki Lu Feng'e sırtını dönerek kollarını dizlerine dolayıp oturdu. Lu Feng gaz lambasını arabanın önüne astı, küçük maden arabasını ray boyunca yavaşça iterken tekerleklerin dönme sesi maden kuyusunda usulca yankılanıyordu.

   Etrafı dağ duvarlarıyla çevrili bu yer dünyadan izole edilmişti ve pusuda bekleyen hiçbir tehlike yoktu. Gaz lambasının sarı ışığı önünde ancak küçük bir alanı aydınlatıyordu. Bazen cevherler yıldız gibi parlıyordu, sanki bu yer bir peri masalını yansıtıyordu.

   An Zhe sırtını arabaya yaslamış, rahatlamış bir halde ön tarafı izliyordu. Bir mantarın doğasında oturmak vardı ve hareket etmekten hoşlanmıyordu. Bu şekilde itildiği için rahatsız hissetmiyordu. Üstelik Lu Feng'i göremese de her nedense o adamın da şu anda çok mutlu olması gerektiğini hissediyordu. Bir mantarın mutluluğunun tembellik üzerine kurulu olduğu barizdi. Albay'ın mutluluğunun ne üzerine kurulduğu ise kafasını karıştıran bir şeydi.

   Önüne baktı ve kendi kendine huysuzca homurdandı.


Sonraki Bölüm