Lupin'de Ara

ricam var

Arkadaşlar lütfen okurken yorum da yapar mısınız (anonim de yapabilirsiniz) ağladığınızı okumaya ihtiyacım var

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Son Bölüm

Yeni danmei!! Şeytani Mezhebin Efendisi ile Konuşmanın Yanlış Yöntemi --- Ana hikaye bitti, ekstraları tamamlayınca buraya yazacağım.

Bölüm 61: Her şey unutulmuş, her şey kabullenilmişti.

 

        Öğle yemeğinde mantar çorbası içiyorlardı.

        Xi Bei, onları madende kendisinin yetiştirdiğini ve temiz olduklarını söylemişti.  Mantarlar hızla büyümüş ve kalan miktar birkaç gün boyunca yemeye yetiyordu.

        An Zhe bunu duyduğunda sessizce bir köşeye çekildi. Xi Bei çok nazik ve arkadaş canlısı görünmesine rağmen beklediğinin aksine, bir mantar katiliydi.

        Yine de mantar yeme konusunda suç ortağı olmak zorundaydı.

        Yemeye başlamadan önce Lu Feng'in kendisine ruhsuz ruhsuz baktığını fark etti. An Zhe, albayın üsten ayrılmadan önce yiyemediği bir kase mantar çorbasını hatırlamış olabileceğini düşündü; bu bir tür pişmanlık gibi görünüyordu ve insanoğlu pişmanlık duymayı sevmezdi. Bugünkü yemek bunu telafi edebilire benziyordu.

        Yemekten sonra Xi Bei onlara yiyecek stoklarını gösterdi, fazla bir şey yoktu, biraz mantar, birkaç parça hava ile kurutulmuş et, bir paket tuz.

        Xi Bei, "Et çok önceden depolanmıştı," diye açıkladı. "Tuzaklara bazı küçük yaratıklar düşüyor. Çok tuhaf görünen yaratıkları yemenin enfeksiyona neden olabileceğini, geçmişteki hayvanlar gibi çok tuhaf görünmeyenlerin yenebileceğini söylediler."

        "Düşük mutasyonlu yaratıklar öldükten yirmi dört saat sonra yenebilir." dedi Lu Feng.

        "Amcalarım haklıymış yani." dedi Xi Bei.

        Lu Feng ona, "Burada ne tür yaratıklar var?" diye sordu.

        "Kuşlar, bir sürü kertenkele ve büyük sıçanlar var," dedi Xi Bei. "Bazen kurtçuklar ve örümcek türü şeyler de oluyor, daha çok sıçan yiyoruz."

        "Fakat kum fırtınasından sonra onların yerine oldukça çirkin iki şey gördüm." dedi Xi Bei benzi atarak. "Olağanüstü büyüklerdi, beni bulmalarından korktum ve onlara bakmak için sadece dürbün kullandım. Daha önce hiç böyle şeyler görmemiştim. Ne olduklarını biliyor musun?"

        "Burası Doğu Tepeleri olmalı, başlangıçta kirlilik seviyesi yüksek değildi." dedi Lu Feng. "Ancak beş gün önce manyetik alana bir şey oldu ve ikincil bir mutasyon ile melez bir yaratık türü ortaya çıktı."

        Xi Bei: "...Ha?"

        Lu Feng'in sesi hafifçe kısıldı. "Daha önceki küçük yaratıklar besin zinciri boyunca birleşerek büyük melez yaratıklara dönüştü."

        Xi Bei'nin benzi daha da attı.

        An Zhe Lu Feng'in sözlerini dinledi. Yaratıkların birbirlerini öldürüp yiyerek sayılarının azaldığı ancak mutasyon seviyesini büyük ölçüde arttığı düşünülebilirdi. Belki de daha korkutucu olan şey, Dünya'nın her yerinde aynı şeyin yaşanması ve her günün dünden daha kaotik olmasıydı.

        Lu Feng Xi Bei'ye baktı. Gözlerinin biçimi ve rengi, soğuk ve keskin yüz hatlarıyla uyum sağlıyordu. Xi Bei'nin Albay'a bakmaya alışık olmadığı belliydi, masadaki boya parçasını çekiştiriyordu.

        Lu Feng, "Mağarada hiç mutasyona uğrayan oldu mu?" diye sordu.

        "Evet, bazı amcalar yaratıklar tarafından ısırıldı ve sonra onlar da başkalarını ısırdı."

        "Siz ne yaptınız?"

        "Onları dışarıda bıraktık."

        İletişim hala sağlanamıyor olsa da Albay görevlerini yerine getirdi. Öğleden sonra Lu Feng, Xi Bei'den bir kalem ve kağıt ödünç alarak buradaki durumu kısaca kaydetti.

        Akşam dinlenme vaktiydi, madenin tamamında sadece bir jeneratör çalışıyordu, kablolar nemli ve eskimişti. Koca madende elektriği olan sadece bir boş oda kalmıştı ve ikisi buraya yerleştirilmişti.

        An Zhe duş aldı, saçlarını kuruladı ve mıknatıslarla oynamak için yatağa yaslandı. Bu madenin her yerinde mıknatıslar vardı.

        Her iki elinde birer parça tuttu ve mıknatısların iki kutbunu bir araya getirerek birbirlerine değdirmeye çalıştı. Bu iki siyah mıknatısın arasında sadece hava olduğu açıktı fakat ne kadar güç kullanırsa kullansın onları birbirlerine yaklaştıramıyordu. Sanki ortalarında onları dışarı doğru iten görünmez bir güç varmış gibiydi.

        Kaşlarını çattı, bunun neden olduğunu bilmiyordu. İnsan bilgisinin çoğunu anlamıyordu, tıpkı bu dünyada insanların da pek çok şeyi anlamadığı gibi. Yine de inatla onları bir araya getirmek istiyordu. Yeterli gücü kullandığı sürece bir araya getirilemeyecek hiçbir şey olmadığını düşünüyordu.

        Ayak sesleri duydu, Lu Feng odaya girmişti. Ceketi An Zhe tarafından yıkanmıştı ve şimdi havada kurutuluyordu. An Zhe başını kaldırdı ve Albay'ın şu anda sadece askeri tarzda siyah bir yelek giydiğini gördü. Kol ve omuz kaslarının pürüzsüz ve zarif hatları ortaya çıkmıştı. Saha üniformasının pantolon paçaları siyah botların içine sokulmuştu, bu onu daha düzgün ve güzel gösteriyordu. Saçları basitçe taranmıştı ve biraz dağınıktı, parlak su damlacıkları alnının önündeki saçları yaldızlıyordu.

        An Zhe ona baktı. Yargıç üniformasını ve rozetini geride bıraktıktan sonra Lu Feng sadece otorite sahibi, gelecek vaat eden genç bir subay gibi görünüyordu. Kaşları hâlâ eskisi kadar soğuk olsa da, yeşil gözlerinin sıcaklığı pek artmamış olsa da An Zhe bu kişinin çok daha rahat olduğunu hissetti. Birden, insan yaşına göre yirmili yaşların her şeyin yeni başladığı bir yaş olduğunu hatırladı.

        Yirmili yaşlarındaki kişi başını eğmiş, iletişim cihazıyla uğraşıyor ama iletişim cihazı aynı mesajı tekrarlayıp duruyordu. "Üzgünüz, üs sinyali güneş rüzgarı ya da iyonosfer nedeniyle..."

         Lu Feng iletişim cihazını kapatıp masanın üzerine koydu ve An Zhe'nin yanına oturdu.

        An Zhe ne yaparsa yapsın iki mıknatısın aynı kutuplarının birleşmesini sağlayamıyordu, bu yüzden Lu Feng'e baktı.

        "Birbirlerini itiyorlar." dedi Lu Feng usulca.

        An Zhe kaşlarını çattı.

        Lu Feng iki parçayı elinden alarak aksi yönlere çevirdi. Yön değiştiren iki mıknatıs hemen birbirine yapıştı, ardından Lu Feng onları bir kenara fırlattı.

        An Zhe onları tekrar aldı ve yine oynadı. Ne kadar denerse denesin sonuç aynıydı. Aynı iki kutup arasında aşılmaz bir direnç vardı ve bir araya getirilemiyorlardı. Aksine zıt kutuplar akıl almaz bir çekime sahipti, kendi kendilerine birleşmeleri için birbirlerine biraz daha yaklaştırılmaları yeterliydi.

        An Zhe, "Aralarında ne var?" diye sordu.

        O bir mantardı ve An Ze hiç fizik dersi almamıştı. İkisinin bilgisi bu fenomeni açıklamaya yeterli değildi.

        Lu Feng "Manyetik alan" diye yanıtladı.

        "Yapay manyetik alanla aynı şey mi?"

        "Evet." dedi Lu Feng.

        "Görülemiyor mu?"

        "Görülemiyor."

        "Neden görülemiyor?"

        Lu Feng onu yorganın içine soktu. "Pek çok şey görülemez."

        An Zhe şaşkınlıkla mırıldandı. Yorganın altı biraz sıcaktı, bu yüzden kollarını ve omuzlarını dışarı çıkardı.

        Lu Feng, An Zhe'nin yumuşak beyaz tişörtünün yakasında yeşilimsi bir çürük gördü ve yakasını aşağı çekmek için uzandı.

        Yakasında açıkta kalan, normalde pürüzsüz ve kusursuz olan süt beyazı ten şimdi çürüklerle kaplıydı, öyle çoklardı ki kaynağını bulmak imkansızdı.

        An Zhe hiçbir şey söylemedi. Sadece Lu Feng'in elini uzaklaştırdı ve yakasını geri çekti.

        Lu Feng'in bakışları orada takılı kalmıştı. Elbette ki bu tür izleri biliyordu; üs, itiraf almak için işkence görmesi gereken suçluları ele aldığında yüksek yoğunluklu elektrik kullanırdı. Kimsenin buna dayanıp da itirafta bulunmadığı olmamıştı. Elektrik işkencesinin etkileri fizikselden psikolojike varana kadar çok çeşit barındırıyordu. Derideki izler bunlardan sadece biriydi. Birçok insan hayatlarının geri kalanında bu acı verici kâbustan asla kurtulamazdı.

        Yine de An Zhe yorganı sıkıca etrafına sardı, gözlerini hafifçe indirerek sakince, "Artık acımıyor," dedi.

        Lu Feng onun huzurlu yüzüne baktı; bazen ona zorbalık etmek, bazen de ona iyi davranmak istiyordu.

        An Zhe'nin yatağın iç tarafına doğru biraz kıpırdadığını ve yatması için ona yer açtığını gördü.

        Yatak pek büyük değildi, Lu Feng kendi tarafına yattıktan sonra birbirlerine çok yakın olmuşlardı. An Zhe Lu Feng'in kolunda kaba saba bir cisimle vurulmuş gibi görünen bir yara izi gördü, hepsi bu kadar değildi, omzunda da belli belirsiz görünen koyu renkli çürükler ve çizikler vardı.

        An Zhe en uzun olana dokunmak için uzandı fakat yolun yarısında Albay'ı incitmekten korkarak elini geri çekip uslu uslu yorganın içine kıvrıldı.

        Albay'ın gözleri nazik görümüyordu. "Uyu artık."

        An Zhe mırıldanarak gözlerini kapattı.

        Kirpikleri ışıkta belli belirsiz gölgeler oluşturarak yüz ifadesinin daha da yumuşak ve sessiz görünmesine neden oluyordu. Ayrıca tüm bedeni  Lu Feng'in kolayca fark edebileceği şekilde rahatlamıştı; bu küçük heterogenez, vücudu elektrik izleriyle kaplı olsa bile Lu Feng'in kendisine zarar vermeyeceğinden emin görünüyordu.

        Bu, onun davranışları karşısında şaşkınlığa düştüğü ilk sefer değildi. Mesela, şehir kapılarından ayrıldığı ve gidecek başka bir yeri olmadığı o sıra dışı gecede An Zhe ona aynı savunmasız tavırla kendisiyle kalabileceğini söylemişti - o sırada Lu Feng bu çocuğun ya art niyetli olduğunu ya da belki de göründüğü kadar masum olduğunu düşünmüştü, sanki insanların yabancıları evlerine sık davet etmediğini bilmiyormuş gibiydi.

        Bu düşüncelerle bir soru sordu:

        "...Benden korkmuyor musun?"

        Bu soru üzerine An Zhe, gaz lambasının loş ışığında yumuşak, hoş bir buğuyla kaplanmış gibi görünen gözlerini yavaşça açtı.

        Kısa bir süre geçmiş olsa da uykuya dalmak üzereymiş gibi görünüyordu. Boğuk sesiyle, "Senden neden korkayım?" dedi.

        Lu Feng hiçbir şey söylemedi. Yalnız vücudunun üst kısmını destekleyerek An Zhe'ye tepeden baktı. Bakışları manidardı. Diğer eliyle yastığın yanına yerleştirilmiş silahı aldı, silahın soğuk namlusu An Zhe'nin yanağına dokundu.

        An Zhe bakışlarını ona çevirerek kaşlarını hafifçe çattı, yine sinirlenmiş gibiydi. Uzanıp silahın namlusunu itti, yuvarlanarak arkasını döndü - bu hareketiyle yorganı da çekip almıştı.

        Lu Feng onun nefes alış verişiyle hafifçe dalgalanan ince boynuna ve ince omuzlarına baktı. Böyle bir insan kolayca incinebilir ama aynı zamanda kolayca korunabilir görünüyordu. Uzun bir süre sonra Lu Feng lambayı kapatıp tekrar uzandı.

        Lu Feng'in vücudu yatağın hafifçe çökmesine neden oldu, An Zhe yorganın çekilen kısmını tekrar üzerine örttü.

        Bu, bir yusufçuğun kuyruğunun bir yaz gecesinde sakin bir gölün yüzeyine vurması gibiydi.

        Dalgalar birbiri ardına daha da yükseliyordu.

        Lu Feng, hangi duyguyla ya da sadece bilinçaltından gelen bir hareketle mi olduğunu bilmeden, sessizlik içinde An Zhe'ye arkadan sarıldı. Kolu An Zhe'nin koluna bastırdığında An Zhe hafifçe kımıldadı, ilk başta ellerini yere koymak niyetindeydi ama sonunda koyacak bir yeri olmadığından biraz daha yukarı gitti ve parmakları Lu Feng'in ön koluna sarıldı, tıpkı miselyumunu yanındaki kaya veya ağaç gövdesine sardığı gibi.

        Lu Feng onun hareketini hissetti.

        An Zhe'nin sesi çok yumuşaktı. "Peki sen, seni enfekte edeceğimden korkmuyor musun?"

        Lu Feng ona cevap vermedi, tıpkı az önce An Zhe'nin onun sorusuna cevap vermediği gibi.

        Yargıcın heterogenez bir türe inanması mı yoksa heterogenez bir türün yargıca inanması mı, hangisinin daha saçma olduğunu söylemek mümkün değildi -sebepleri ne olursa olsun. Belki de tanıştıkları gün dünyanın en saçma hikâyesinin başlangıcıydı.

        Ancak kimsenin yüzünün görünmediği bu karanlıkta, bu ıssız yerde, kimsenin bilmediği bu anda, ne yaptıklarının bir önemi yok gibiydi. Her şey unutulmuş, her şey kabullenilmişti.

        An Zhe'nin nazik ve düzgün nefes alışını dinleyen Lu Feng gözlerini kapattı.


Sonraki Bölüm