Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 62: "Siz ikiniz gerçekten çok yakınsınız."

 

        An Zhe bir rüya görüyordu.

        Yağmur, pıtır pıtır yağan yağmur.

        Su damlacıkları geniş yapraklara çarpıyor, birbirine kenetlenmiş damarlardan aşağı akıyor, kenarlardan damlıyor, çalılıklara doğru düşüyor, yaşlı ağaçların köklerinden aşağı süzülüyor, nemli toprağa sızıyordu. Bu nemli yağmur mevsimi hafızasının başlangıç noktası gibi görünüyordu. Dünya'nın tamamı yağmur altındaydı.

        O bir mantarın şapkasından aşağı süzülen, yağmur yağmadan önce rüzgar tarafından toprağa savrulan bir spordu. Yağmurdan sonraki toprak kokusunu alana kadar uyuyora benziyordu.

        Olanlar onun kontrolü dışındaydı; nemli toprakta miselyumu uzamış da uzamış, çatallanmış, dışa doğru yayılmış, toplanmıştı. Çakıl taşından daha küçük bir spordan küçük bir miselyum kütlesine dönüşmüş, peşinden de sap uzatmış ve bir şapka büyütmüştü.

        Her şey sırasıyla ilerliyordu. İnsanların aksine, mantarların nesilden nesle ders almaya ihtiyacı yoktu. Kendisini doğuran mantarı hatırlamasa da topraktan ne elde etmek istediğini bilerek doğmuştu. Ayrıca hangi mevsimde doğması, ne yapması ve hangi mevsimde ölmesi gerektiğini, hayattaki görevinin bir spor üretmek olduğunu da biliyordu.

        Sonra büyür, ölür ve sporu büyümeye devam ederdi. Yağmurda, eski zamanlardan beri sayısız spor düşmüştü sırasıyla.

        Yağmurun sesi kulaklarında çınlıyordu, çevresinde, bedeninde, zihninde ve hafızasında, her yerdeydi, sanki gerçekleşmesi üzere bir şeyi çağırıyordu. Onunla birlikte uzak göklerden, sınırsız boşluktan, sonsuz dehşetten gelen o dalgalanma geldi - ta ki gözleri açılana kadar.

        Duvarda asılı kuvars saat, sabah dokuzu gösteriyordu. Etrafında kimse yoktu, yorgana sıkıca sarılmıştı. Yine de Lu Feng'in kollarında tutulma hissi hâlâ devam ediyor gibiydi, tenine oturmuş sıcaklık onu yakıyordu. Lu Feng başlangıçta An Zhe'nin vücudunun üst kısmına, omuzlarından aşağısına sarılmıştı ama gecenin ortasında An Zhe bastırılıp sıkıştırılmaktan rahatsız olunca adamın kolları biraz aşağıya indirilmiş, avuç içleri An Zhe'nin karnına yakın olacak şekilde beline yerleştirilmişti.

        Lu Feng tarafından kucaklandığında sanki kendini dışarıdaki tehlikelerden soyutlayabilmiş gibi huzurlu hissediyordu. Oysa adamın kendisi en büyük tehlikeydi. An Zhe tekrar uykuya daldığı sırada nasıl bir ruh hali içinde olduğunu hatırlayamıyordu.

        An Zhe önündeki her şeye hiçbir şey düşünmeksizin baktı. Parmaklarını oynattı, kemikleri yumuşacıktı, sanki çok uzun bir uyku çekmiş ve vücudunda hiç güç kalmamış gibiydi.

        Etrafındaki hava sanki yeni yağmur yağmış gibi nemliydi.

        Yatakta doğrulup kollarını gererken o tuhaf, tuhaf olduğu kadar da haberci gibi görünen rüyayı hatırladı. Sporu karnından çıkarmak çok acımasızcaydı; bunu ancak Lu soyadına sahip belli bir subay yapabilirdi. Sporun vücudundaki akışını kontrol etti. Üç dakika sonra beyaz bir miselyum kütlesi uzandı, sporu kümelenerek sağ elinin avucunda belirdi.

        Vücuduna yerleştirdiğinde avucunun yarısı büyüklüğünde olan küçük spor kütlesi, şimdi yumruğu büyüklüğündeydi.

        Gaz lambasının ışığında dikkatle inceledi. Sporun miselyumunun ucunda kar taneleri gibi beyaz ve şeffaf bir şekilde parlayan, boynuz benzeri küçük çatallanmalar belirmişti -şekli değiştirmeye başlamıştı.

        Sol eliyle dokundu ve miselyumu uzanarak parmaklarının etrafını sevgiyle sardı. Onun canlı, dolu dolu enerjisini hissedebiliyordu; neredeyse olgunlaşmıştı.

        Sporunun tam olarak ne zaman olgunlaşacağını bilmiyordu ama yakında olsa gerekti.

        Miselyumları artık iç içe geçmeyecek ve kendi başına hayatta kalabilen bir mantar haline gelecekti. Olgunlaştığı anda kendi isteğiyle onu terk edecekti, tıpkı onun kendi isteğiyle rüzgâr altında savrulduğu gibi.

        Bu bir mantarın içgüdüsüydü. Onu nereye ekecekti? Uzak bir gelecekte onu hatırlayabilecek miydi? An Zhe bilmiyordu, sadece ayrılmadan önce hafif bir hayal kırıklığı hissetti, sanki tüm dünya birbirinden ayrı düşmüş gibiydi.

        O anda koridordan bir ses geldi. Sporu miselyumunu kaldırdı, görünen o ki sesi dinliyordu. Sonra şevkle sesin kaynağına doğru yuvarlandı, bir mıknatısın bir kutbunun diğer kutbuna doğru çekildiği gibi. An Zhe uzanıp onu sıkıca kavradı. Neyse ki Lu Feng içeri girmeden önce bu küçük şeyi bedenine geri koyabilmişti.

        Lu Feng kapıda durdu ve kaşlarını kaldırarak ona baktı.

        "Kalk." dedi.

        An Zhe itaatle kalkıp yemek yemeye gitti. Sonraki birkaç günü bu şekilde geçirdiler. An Zhe Xi Bei'nin yemek pişirmesine ve madeni temizlemesine yardım ederken Lu Feng sık sık dışarı çıkıyordu. An Zhe her seferinde onun geri dönemeyeceğinden korkuyordu ancak ilginçtir ki Albay her seferinde sağ salim dönüyordu. Bazen uçan küçük bir kuş yakalıyor ve pişirmesi için ona veriyordu.

        Çoğu zaman yapacak hiçbir şeyleri olmadan mağarada kalıyorlardı. Buradaki tüm kitapları okuduktan sonra An Zhe Albay'ın isteği üzerine ona bir aşk hikayesi ve resimli bir silah kitabı okudu - adam bunları kendisi inceleyemeyecek kadar tembeldi.

        Sonunda küçük taşlarla oyunlar oynamaya başladılar; hepsi de gomoku, kızma birader gibi basit oyunlardı. Önce Lu Feng ona öğretir ve ardından oynarlardı. An Zhe kazanmaktan ziyade kaybediyordu. Kazandığı birkaç seferde ise oyunu Albay'ın verdiğinden şüpheleniyordu çünkü her kazandığında Albay hafifçe gülümsüyordu.

        Akşam yemeğinde Xi Bei onlara "Siz ikiniz gerçekten çok yakınsınız." dedi.

        "Eskiden mağarada birbirlerine aşık olan insanlar vardı ve büyükbabam onların evliliklerine şahit olmuştu." Usulca iç çekip yemek çubuklarını yere bıraktı ve ekledi: "Ben de aşık olmak istiyorum ama burada başka kimse yok."

        Lu Feng sessizliğini korurken An Zhe Xi Bei'yi teselli etti. "Üste insanlar var."

        Gerçi sadece sekiz bin kişi kalmıştı.

        Xi Bei rahatlamış görünüyordu, neşeyle yemek çubuklarını tekrar eline aldı.

        Yedi gün geçmesine rağmen iletişim hâlâ sağlanamamıştı. Xi Bei onlara iki gün yetecek kadar bile yiyecek olmadığı haberini verdi. Maalesef erzak aramak için birkaç kilometre ötedeki şehir harabelerine gitmek zorunda kalacaklardı.

        Böylece büyükbabaya biraz kuru yiyecek bıraktılar. Kalan mantarları, kurutulmuş etleri ve birkaç şişe suyu sırt çantalarına yerleştirdiler. Xi Bei mutfaktan küçük bir ispirto ocağı aldı. Madendeki tüm insanlar ölmeden önce erzak aramak için şehre giderlerdi, bu yüzden iyi donanımlıydılar.

        "Eskiden toprak bir yolumuz vardı, bisikletle gidebiliyorduk." Xi Bei'nin sesi biraz kederliydi. "Şimdi o kadar kumlu ki bisiklet sürmek imkansız."

        An Zhe ayrılmadan önce köşeye yığılmış bisikletlere baktı gönülsüzce. Daha önce hiç böyle bir şey görmemişti.

        Lu Feng dirseğini An Zhe'nin omzuna koydu ve tembelce, "Geri döndüğümüzde seni gezintiye çıkaracağım." dedi.

        Her şeyi hazırlayıp mağaranın tepesindeki kapağı açmaya hazırlanırken mağaranın derinliklerinden ağır ve halsiz ayak sesleri duyuldu.

        An Zhe arkasına döndü. Loş ışığın altında, sıska ve yaşlı bir adam duvara tutunarak köşeye doğru ilerliyordu. Saçları kırlaşmış ve dağılmıştı; dudakları rüzgârda kalan bir mum alevi gibi titriyordu.

        Xi Bei öne çıktı. "...Büyükbaba?"

        Yaşlı adamın bulanık gözleri ona baktı, ne bir parıltı vardı ne de onu tanımış gibi görünüyordu. Ağzını açtı ve "Ben de gideceğim." dedi.

        Xi Bei onun omzunu tuttu. "Sen burada kal. Bir iki gün içinde döneceğiz, yiyecek getireceğiz."

        Yaşlı adam yine boğuk bir sesle, "Ben de gideceğim," dedi.

        Xi Bei onu ne kadar ikna etmeye çalışırsa çalışsın yaşlı adam sadece bu cümleyi söyledi. Bu ısrarı durgun yüzünde alışılmadık bir hüzün gösteriyordu.

        Xi Bei yardım için çaresizce Lu Feng'e baktı.

        Lu Feng uzun bir süre yaşlı adama baktı ve sonunda, "Onu da yanımıza alalım." dedi.

        Xi Bei yaşlı adamın dışarı çıkmasına yardım ederek karşılık verdi. Bu kişinin adımları aksıyordu, onu gören herkes alacakaranlıktaki hayatının sona ermekte olduğunu anlayabilirdi.

        Mağaranın ağzına vardıklarında Lu Feng, "Onu ben alırım." dedi.

        Xi Bei büyükbabasını sırtında taşırken başını salladı. "Büyükbabam çok hafif."

        An Zhe yaşlı adamın sıska bedenine baktı. Hastalığı onu tüketmiş, geriye sadece bir iskelet kalmıştı.

        Yüzeye çıktıklarında güneş ışığı üzerlerine döküldü. An Zhe gözlerini kıstı. Tekrar alışması biraz zaman alacaktı.

        Xi Bei'nin sırtındaki yaşlı adamın gözlerini kapattığını gördü. Yüzü bir insanın yaşlılık yıllarında ortaya çıkabilecek türden kahverengi lekelerle kaplı olsa da güneş ışığı altında huzurlu görünüyordu.

        Ağzı kımıldadı ve tek bir cümle söyledi.

        "İnsan toprakta hayat bulur."

        An Zhe'nin bugünlerde büyükbabanın ağzından duyduğu, saçmalık gibi gelmeyen tek şey buydu.

        Hayaletler gibi soluk bir yeşilin içinde süzüldüğü grimsi beyaz gökyüzüne baktı. Gece olmamasına rağmen kutup ışıklarını görebiliyordu - bu öncekinden farklı bir durumdu.

        Lu Feng ona "Manyetik alan ayarlanmış." dedi.

        An Zhe başını salladı. Bu cümlenin anlamını bilmiyordu ama manyetik kutuplar iyi olduğu sürece her şey yolundaydı.

        Kum üzerinde bata çıka yürüdüler. Geniş çorak arazideki tek canlılar onlardı sanki. Rüzgâr belirsiz bir mesafeden esiyordu, on bin yıl, yüz milyon yıl boyu böyle esip durmuştu. Yeryüzündeki canlılar yenileniyor, kimi ölürken kimi yeni doğuyordu fakat rüzgâr değişmiyordu. Kayaların yarıklarına doğru estiğinde vahşi doğada bir çığlık gibi garip, uzun bir inilti yankılanıyordu.

        Bu uzun feryadın ortasında An Zhe kendiliğinden Lu Feng'in kol yenini tutarak onunla birlikte yürüdü.

        Lu Feng ona belli belirsiz bir bakış attı. "Seni taşıyayım mı?"

        An Zhe başını salladı, kendi başına yürüyebilirdi.

        Lu Feng hiçbir şey söylemeden önüne baktı.

        Biraz daha yürüdükten sonra An Zhe yorularak onu çekiştirdi. Kolları biraz ağrıyordu. Son birkaç gündür -sporu yavaş yavaş olgunlaştıkça- dayanıklılığı gittikçe kötüleşiyor gibi görünüyordu. Lu Feng'in kolunu bırakmak istiyor ama aynı zamanda istemiyordu.

        Lu Feng bileğini çektiğinde An Zhe ne düşündüğünü anlamıştı: Albay'ın canını sıkmıştı. Böylece usulca elini bıraktı.

        Hemen ardından Albay onun elini tutmuştu.


Sonraki Bölüm