Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 63: Yaklaşıyordu.

 

        Yolda bir uçak enkazı gördüler. Uçağın şekli Lu Feng'in bindiği uçağınkiyle tamamen aynıydı. An Zhe yönüne bakıp üzerine düşündüğünde bu uçağın Lu Feng'den önce düşüşüne tanık olduğu uçak olması gerektiğini varsaydı. 

        Üç ya da dört uçak birbiri ardına düştükten sonra, üssün uçaklarının artık gökyüzünde görünmediğini fark etmişti. Muhtemelen üs de bu garip değişikliği fark etmiş ve artık savaş uçaklarını göndermemişti.

        Yine de bu uçak Lu Feng'inkinden daha iyi durumdaydı. Patlamamıştı ve düşüşten aldığı hasar dışında her şeyi sapasağlamdı.

        Lu Feng uçağın yanına gitti ve kara kutusunu çıkardı. Bir an tereddüt ettikten sonra kenarında ısırık izleri olan kırık kabin kapısından içeri girdi.

        Yaratığın biri pilotun bedenini çoktan yemişti, kanlı giysiler kurumuştu, et ve kandan arındırılmış kemikler kokpite dağılmıştı ve kafatası konsolun altına yuvarlanmıştı, sadece yarısı kalmıştı ve kenarlarında keskin diş izleri vardı.

        An Zhe de onun peşinden içeri girdi. Lu Feng bir an için bu iğrenç manzaradan korkmasın diye ona gitmesini söylemek istedi ama sonra An Zhe'nin sakin bakışlarını gördü, insan kalıntılarından korkmuyor olsa gerekti.

        Konsolun altında, pilotun temel çalışma prosedürlerini, alet kullanımını ve amacını, her türlü beklenmedik durum için çözümler için alet kullanımını yazan, ters dönmüş bir uçuş el kitabı vardı.

        Lu Feng uzanıp uçuş el kitabını aldı. El kitabında sebepsizce bir değişiklik meydana gelmişti; siyah mürekkepler kağıdın her yerine sızmış, renk dışarı doğru akmış, küçük siyah dokunaçlar uzanmış, kağıdın üzerindeki kelimeleri bir tür şeytani sembol gibi garip bir şekilde büküp çarpıtmıştı.

        An Zhe sayfaya baktığında karakterleri tanımakta zorlandı; sayfada motorların olası tüm arızalarından bahsediliyordu.

        Yani uçak bir motor arızası yüzünden düşmüştü ve pilot düştüğü ana kadar el kitabına bakarak olası bir çözüm aramıştı.

        Ve sonra - o anda uçak düşmüş, el kitabı yere düşmüş, insanlar ölmüştü.

        Lu Feng onu uçaktan çıkarıp yere indirdikten sonra An Zhe, Lu Feng'in "Benim bindiğim uçak da motor arızası nedeniyle düşmüştü." dediğini duydu.

        An Zhe kaşlarını çattı.

        Lu Feng sözlerine devam etti. "Fakat diğer parçalarda da sorunlar vardı."

        An Zhe, "Üretimle ilgili bir sorun mu var?" diye sordu.

        "PJ savaş uçakları birçok görev üzerine uçmuş ve kalkıştan önce de bakımdan geçmiştir." dedi Lu Feng.

        Xi Bei ve yaşlı adamın beklediği yere doğru ilerlediler.

        An Zhe uçağın arızalanma nedenini anlayamadı, "Peki neden?" diye sordu.

        "Bilmiyorum." Albay'ın bu kelimeyi söylemesi ender rastlanan bir durumdu.

        Sanki bir şey hatırlıyormuş gibi, belli belirsiz, "PL1109 da indiğinde motor arızası yaşamıştı ama yine de güvenli bir şekilde inmişti." dedi.

        PL1109 üsteki en gelişmiş savaş uçağıydı. Lu Feng'in söylediklerine bakılırsa artık tüm uçaklar düşme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. An Zhe kısa bir süre önce insan üssünden ayrılıp ana şehre baktığında PL1109'un siluetinin yavaşça alçaldığını görmüştü. Yani Lu Feng o sırada çoktan ölüm kalım savaşı vererek yolculuk ediyordu.

        "Peki..." diye fısıldadı An Zhe. "Peki bundan sonra uçmayacak mısın?"

        Lu Feng hiçbir şey söylemedi, sadece An Zhe'nin saçlarını ovuşturdu.

        Xi Bei ile bir araya geldikten sonra oradaki durum hakkında kısaca konuşup yollarına devam ettiler.

        Görüş alanlarındaki tek şey vahşi doğaydı.

        Xi Bei etrafına bakındı. "Yaratıklar sahiden de azalmış. Eskiden burada çok fazla vardı."

        An Zhe bunun ne anlama geldiğini biliyordu. İrili ufaklı pek çok yaratık ölmüş ve melez yaratıklar sınıfının bir parçası haline gelmişti. Yaratıkların toplam sayısı azaldığı için burası çok daha güvenli görünüyordu. Ancak yaratıklar bir başlarına daha tehlikeliydi.

        Üstelik tüm bu değişim on gün içinde gerçekleşmiş, zayıf yaratıklar süpürülüp atılmıştı, süreç çok hızlıydı. An Zhe, ne olacağına aldırmadan açgözlülükle genleri tüketen o yaratığı hatırladı, gerçekten çok sabırsız görünüyordu.

        Aslında hafızasında benzer bir sahne vardı - uçurumda, sonbaharın sonuydu.

        Kışın uçurum ıslak ve soğuk olurdu. Kar yağışından sonra yer, ağaçlar ve her yer donla kaplanırdı. Birçok yaratık artık dışarı çıkmaz, sığınacak sıcak mağaralar bulurdu. Tüm kış boyunca hayatta kalabilmek için birbirleriyle delicesine savaşırlar, kış için besin depolamak için umutsuzca daha fazla kan ve et tüketirler veya düşmanlarının cesetlerini yiyecek deposu olarak kullanmak için mağaralara sürüklerlerdi. Kış gelmeden önceki aylar uçurumdaki en tehlikeli ve en kanlı dönemleriydi.

        Şimdi aynı ölümler dışarıda da yaşanıyordu.

        Yolculuk uzun sürmedi. Yol boyunca dikkat ederek ilerlemek için gizli rotalar seçtiler. Belki şansları da yaver gitmişti ki hiçbir korkunç melez sınıf yaratığa rastlamamışlardı.

        Saat sekizde yola koyulmuşlardı. Sabah dokuz buçukta ise önlerinde rüzgâr ve kumun yarıya kadar gömdüğü bir şehir belirdi.

        O kadar büyüktü ki yaklaştıklarında sonunu bile göremiyorlardı. Kesintisiz bir çizgi halinde yükselip alçalan binaların arasında yol kalıntıları belli belirsiz görünüyordu. Kuzey Üssü'nün düzenli ve sıra sıra dizilmiş binalarının aksine bu binalar dağınık ve düzensizdi. Uzun binalar ve kısa binalar bir arada duruyordu, dairesel binalar ve dörtgen binalar gelişigüzel dağılmıştı, yollar kıvrılıp dönüyordu, şehrin ortasında koyu kırmızı bir kule duruyordu. Üst geçit ikiye bölünmüştü, üzerlerinden sarkan yoğun ölü sarmaşıklar ilerideki yolun ortasına kadar uzanıyordu. Her renkten bina vardı, ancak renklerin fazlalığı nedeniyle An Zhe'nin görüşünde birleşerek yavaş yavaş puslu bir griye dönüşüyorlardı.

        An Zhe göz alabildiğince uzaklara baktı; kendi gözleriyle görmemiş olsaydı dünyada bu kadar karmaşık şehirlerin olduğunu hayal bile edemezdi. Eğer burada yaşayan biri olsaydı kaybolması çok kolay olurdu.

        Kara bulutlar güneşi örtmüştü, gökyüzü bulutluyken etrafta hafif bir sis vardı.

        "Beni takip edin," dedi Xi Bei onlara. "Madenimizdeki insanlar buraya erzak için sık sık gelir, şehirde bir kalemiz var. Aslında şehirde yaşamakta sorun yok ama yaratıklardan korkuyoruz. Büyükbabam nedenini bilmese de sadece mağaranın en güvenli yer olduğunu söyledi. Eskiden mağaradaki yaşamı çok zor bulup şehre gelen üç amca vardı ama o zamandan beri onlardan haber alınamadı."

        Xi Bei'yi binalar ormanında takip ettikten sonra yan yana dizilmiş büyük gri konut binaları ve uzakta, ortasında beyaz bir kürenin belli belirsiz görülebildiği bir meydanın bulunduğu yoğun yerleşim alanına geldiler. Şehrin sessizliğinde, binaların arasından geçen rüzgârın sesi dışında sadece onların ayak sesleri duyuluyordu.

        Lu Feng çevreyi gözetlemekten sorumluydu. Xi Bei büyükbabasını taşıdığı için başını eğdi ve "Şu meydandan kısa bir süre sonra varacağız." dedi.

        O sırada yaşlı adamın boğazından bir ses geldi.

        Ses telleri titriyor, sürekli belli bir hece çıkarıyordu. Boğazında balgam vardı, sesi net değildi ve zar zor duyulabiliyordu. "Ko..."

        "Ko, ko..."

        Xi Bei, "Ne?" diye sordu.

        Lu Feng'in ayak sesleri aniden durdu.

        An Zhe ona baktığında önündeki meydana dik dik baktığını gördü.

        Hemen sonraki anda dudaklarından kısa bir kelime döküldü. "Kaçın!"

        Düşünecek zaman yoktu. An Zhe kolundan hızla çekildi ve bilinçsizce Lu Feng'i takip ederek dönüp en yakın binanın içine koştu. Xi Bei neler olup bittiğini bilmese de sırtında büyükbabasıyla birlikte hızla onu takip etti.

        Konut binası An Zhe'nin aşina olduğu bir mimari yapıydı. Koridora girer girmez grimsi beyaz duvarla çoktan birleşmiş gibi duvarın köşesine yaslanmış aynı grimsi beyaz renkte, giyinik bir iskelet onu karşıladı. Ancak daha yakından bakamadı, vücudu zaten zayıftı ve merdivenlerden yukarı hareketi yavaştı; Lu Feng onu doğruca kucağına alarak hızla merdivenlerden yukarı tırmandı. Merdiven boşluğu çok genişti. Zemin katta üç sakinin cesedi vardı. Sekizinci kata geldiklerinde açık bir kapı göründü. Lu Feng An Zhe'yi taşıyarak hemen içeri girdi. Xi Bei onu takip etti ve o içeri girer girmez Lu Feng kapıyı kapattı. Odanın içindeki tüm mobilyalar tozla kaplıydı ve oturma odasındaki kanepenin üzerinde bir iskelet yatıyordu.

        Kuzey-güney manzaralı üç yatak odalı, iki banyolu bir daireydi ve oturma odası binanın dışına uzanan bir parçadan dışarı çıkıyordu, tavandan tabana devasa bir cam penceresi vardı.

        Lu Feng An Zhe'yi yere bıraktı, nefes alış verişi biraz ağırdı, az önce çok hızlı koşmuştu. An Zhe onu daha önce hiç böyle görmemişti.

        Ve hemen ardından...

        Xi Bei'nin dev pencereden dışarı baktığını gördü, yüzü solgun ve bakışları donuktu.

        An Zhe ileriye baktı.

        Beyaz bir şey.

        Beyaz, küre şeklinde, yarım kat yüksekliğinde bir yaratık garip bir hızla yavaşça onların tarafına doğru garip garip adımlıyordu -sanki havada süzülüyordu, hayalet gibiydi. An Zhe'nin aslında uzaktaki meydanda gördüğü şeydi, beyaz bir dekorasyon olduğunu düşünmüştü ama aslında devasa bir yaratıktı.

        Doğruca o tarafa yanaştı ve iki sokak öteye vardığında An Zhe neye benzediğini iyice görebildi. Altında ahtapot ya da salyangoz benzeri kıvrımlı ayakları olan, ön yarısı yürümekten sorumlu, arka yarısı ise peşinden sürüklenen tarifsiz bir kütleydi. Neredeyse dairesel olan vücudu, soluk ile gri arasında bir rengi olan yarı saydam bir zarla kaplıydı. Zarın altında, vücudunun içinde sayısız siyah ya da et renginde tarif edilemez şekilli şeyler vardı: Yoğun miktarda dokunaçlar, uzuvlar -ya da her ne iseler- ile doluydu ve sürekli kımıldanıyorlardı.

        Bulundukları bölgeye yaklaştıkça vücudunun daha fazla detayı görünür hale geldi, insan kavrayışının tamamen ötesinde bir melez sınıfı yaratıktı. Onun gözlerinin nerede olduğu belli değilken Xi Bei'nin gözleri ise sanki biraz sonra dehşetten ölecekmiş gibi ona bakıyordu.

        Yaklaşıyordu.

        Odadaki herkesin nefesi kesildi.

Sonraki Bölüm