Basamakların yanında, yeşim taşı ve altın rengiyle görkemli görünen bir tapınak vardı. Tütsü dumanıyla doluydu, sessiz ve vakurdu.
Yan Heqing kaşlarını çattı: “Burası neresi?”
“Burası Kuzey Krallığı'nda atalara tapınılan ve kutsal emanetlerin saklandığı yer. Sen istersen burada bekle, ben hemen gidip geleceğim.” Xiao Yuan, Yan Heqing'in yüzüne baktı ve dikkatle konuştu.
Ne de olsa merhum imparatorun anıt tableti hâlâ oradaydı.
Yan Heqing başını salladı.
Xiao Yuan vücudundaki tozu silkeledi, kıyafetlerini düzeltti, ayağa kalktı ve tapınağa girdi.
İbadet yeri askerler tarafından sıkı bir şekilde korunuyordu. Muhafızlar Xiao Yuan'ın aniden ortaya çıkmasına şaşırmış olsalar da onu durdurmaya cesaret edemediler. Xiao Yuan sorunsuzca salona girdi.
Ana salonda ataların anma tabletleri yerleştirilmişti, hepsi özenle süslenmiş ve altından harfler kazınmıştı üstlerine. Salonda tütsü yanıyordu ve heykelcikler üzerinde meyve tabakları vardı. Xiao Yuan bir süre düşündü ve ibadet etmek için eğildi.
Orijinal kitapta, Yan Heqing'in Kuzey Krallığı'nı fethinden sonraki üçüncü günde çıkan bir yangın her şeyi yakıp kül etmişti.
Merhum imparatorunki de dahil olmak üzere ataların anıt tableltleri paramparça edilerek şehrin kapısına atılmış; binlerce insan tarafından çöp gibi çiğnenmişti.
Xiao Yuan başını kaldırdı, önündeki saygın ve görkemli manzaraya baktı. Şu anda Yan Heqing'in onu dışarıda beklediğini düşününce, bunun bir rüya olduğunu hissetti.
Duygu dolu bir iç çekişin ardından Xiao Yuan bu yolculuğun amacını hatırladı ve etrafına bakınmaya başladı.
Yan Heqing tapınağın dışında sabırla bekledi, çeyrek saat sonra Xiao Yuan'ın figürü gözlerinin önünde belirdi.
Xiao Yuan içeri eli boş girmişti ancak dışarı çıktığında elinde bir kılıç taşıyordu. Yan Heqing'e doğru yürüdü ve kılıcı ona uzattı. “Al, bu senin.”
Yan Heqing'in gözleri şaşkınlıkla açıldı. Kılıcı aldı ve kınını dikkatlice ovuşturdu.
Kılıcın kabzasına altın bir ejderha oyulmuştu, kılıcın gövdesi ince ve keskindi, belli belirsiz soğuk bir ışık saçıyordu. Saçları önüne dökülerek gözlerini indirdi Yan Heqing. Bir süre hiçbir şey söyleyemedi. “Bu...”
“Evet.” dedi Xiao Yuan.
Bu kılıç bir zamanlar Yan Heqing'in babası olan Güney Yan Krallığı imparatoruna aitti. Güney Yan Krallığı, Kuzey Krallığı'nın merhum imparatoru tarafından yıkıldıktan sonra Yan Heqing'in babası bu kılıcı şehir surlarında yas içinde ağlayarak intihar etmek için kullanmıştı.
Ancak Kuzey Krallığı'nın merhum imparatoru onu bir savaş ganimeti olarak aldı ve kendi kılıcı olarak kullandı. Sonunda, ölümünden sonra gömülmeyen tek kutsal emanet haline geldi, gelecek nesillerin ibadet etmesi için tapınağa yerleştirildi. Yan Heqing'in bu yerden bu kadar nefret etmesinin nedeni buydu.
Yan Heqing sakinleşti ve Xiao Yuan'a bakmak için başını kaldırdı. “Bu ne anlama geliyor?”
Xiao Yuan gülümseyerek şöyle dedi: “Bu senin, ona iyi bak.”
Zaten Yan Heqing'e aitti, er ya da geç onu elde edecekti.
Yan Heqing dikkatle Xiao Yuan'a baktı; gözleri titriyordu, karmaşık duygularla doluydu. Bir süre sonra mırıldandı: “Teşekkür ederim.”
Xiao Yuan omuz silkti. “O sana ait, ben sadece onu asıl sahibine iade ediyordum.”
Yan Heqing ona bir kez daha baktıktan sonra tapınağa sırtını döndü. Kılıcını iki eliyle yere koydu, cübbesinin eteğini kaldırdı ve tereddüt etmeden diz çöktü.
Dizlerinin altında dağların ve nehirlerin sonsuz sessizliği, başının üstünde ise dokuz kat sema varken yıkıma uğramış vatanına bakıyordu.
Xiao Yuan, Yan Heqing yukarıya baktığında gözlerinin ülkeyi parçalamanın kızgınlığıyla dolacağından ve bu kızgınlığın sonunda keskin bir bıçak olup boynunu keseceğinden korktuğu için ona bakmak istemeyerek arkasını döndü.
Bir süre sonra Xiao Yuan aniden Yan Heqing'in kendisine seslendiğini duydu, arkasını döndüğünde Yan Heqing'in çoktan ayağa kalktığını gördü. Kılıcı tutuyordu, gözlerinde artık kızgınlık ve üzüntü yoktu, su gibi parlak ve sakindiler. “Geri dönelim mi?”
Xiao Yuan ona gülümsedi. “Hm, geri dönelim.”
Dağa tırmanmanın aşağı inmekten daha kolay olduğu söylenirdi. Xiao Yuan için dağa tırmanmak zaten son derece zordu; şimdi inerken sadece bir top gibi aşağı yuvarlanmak istiyordu.
Yıldızlarla bezeli gökyüzünde ay parıldıyordu. Dağ yolu yeterince açık değildi ve her adımın dikkatle atılması gerekiyordu, bu da çok zaman gerektiriyordu. Xiao Yuan yürümesinde zorluk çıkaran cübbesinin eteğini kaldırarak kendi kendine güldü. “Devam etmek istemiyorum, sadece burada yatmak ve birinin cesedimi almasını beklemek istiyorum.”
Yan Heqing yolun kenarındaki temiz ve düz bir taşı işaret etti: “Otur ve bir süre dinlen.”
Xiao Yuan taşın üzerine oturdu, baldırlarını ovuşturdu ve gülümseyerek şöyle dedi: “Hadi ben yavaş yürüyorum da sen de hiç dert ediyor gibi değilsin.”
Xiao Yuan onu tutmasaydı Yan Heqing yaklaşık bir saat içinde saraya dönmüş olacaktı.
Yan Heqing ona sessizce baktı ve hafif bir ses tonuyla cevap verdi: “Benim yüzümden imparatorluk arabasına binmekten vazgeçtin.”
Xiao Yuan, Yan Heqing'in bunu fark etmesini beklemiyordu. Bir an şaşkına döndü ve nasıl cevap vereceğini bilemedi.
İkisi bir süre sessiz kaldı. Etraflarındaki dağ sessizdi. Xiao Yuan sessizliği bozmak için hafifçe öksürürken Yan Heqing aniden gözlerini kısarak ona doğru koştu: “Dikkatli ol, arkanda!”
Xiao Yuan aniden başını çevirdi ve yeşil bir yılanın kırmızı diliyle ona tısladığını gördü!
Göz açıp kapayıncaya dek geçen bir anda Yan Heqing, Xiao Yuan’ın gözleri önünde yeşil yılanı zayıf noktasından çimdikledi. Xiao Yuan öyle korktu ki birden ayağa kalktı, birkaç adım geriye sendeledi, sonra ayağını burkup yere düşerek yol boyu yuvarlandı.
…
Xiao Yuan sırtüstü yere uzanmış, gökyüzündeki yıldızlara bakıyordu.
Dehşet derecede yakışıklı bir yüz gökyüzünü kapatarak ona baktı.
Xiao Yuan sordu: “Cesedimi almak için mi buradasın?”
Yan Heqing şöyle dedi: “...Hayır.”
Xiao Yuan elini salladı ve ondan başını çekmesini istedi: “O zaman yıldızları saymama izin ver, az önce bir takımyıldızı buldum.”
Yan Heqing, Xiao Yuan'ın muhtemelen kafasının kırıldığını düşünerek nazikçe elini uzattı: “Ayağa kalkabilir misin?”
Xiao Yuan, Yan Heqing'in elini tuttu,tüm gücüyle ayağa kalktı ama bileği korkunç bir şekilde acıdı. Xiao Yuan kaşlarını çattı. “Acıyor, burkuldu mu yoksa yerinden mi çıktı bilmiyorum.”
Yan Heqing'in tekrar oturmasına yardım etmekten başka seçeneği yoktu, iki parmağını uzattı, Xiao Yuan'ın bileğini çimdikledi ve eliyle hafifçe bastırdı.
Xiao Yuan acıyla nefes aldı ve Yan Heqing elini geri çekti. "Belki de yerinden çıkmıştır."
Gerçekten de hiçbir işi rast gitmiyordu.
Xiao Yuan çaresizce vücudundaki ve başındaki yapraklarla dalları silkeledi, kızmak ya da üzülmek yerine Yan Heqing'e şaka yaptı: “Neden beni burada bırakmıyorsun? Burası sarayın dışında, yeteneğinle kaçmakta sorun yaşamazsın.”
Yan Heqing tek kelime etmeden onun gülümseyen gözlerine baktı, ayağa kalktı ve arkasına bakmadan hızla oradan ayrıldı.
Xiao Yuan şaşkına dönmüştü.
Hey!! Sadece şaka yapıyordum!! Gerçekten gidemezsin!!
“Yan...” Xiao Yuan kendine gelerek onu durdurmak için seslenmek istedi ama Yan Heqing'in uçsuz bucaksız gecenin içinde kaybolduğunu gördü.
Ne kadar kalpsiz!
Sosyalizmin temel değerleri adına düşmanca davranışlarını şiddetle kınıyorum!!
Birdenbire, uzak bir yolda öylece terk edilmişti. Kendi kendine mağdur hissetmesinin mümkün olmayacağını söylese de Xiao Yuan çaresizlikle iç geçirdi. Sırt üstü uzandı ve tamamen terk edilmiş bir halde yıldızları saymaya devam etti: “Dubhe, Merak, Phecda...”
Phecda'ya geldiğinde Xiao Yuan'ın kulakları aniden tahta bir çubuğun kesilme sesini duydu.
Xiao Yuan o kadar korkmuştu ki aniden doğruldu, o anda kim bilir ne zaman geri dönmüş olan Yan Heqing'i gördü. Kılıcıyla bazı dalları kesiyordu, Xiao Yuan bunu neden yaptığını bilmiyordu.
Vay canına, bu görkemli kılıç tahta çubukları kesmek için kullanılıyor. Çığlığını duymuyor musun?
Hayır, hayır, konu bu değil gibi görünüyor.
Xiao Yuan dedi ki: “Sen, sen gitmedin.”
Yan Heqing, Xiao Yuan'ın neden kendisine bu kadar manasız düşüncelere kapıldığını anlamadı. Onunla konuşmaya zahmet etmedi. İki tahta çubuk kesti, kendi giysisinden bir parça yırttı, Xiao Yuan'ın yaralı ayak bileğini sardı. Sonra Xiao Yuan'ı sırtında taşımak için çömeldi.