Xie ailesi nesiller boyunca orduda görev yapmış, Kuzey Krallığı'na hizmet etmişlerdi. Her biri sadık ve iyiydi. Xie Chungui'nin babasıyla erkek kardeşi savaş alanında çarpışırken ölmüş ve sıra ona geldiğinde genç imparator tahta çıkmıştı. Xie ailesi, Xie Chungui'nin orduya katılması için imparatorluk sarayına gidip imparatorla görüşmesini istemişti.
Her şey genç imparatorun aptallık etmesiydi. Xie Chungui'nin Xie ailesinin bir hizmetkârı olduğunu düşünmüş ve onun Jingyang Sarayı'na gönderilmesini sağlamıştı.
Orijinal kitapta General Sun yaşlılıktan emekli olup memleketine döndüğünde bile ülke ve halk için çok endişe duyuyordu. Birkaç genci terfi ettirmek istiyordu, bu yüzden aklına Xie ailesinden Xie Chungui gelmişti.
Sonra General Sun Xie ailesine koşmuş ve onun Jingyang Sarayı'nda olduğunu öğrenmişti! Yaşlı General kan tükürmüştü, neredeyse kalp krizi geçiriyordu. Sonunda imparatora bir mektup yazarak Xie Chungui'yi saraydan çıkarmış ve onu askeri kampa göndermişti.
Ama şimdi General Sun memleketine dönmemişti, hâlâ kendi birliklerini yönetiyordu. Ne yazık ki bu konu hakkında hiç düşünmemişti. Böylece Xie Chungui Jingyang Sarayı'nda unutulmuştu.
Şimdi kan tükürüp kalp krizi geçirme sırası Xiao Yuan'daydı.
Xie Chungui başını kaldırıp Xiao Yuan'a tekrar baktığında yüz ifadesinin kasvetli olduğunu gördü. Xiao Yuan'ın buna izin vermeyeceğini düşünse de genç adam inatçıydı: “Majesteleri izin vermiyorsa bile bu yüz tael altını istemiyorum. Savaş patlak verdiğinde asker toplamaya ihtiyaç olacak ve ben o zaman orduya katılacağım!”
Buna kim izin vermiyor!! Gitmek istemesen bile kafanı tutup seni askeri kampa atarım!!
Onu göndermeyi düşünürken Xiao Yuan gülümseyerek sordu: "Ya her şey barış içindeyse ve savaş yoksa?"
Xie Chungui bir süre düşündü ve şöyle dedi: “O zaman güneye doğru yürür, Güney Yan Krallığını yeniden ele geçirir ve ardından Doğu Wu'ya gideriz. Şimdi, Kuzey'de bir milyon askerle, kesinlikle topraklarımızı genişletebilir ve dünyanın geri kalanından üstün olabiliriz!”
Xiao Yuan'ın nutku tutulmuştu. Bir süre sonra şöyle dedi: “Birkaç gün içinde seni General Sun'u görmeye götüreceğim, bu yüzden hazırlanmaya git.”
Xie Chungui'nin gözleri parladı, yere diz çöktü: “Teşekkür ederim Majesteleri.”
Xiao Yuan avludan çıkıp doğruca Yan Heqing'in kanat odasına gitti.
Yan Heqing eşyalarını topluyordu; Xiao Yuan evlatlık görevini yerine getireceğini açıkladığı için Jingyang Sarayı'nın bir Taoist Tapınağı ya da belki bir mabet olması gerekebilirdi.
Aslında Yan Heqing'in fazla eşyası yoktu. Sadece birkaç ince giysi, uzun bir kılıç ve yeşim taşından bir saç tokası. Eşyalarını toplamaktan ziyade, can sıkıntısından bir şeyler yapmak için zaman öldürdüğü söylenebilirdi.
Xiao Yuan geldiğinde Yan Heqing masada oturmuş kılıcının ağzını siliyordu. Xiao Yuan izin istemeden içeri girdi: “Aman delikanlı aman, kanı durmuyor damarlarında. Yaman gerçekten yaman, omurgası bükülmüyor asla. Milyonlar çevresinde onun, ışık peşindeki güveler gibi. Tutkusu göz alıcı, bembeyaz ipek sanki. Eti kemiği besleyecek, tüm yozlaşan memurların midesini.”
Yan Heqing uzun zamandır Xiao Yuan'ın sabahın erken saatlerinde kendi kendine konuşmasına alışkındı. Xiao Yuan da Yan Heqing'in önünde endişe duymadan konuşabileceğini biliyordu.
Xiao Yuan masaya oturdu, biraz çökmüş görünüyordu. Başını kollarına dayadı, karın üstü uzandı ve gözlerini kaldırarak Yan Heqing'e baktı. “Jingyang Sarayı’ndan ayrıldıktan sonra tekrar İçişleri Dairesi’ne geri dönebilirsin.”
Yan Heqing başını salladı ve kılıcı kınına soktu.
Xiao Yuan gülümseyerek ona sordu: “İçişleri Dairesi’nden Hadım Zhao sana zarar vermek istiyor, korkmuyor musun?”
Yan Heqing kayıtsızca cevap verdi: “Ondan korkmanın bir faydası var mı?”
“Ciddiyim. Ya bir gün sana göz kulak olamazsam da ellerini ve ayaklarını kırarsa ne yaparsın?” Xiao Yuan gözdağı verir gibi başını kaldırdı.
“Beni neden bu kadar önemsiyorsun?” diye aniden sordu Yan Heqing.
Çünkü sana olumlu bir izlenim vermek istiyorum! Gelecekte senin tarafından öldürülmekten kaçınmak için!!!
Xiao Yuan ona cevap vermedi. Bunun yerine, eğer o olmasaydı Yan Heqing ve Prenses Yonging'in şimdiye kadar birbirlerine aşık olacaklarını, Yan Heqing'in ilk karısını henüz hiç görmediğini düşünerek başını tuttu. Xiao Yuan bunun sorumluluğunu üstlenmeliydi.
Dahası artık Yan Heqing, Xiao Yuan'ın kalbinde sadece birkaç satırlık bir metin değildi. Tersine onu etten kemikten, sevinç ve üzüntü hissedebilen biri olarak görüyordu. Xiao Yuan'ın kalbine azar azar ama aynı zamanda ağır bir baskıyla kendini yazmış, bir yer bulmuş ve bir koltuk işgal etmişti.
Xiao Yuan başını kaldırdı, gülümseyen bir yüzle şöyle dedi: “Yan Heqing, neden benim imparatorluk muhafızım olmuyorsun? Seni koruyacağım. Başkalarının sana zarar vermesine asla izin vermeyeceğim."
Yan Heqing ona baktı. Yüzünün pürüzsüz ve yumuşak teni son derece güzeldi ama aslında onda gördüğü şey yüzü değildi. Siyah yeşim taşından saf gözlerini gördü, her zaman kristal berraklığındaydı, gülümsüyordu, sıcak ve yumuşaktı.
Yan Heqing Güney Yan Krallığı'nın tamamen yıkılmasından hemen önce, imparatorluk sarayının çökmek üzere olduğu zamanı hatırladı. O anda annesi kolunu sıkıca kavramıştı. Tırnakları etine gömülmüş ve kan akmaya başlamıştı, ağlıyordu, sesi o kadar nefret doluydu ki neredeyse kan tükürecekti: “Bundan sonra bütün yolları tek başına yürümelisin. Kimse seni koruyamaz ama yaşamaya devam etmelisin. Yaşamalısın!” Yan Heqing'in annesi bunu söyledikten sonra hiç tereddüt etmeden saraydaki derin kuyuya atlamıştı.
Yaşamaya devam etmek çok yorucu ve zordu. Annesi bile buna dayanamıyordu ama o kendini hayatta tutmak zorundaydı, bu gerçekten garipti.
Aynı zamanda bu ceza yüzünden, Güney Yan Krallığı'ndan mahkûmlar Kuzey Krallığı'na geldiğinde ve ağır prangalarla yürümek zorunda kaldıklarında, askerler ona toprak attığında ve saygısızca bir şey söyledikten sonra yüksek sesle güldüklerinde bile, Kuzey Krallığı'ndaki hapishaneler ruhlarla dolu cehennem gibi olsa bile, yere tekmelense ve kafası kirli suya bastırılsa ve demir kırbaç çıplak vücuduna acımasızca düşse bile, asla intihar etmeyi düşünmedi.
Yaşamaya devam etmek, sadece üç basit kelime olsa da gerçekten çok zordu.
“Yan Heqing! Yan Heqing!”
Yan Heqing gerçekliğe döndüğünde Xiao Yuan'ın bileğini tutarken ona bağırdığını gördü.
“Ne yapıyorsun? Acımıyor mu?!!” Xiao Yuan endişeli ve çaresizdi. Yan Heqing'in parmaklarını yavaşça açtı, ancak o zaman Yan Heqing elini sıkı bir yumruk haline getirdiğini, avucunun çizilip kanadığını fark etti.
Xiao Yuan, Yan Heqing'in elini sarıp kanamayı durdurmak için temiz bir ipek bez buldu. Xiao Yuan, Yan Heqing'in annesini düşünmesinin muhtemelen onun sözleri yüzünden olduğunu biliyordu. Ancak intihar etmeden önce başkalarıyla ilgilenmeye alışkın olduğu için bu sözleri çok fazla düşünmeden ağzından kaçırmıştı. Sonunda bu sözler Yan Heqing'in travmatik geçmişini tetiklemişti.
Yan Heqing elindeki kan lekeli ipek kumaşa baktı, onu sıkıca tuttu ve sonra açtı: “Ben...”
Xiao Yuan tereddüt etmeden şöyle dedi: “Sen neysen osun. Eşyalarını topla ve imparatorluk sarayındaki ikinci odaya taşın.”
İkinci oda Xiao Yuan'ın imparatorluk yatak odasının batı tarafındaydı. Burası aynı zamanda imparatorluk muhafızlarının ikametgâhıydı.
Yan Heqing ipek kumaşı iki eliyle tuttu ve ardından Xiao Yuan'a baktı, soğuk gözleri o sıcak gözlerde ılıdı. Dudaklarının kenarları fark edilmeyecek şekilde hafifçe kalktı. Sesinin tonu yükseldi: “Tamam.”