Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 36: Öyleyse sen "Güller Beyanı"nı da bilmiyorsundur.

 

"Tık..."

"Tık..."

"Tık..."

Bilmediği bir yerden bir aparatın monoton sesi yankı yapıyordu. Bununla birlikte odada başka bir ses daha vardı.

"Güm."

"Güm."

"Güm."

İnsan kalp atışına benziyordu ama ses tüm odaya yayıldığı için bu olamazdı, dört duvarın köşelerinde bu sesi çıkaran cihazlar var gibiydi.

Tam o sırada odanın uzak ucundan ayak sesleri geldi, iki insan yürürken konuşuyorlardı, görünüşe göre bir şeyler kaydediyorlardı.

Bir süre sonra kısa bir konuşma duyuldu.

"Bölge 4 normal."

"Bölge 6 normal."

"Numara 113 geliştirmeyi durdurdu."

"İzlemeye devam edin."

"Numara 334'te anormal proliferasyon, yok edilmeli."

"Numara 334'ün nakli için çok erkendi."

"Elimden bir şey gelmiyor, son rapor onaylanmadı ve üstler yüksek doğum oranını yüksek anormallik oranıyla dengelemeye kararlı."

"Embriyo anormallik oranı son iki yıldır giderek artıyor, bu hiç de akıllıca bir karar değil, embriyoların sorunsuz gelişimini sağlamak için en az bir ay daha annenin vücudunda kalması gerekiyor."

"Annenin çiçeklenme dönemi çok kısa, uzatırsak doğum oranı yeterli olmaz."

"Neden bu kadar zor?"

"İyi yanından bakın, toplam çocuk sayısı artıyor."

Ayak sesleri kayboldu, sadece kalp atışlarının sesi odanın içinde yankılanmaya devam ediyordu. Odadaki ışık loş ve yumuşaktı, huzurlu bir yuva ya da içi boş kocaman bir organ gibiydi ve kalp atışlarının güçlü sesi yaşamın varlığının bir kanıtıydı sanki.

An Zhe yavaşça boruya çekildi, vücudunda biraz rahatsızlık hissediyordu - sanki bu yerde garip bir dalgalanma vücudunu etkiliyordu. Ancak neyse ki insan odalarının düzenini görmek nihayet yön algısını yeniden kazandırmıştı. Binanın dışına doğru yaklaşması gerekiyordu.

Borularda daha birçok dönüş yaptıktan sonra hepsi birbiri ardına küçük kare odalara açılan bir dizi havalandırma deliği buldu. Hâlâ insanların uyuduğu bir zamandaymış gibi görünüyordu, her odada bir kişi uyuyordu. Görmek için yatağın altından çıkamıyorsa da nefes alış verişlerini duyabiliyordu. Çok zayıflardı, yavruların nefes alış verişleri olsa gerekti. Pencereler kapalıydı ve odaların üzerinde kırmızı ışıklı kameralar vardı, bu odalardan kaçmasının hiçbir yolu yoktu.

Bu yüzden An Zhe'nin koridorun tavanında bir havalandırma deliği bulmayı başarması için uzun bir süre daha geçti.

Dikkatlice oradan çıktı, vücudu tavanda düz bir şekilde yayılarak süründü ve koridorda ilerledi - kamera aşağıya doğru parlıyordu ve tavandan görüntü alamıyordu.

İrem Bağı'nın her katı benzer bir yerleşim planına sahipti. Burasının gündelik işlerin yapıldığı iç mekan temizlik aletlerinin, ev eşyalarının, yiyecek ve çeşitli eşyaların depolandığı bir koridor olduğunu fark etti.

An Zhe biraz heyecanlandı. Genelde bu tür koridorlarda küçük bir terasa açılan bir kapı bulunurdu. Bazen bir şeyleri kurutmak için kullanılırdı ve bazen personel burada sigara içerdi.

Çok geçmeden An Zhe kapıyı zorlanmadan buldu ve miselyumunu uzatmak için çabalayarak aralıktan süzüldü.

Dışarısı aydınlıktı - şaşırtıcı bir şekilde çoktan gün ışımıştı.

Ancak An Zhe bunu düşünecek zaman bulamadan dikkati tamamen başka yöne çevrildi.

Boş terasta, beton bir korkuluğun üzerinde çok küçük bir figür, beyaz elbiseli bir kız duruyordu. Sırtı An Zhe'ye ve yüzü dışarıya dönüktü, yavaşça kollarını açıp vücudunu öne doğru eğiyordu - her an düşecekmiş gibiydi.

An Zhe'nin insan formu kendini gösterdi ve birkaç adım öne çıktı, kızı omuzlarından yakaladı, korkuluğun üzerinden kaldırdı ve yere bıraktı. "Sen..."

Kız arkasını döndü.

An Zhe donakaldı.

Onu daha önce de görmüştü, sadece iki gün önce İrem Bağı'ndan dışarıdaki yola doğru koşmuş, Lu Feng tarafından durdurulmuş ve sonunda İrem Bağı'nın bir çalışanı tarafından götürülmüştü. Yanılıyor olamazdı.

O anda An Zhe'ye bir bakış attı, neredeyse boş denecek bir bakış. An Zhe'nin sınıfındaki çocuklar kadar parlak değildi, An Zhe bir an için kızın cansız bir oyuncak bebek olduğunu düşündü. Şu anda sıradan görünmediğini biliyordu, miselyumdan örülmüş bir elbiseye bürünmüştü, belki de çarşafla dışarı çıkan bir insan gibi görünüyordu -ki normal insanlar çarşafla dışarı çıkmazdı.

Ama kız hiçbir şey görmemiş gibi davrandı; An Zhe'nin giysisinin ne kadar tuhaf, görünüşünün ne kadar ani olduğunu fark etmemiş gibiydi. Onu tanımış gibi de görünmüyordu, varlığını bile hatırlamıyor olabilirdi. Üç saniye sonra tekrar önüne bakmak için yavaşça geri döndü.

Sabahın erken saatleriydi, kutup ışıkları yeni yeni solmuştu. Koyu gri şehir boyunca yayılan kalın beyaz bir sis grili mavili gökyüzüne doğru dalgalar halinde dalgalanıyordu. Bu açıdan bakıldığında manzaranın yarısı çok uzakta olmayan, tüm binalardan daha büyük ve daha uzun, bir dağ, deniz sisi içinde bir ada veya gökyüzünü yere bağlayan döner bir merdiven gibi silindirik manyetik alan jeneratörü tarafından saklanmıştı. Sokak lambaları gökyüzündeki sabah yıldızlarıyla birlikte parıldıyor ama böylesine devasa bir görüntünün yanında cüce gibi kalıyorlardı.

Ve kız başını kaldırıp yukarıdaki sonsuz gökyüzüne baktı.

"Atlamak istemiyordum." Sesi çocukçaydı ama kelimeleri netti. "Uçmaya çalışıyordum."

An Zhe ona "Düşebilirdin." dedi.

"Biliyorum."

Ses tonu da onun yaşındaki bir çocuğunkinin aksine çok donuktu. Sabah rüzgarı üzerinde esiyor, beyaz elbisesi ve siyah saçları alışılmadık derecede ince ve yumuşak bir şekilde savruluyordu; dışarıdaki kadın ve kızlarda olmayan bir şeydi bu - Du Sai'de de bulunan ama bu kızda daha belirgin olan bir özellikti.

An Zhe kızın arkasında durdu, az önce bir insan yavrusunu korumuştu ve bunun bedelini ödemişti; en azından varlığı bu kızın gözünde açığa çıkmıştı, şimdi son derece tehlikedeydi ve daha fazla kusurunu açığa çıkarmayı göze alamazdı.

"Neden buradasın?" diye sordu.

"Kameraların bir süreliğine bozulduğu ve henüz fark etmedikleri bazı zamanlar oluyor." dedi kız. "Bu zamanı gökyüzünü seyrederek değerlendiriyorum."

"Boş zamanlarında da gökyüzünü seyredebilirsin." An Zhe, "Hangi katta ve hangi sınıftasın?" diye sordu.

Bir öğretmen olarak görevini ciddiye alıyordu ve yavruları böyle tehlikeli bir yerde bırakamazdı.

"İrem Bağı'ndanım." diye cevapladı.

"İrem Bağı'ndaki kaçıncı katta ve hangi sınıftasın?" dedi An Zhe.

"Herhangi bir katta ya da sınıfta değilim." dedi kız. "Oralarda erkekler oluyor."

An Zhe sabırla ona "Sınıfta kızlar da var." diye açıkladı.

Erkekler gibi giyinmiş olmalarına rağmen sınıfta Jisha gibi birçok kız vardı. Önündeki kız gibi ne elbiseler giyiyorlardı ne de omuz hizasında saçları vardı.

"O kızlar kız değil." An Zhe'ye bakmak için döndü. "Gerçek kızlar yirminci kat ve üzerinde."

An Zhe "Neden?" diye sordu.

"Bunu bile bilmiyor musun?"

"Bilmiyorum."

Bu insan üssü hakkında gerçekten çok az şey biliyordu.

Kızın yüzünde ilk kez donukluk dışında bir ifade belirdi ve dudakları belli belirsiz bir keyifle kıvrıldı. "Öyleyse sen Güller Beyanı'nı da bilmiyorsundur."

An Zhe, "Nedir o?" diye sordu.

Güneş gökyüzünde belli belirsiz yükselirken kız arkasını döndü ve korkuluklara doğru uzandı.

"Yani bakteriyel enfeksiyonlar hakkında da bir şey bilmiyorsun, öyle mi?" dedi.

"Biliyorum." dedi An Zhe.

Dünya'daki insan nüfusunun yüzde doksanının ölümüne neden olan felaketi biliyordu.

"Sadece genetik olarak üstün olanlar hayatta kaldı." dedi kız.

"Hm."

İnsan tedavilerinin etkisiz kaldığı öldürücü mutant bakterilerin enfeksiyonundan ancak doğuştan gelen bağışıklık sayesinde kaçınılabiliyordu ve genleri hastalığa karşı direnç göstermesini sağlayan kişiler hayatta kalabiliyordu.

"Ve sonra hayatta kalanlar dünyada çok az sayıda küçük çocuğun canlı doğduğunu görüyorlar." Uzandı ve saçlarını taradı, bir an durakladı, sanki söyleyeceklerini toparlıyormuş gibiydi. "Enfeksiyondan sonra hayatta kalan dişilerin doğurganlıklarında kusurlar vardı.. Sadece çok azındaki kusurlar nispeten daha küçüktü."

An Zhe bir şey söylemedi, kız burnunu çekti ve devam etti. "Bilim adamları onlara genetik testler yapıyorlardı, altmışın altında puan alanlar bu işlevlerini tamamen kaybetmiş olanlarken altmışın üzerinde puan alanların ise normal çocuk doğurma olasılığı vardı. Bir de Güller Beyanı vardı. Sen bir erkek olduğundan beyanın seninle bir ilgisi yok."

"Beyan nedir?" diye sordu An Zhe.

"Daha yeni ezberlemiştik." dedi kız. "Dinlemek ister misin?"

"Evet."

Sakin bir tonda okumaya başladı. "İnsanlığın dört üssünde doğurganlık puanları altmış ve üzeri olan yirmi üç bin üç yüz yetmiş bir kadın sıfır ret oyu ile aşağıdaki beyanı kabul etti: Kendimi gönüllü olarak insanlığın kaderine adıyorum, genetik deneyleri kabul ediyorum, her türlü yardımlı üremeyi kabul ediyorum ve hayatımın geri kalanında insan ırkının hayatta kalma mücadelesine dahil oluyorum."

"İşte bu kadar." dedi. "Yani ben yirminci kattayım ve sen de aşağıdasın, artık biliyorsun."

"Teşekkür ederim," dedi An Zhe ona. "Ama yine de bu kadar tehlikeli bir yere gelmemeye dikkat etmelisin."

"Atlamayacağım." dedi ve sonra, "Ben her hafta buraya geliyorum, sen de gelmiyor musun?" diye sordu.

Tekrar An Zhe'ye baktı. "Ben gökyüzünü görmek istediğim için buraya geldim. Sen neden geldin?"

An Zhe, "Dönüş yolumu bulamadım." diye yanıtladı.

"Yolu biliyorum ben." dedi kız. "Gizli bir geçidim var."

An Zhe bir an düşündü. Giyecek kıyafetim de yok."

"Çamaşırhanenin nerede olduğunu da biliyorum." dedi kız.

An Zhe ona "O zaman bana söyleyebilir misin?" diye sordu.

Kız doğrudan cevap vermek yerine, "Alt sınıfta bir öğrenci misin?" diye sordu.

"Ben bir öğretmenim."

"Bana bir söz ver," dedi An Zhe'ye, gözleri biraz parlamış gibiydi. "Bana bir söz ver ve sana kıyafet bulup seni gizli geçitten çıkarayım."

"Ne sözü?"

"Altıncı katta Sinan adındaki çocuğu bulup ona bana bir takipçi verildiğini ve artık onunla dışarı çıkıp oynayamayacağımı söyle." dedi. "Gelecek hafta bu saatlerde buraya tekrar gelebilir ve bana ne cevap verdiğini söyleyebilirsin."

An Zhe sessiz kaldı.

Kız ona baktı. "Bunu yapamaz mısın?"

"Ben..." An Zhe onunla göz göze geldi ve kız gözlerini kırpıştırdı, ancak o zaman normal bir çocuk gibi görünmüştü.

Sonunda An Zhe, "Bunu muhtemelen yapamam." dedi.

"Onu altıncı katta bulabilirsin."

An Zhe hiçbir şey söylemedi.

Ancak kız sanki biraz acelesi varmış gibi terasın kapısını iterek açtı ve "Gidip kıyafet getireyim." dedi.

An Zhe'nin ona seslenmesine fırsat kalmadan beyaz elbisesinin etekleri kapının ardında kayboldu.

Eğer bahsettiği Sinan An Zhe'nin tanıdığı Sinan'sa bu çocuk artık İrem Bağı'nda değil Deniz Feneri'ndeydi. Ama An Zhe insanî duyguların getirebileceği acıyı bildiğinden ona bu haberi verirse ne olurdu bilmiyordu.

Bu yüzden kız dışarı çıkıp tekrar içeri girene, onu karanlık ve boş derin koridorlardan geçirene ve sonunda dağınıklığın içindeki küçük, yarı açık bir kapıda durana kadar ne söyleyeceğini düşünememişti.

"Eğer içeri girebilirsen zemin kata inebilirsin." dedi kapıyı işaret ederek.

Kapı yarı açıktı, daha doğrusu artık eskisi gibi sıkıca kapalı değil de gevşekçe açıktı. Ancak zincire benzeyen paslı metal sürgü hâlâ kapının bir tarafından sarkıyordu ve diğer tarafından da duvara gömülüydü, bu da kapının sadece bir çocuğun yanlamasına girebileceği kadar az bir aralıkla açılmasına sebep olmuştu.

An Zhe, "Deneyeceğim." dedi.

Kapıya doğru yürüdü ve hafifçe eğildi.

Yetişkin bir insanın kapıdan geçmesi imkânsızdı ama ne de olsa o hâlâ bir mantardı ve bedeni kısa bir süreliğine giysilerinin örtüsü altında miselyum haline dönüşüp insan iskeletinin sınırlarını kaybetmiş olduğundan kapının arkasından kolayca geçebilmişti.

"Vücudun çok yumuşak." diye hayret etti kız.

"Bir ricam var." dedi An Zhe. "Buraya geldiğimi kimseye bahsetmesen olur mu?"

Kız, "Eğer gelecek hafta buraya tekrar gelirsen..." demişti ki sesi aniden kesildi.

"Lily?" Bir kadın sesi duyuldu.

"Yine buraya gelmişsin." Ses kızı hafifçe azarladı.

An Zhe saklanmak için yana döndü ve Lily'nin "Özür dilerim hanımefendi." dediğini duydu.

"Bu sefer seni bulan ben oldum," diye yumuşak bir sesle konuştu 'hanımefendi' denen kadın, "eğer onlar olsaydı yine kilit altına alınırdın."

Lily, "Bir daha yapmayacağım." dedi.

Sonra ayak sesleri duyuldu. Dışarı çıkıyor gibilerdi. An Zhe boşluktan bakınca Lily'nin uzun, bembeyaz elbiseli bir kadın tarafından tutulduğunu gördü, kadının figürü loş koridorda usulca kayboluyordu.

Lily henüz cümlesini bitirmemişti ama An Zhe onun ne söylemek istediğini biliyordu; Lily'yle haftaya tekrar buraya gelip Sinan'ın cevabını söyleyeceğine dair bir anlaşma yapmış gibi görünüyordu.

Dalgınlıkla etrafına bakındı -her yer loştu, rutubet her yere yayılmıştı, duvarların grili yeşilli küf lekeleriyle yamalı ve soyulmuş olduğunu, zeminin grili beyazlı toz kırıntılarıyla kaplı olduğunu belli belirsiz görebiliyordu- dar, dik bir merdiven boşluğuydu. Uzun süredir kullanılmadığı belliydi.

An Zhe merdiven tırabzanının yerini buldu ve yavaş yavaş aşağı indi. Penceresiz ve geceden daha karanlık olan bu yer bir borulardan çok da iyi değildi.

Her katta yirmi basamak vardı, An Zhe ilerledikçe kat sayısını saydı. Altıncı kata ulaştığında merdiven boşluğundaki küçük kapıda yaklaşık yirminci kattakinin büyüklüğünde bir boşluk vardı. Oradan dışarı çıkıp altıncı kattaki malzeme odasına ulaştı.

Parlak ışık üzerinde parlıyordu. Lily'nin ona verdiği kıyafetler İrem Bağı çalışanlarının standart kıyafetleriydi, kar beyazı bir gömlek -daha önce giydiklerinden farklı değildi. Dışarı çıktı ve koridordaki duvar saatine baktı. Saat yediydi. İrem Bağı'ndaki eğitim üssüne gitmesi gerekiyordu ve çoktan geç kalmıştı.

An Zhe kollarını kavuşturdu ve kapıya doğru adımlarını hızlandırarak aşağıya yürüdü. Salon bembeyaz duvarların arasında göze çarpan parlak kırmızı "İnsanlığın Menfaati Her Şeyden Önce Gelir" sloganı, parlak zeminde dolaşan beyaz üniformalı personel ve uzaktan gelen çocuk sesleriyle bruların derin ve dolambaçlı iç kısmından farklı bir yerdi. An Zhe yeniden yaşadığını hissetti.

Sonra koridorun cam kapıları açıldı ve biriyle kafa kafaya çarpıştı.

An Zhe: "..."

Lu Feng.

Lu Feng'in arkasında Seraing vardı.

Lu Feng'in gözlerinin kısıldığını gördü, bu eylemden bir tehlike kokusu almıştı.

Beklendiği gibi Lu Feng ağır bir sesle, "Neden buradasın?" diye sordu.

Bu kişiyle karşı karşıya kalan An Zhe'nin miselyumu patlamak üzereydi.

Şu anda İrem Bağı'nda olmamalıydı. Colin'le birlikte eğitim üssünde olmalıydı.

"Ben..." Lu Feng'e bakmak için başını kaldırdı.

Ve o soğuk, buz gibi yeşil gözler ona sanki "bir şeyler uydurmaya başlayabilirsin" dercesine baktı.

An Zhe, "...yanlış tarafa gittim." dedi.

Gerçekten de yanlış tarafa gitmiş ve şehrin yer altında tamamen kaybolmuştu. Eğer İrem Bağı'nda olmasaydı ya da o terası zamanında bulamasaydı o yerde hapsolmaya devam edebilir ve bir daha asla dışarı çıkamamak üzere insan kimliğinden vazgeçebilirdi.

Ve…

Lu Feng'in, bu kötü adamın, o andan itibaren An Zhe ile hiçbir ilgisi olmayacaktı.

Gözlerini hafifçe indirdi, her nedense Albay ona şu anda daha önce olduğu kadar itici gelmiyordu.

Sonra Seraing'in nazikçe, "Bugün çalışmak için eğitim üssüne gitmelisin. Yer değiştirmen gerektiğini unuttun mu?" dediğini duydu.

Güneş uzaktaki yapay manyetik kutbun arkasından yükselirken ve altın rengi güneş ışığı Lu Feng'in üniformasının gümüş tokaları üzerinde parlarken An Zhe hiçbir şey söylemedi.

Boğuk bir sesle, "Bir de geç kaldım." dedi.

Lu Feng ağzını açıp An Zhe için zorlaştıracak hiçbir şey söylemedi. An Zhe, Lu Feng'in zekası hakkındaki bilgisine dayanarak Seraing'in sunduğu gerekçenin yeterince inandırıcı olduğunu hissetti. Yana doğru hareket ederek Lu Feng'i atlatmaya ve oradan ayrılmaya çalıştı.

Bir anda yanından Lu Feng'in sesi duyuldu. "Seni bırakayım."

Lu Feng'in arabası servis aracından en az iki kat daha hızlı bir şekilde ve istikrarla ilerledi, eğitim üssünün girişinde durduğunda arabanın ekranındaki saat 7.25'e daha yeni ulaşmıştı -işte olması gereken saatten beş dakika önceydi, yani geç kalmamıştı.

Fakat Lu Feng'in arabasından indiğinde An Zhe eğitim üssüne çalışmaya gelen diğerlerinin ona baktığını hissetti.

Sonuçta kendisine ilk kez bakılıyor değildi, bu yüzden An Zhe öylece girişteki kart kaydırmalı kapıya gitti. İnsanlar birer birer yanından geçerek kimlik kartlarını kapıdan geçirip içeri girdi.

An Zhe durakladı - bir şey fark etmişti.

Arkasından ayak sesleri geldi ve arkasını döndüğünde Lu Feng'in çok yakınında durduğunu, kaşlarını kaldırıp kendisine baktığını gördü.

An Zhe, "...Kartımı da unutmuşum." diye mırıldandı.

Lu Feng'in hafifçe cıkladığını duydu.

İki uzun parmak mavi kimlik kartını kavrayıp sensörün üzerine yerleştirdi ve kapı bir bip sesi ile açıldı.

Lu Feng onun içeri girmesine yardımcı olmak için kendi kimlik kartını kullanmıştı.

Aynı anda Albay'ın hafif bir küçümsemeyle karışık sesi kulaklarında çınladı.

"Ne aptalca."


Sonraki Bölüm