Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 67: Gidiyorum.

 

        Onu öylesine şiddetle, öylesine karşı konulmaz bir şekilde öptü ki, artık kan kokuyordu. An Zhe nefes alamaz oldu, başını çevirdi ama tekrar geri bastırıldı.

        Az önce Lu Feng için üzülürken şimdi öfkeden titriyordu. Miselyumu büyük kümeler halinde yayılıyordu, tek yapabildiği içgüdüsel olarak direnmek, Lu Feng'i bütünüyle boğmaya çalışmaktı.

        Ancak şiddetli bir transa geçti - gözlerinin önünde bir sahne belirdi.

        Önünde bir figür yere düştü. O kişiyi yakalayıp sıkıca kollarına alırken yüreği ağzına gelmişti. "An Zhe?"

        An Zhe trans halindeyken bunun Lu Feng'in hafızasından bir parça olduğunu fark etti. Az önce Lu Feng'in kanını içmiş ve bir şey elde etmişti. Bu, onun bayıldığı sahneydi.

        "An Zhe?" Lu Feng arka arkaya birkaç kez ona seslendiyse de kollarındaki kişi hiç en ufak bir tepki vermedi. Sadece kaşlarını hafifçe çattı, sanki büyük bir acı çekiyormuş gibi titredi.

        Lu Feng onun neden aniden bu hale geldiğini bilmiyordu, elinden yalnızca ona sıkıca sarılmak gelirdi.

        Sanki aniden ölüyormuş gibiydi - tıpkı sürekli değişen bu dünya gibi.

        An Zhe o anki hislerinin farkına vardı. Şu anda onun hisleriyle Lu Feng'in hisleri örtüşüyordu.

        Lu Feng korkuyordu.

        Gerçekten korkuyordu.

        Neden korkuyordu?

        Kollarındaki bu insanı kaybetmekten korkuyordu. Sanki... onu kaybederse her şeyi kaybedecekmiş gibi.

        An Zhe'nin vücudu şiddetle titredi.

        Bu adam...

        Nasıl ona karşı hem bu kadar iyi hem de bu kadar acımasız olabiliyordu?

        Omzundaki güç onu kısa süreliğine o sahneden ayırdı, bilinci ikiye bölündü, bir yarısı Lu Feng'in elinde neredeyse işkenceye uğrarcasına öpülürken diğer yarısı geçmiş anılara daldı, bu adamın kendisini kollarında tuttuğuna, adını tekrar tekrar bağırdığına şahit oldu.

        Fakat bağırmak onu uyandırmamıştı. Çok acı çekmiş, çok sevimli görünüyordu. Çok kırılgandı ve çok yoğun bir acı çekiyordu.

        Lu Feng An Zhe'nin alnındaki teri sildi, An Zhe bilinçsizce Lu Feng'in bileğini hayat kurtaran bir dal gibi kavradı. Lu Feng o anda ne düşünüyordu?

        "Onun için canını yakabilirim, her şeyi yapabilirim, yeter ki uyanabilsin" diye düşünüyordu.

        An Zhe gözlerini kapattı. Hâlâ direniyordu ama fazla gücü yoktu. Sanki aniden sönmüş gibiydi, sonunda sadece kendinden vazgeçti, tüm direnişten vazgeçerek Lu Feng'in dudaklarını ve dilini, ayrıca ruhunu, onunla ilgili her şeyi ele geçirmesine izin verdi.

        Bu uzun bir savaş gibiydi.

        Yoğun duyguları bu uzun çıkmazda yavaş yavaş tükeniyordu.

        Sonunda serbest kaldığında, hiçbir şey söylemek istemeyerek Lu Feng'in göğsüne yaslandı.

        Lu Feng de aynı sessizlikle ona sarıldı.

        Boş bir zaman aralığı sonsuza dek uzadı, bu yargıç ve heterogenezin söyleyecek hiçbir şeyleri yoktu.

        Bu uzun sessizlikte Lu Feng aniden ağzını açtı.

        "Nasıl insan oldun?" diye sordu.

        "An Ze sayesinde." dedi An Zhe.

        Lu Feng'in kollarına eğildi, birbirlerine her şeyi itiraf etmişlerdi, ikisinin de dürtüyle hareket ettiği o öpücükte birbirlerini parçalara ayırmışlardı.

        Bu yüzden artık saklayacak bir şeyi yoktu.

        Aslında, o bir heterogenez değildi.

        İşe yaramazdı ve kimseyi enfekte edemezdi, aksine o insanla enfekte olmuş bir mantardı.

        O anda Lu Feng miselyumuna bir baktı. Bembeyaz miselyum az önce An Zhe'nin ısırdığı yerden akan kanla lekeliydi hâlâ. Belli ki bu küçük mantar öfkelendiğinde vahşi olabiliyordu.

        Kan yavaş yavaş kayboluyor, miselyum tarafından emiliyordu.

        An Zhe de oraya baktı.

        Bir anda, "Öleceksin." dedi.

        Lu Feng parmaklarını kavradı, "Neden?" diye sordu.

        "Senin içinde büyüyeceğim." dedi An Zhe kayıtsızca. "Tüm kanını, iç organlarını, etini yiyecek ve sonra kemiklerinin üzerinde büyüyeceğim."

        Lu Feng'in diğer eli yavaşça An Zhe'nin bileğini kavradı, parmak uçları parlak beyaz deriyi çizerek soluk kırmızı bir iz bıraktı. Yağmurdan sonra yeni yetişen beyaz bir mantarın kırılıp sızdırması gibiydi. "Ne dediğinden haberin var mı?" diye fısıldadı.

        An Zhe başını salladı, boğazı düğümlenmiş ve gözleri yaşlarla dolmuştu. Yeşil küf lekeli duvara, bükülmüş, akan avizeye baktı. Pencere rüzgârın etkisiyle kırılmıştı ve yağmur, rüzgârın iniltili fısıltılarına katılarak içeri doluyordu.

        Duygularını nasıl tanımlayacağını bilmiyordu, fakat Lu Feng'le barış içinde kalmak istiyorsa başka çıkış yolu yok diye düşündü.

        Ulaşamayacağı gökyüzüne baktı.

        Lu Feng ona, "Yine ağlıyorsun." dedi.

        An Zhe dönüp başını hafifçe kaldırarak Lu Feng'e baktı.

        Böylece birbirlerine baktılar.

        Lu Feng'e bakarken An Zhe her nedense gülümsedi.

        Dudakları hafifçe kızarmıştı, güzel gözlerinin köşelerinde hâlâ yaşların izi vardı.

        Böylece Lu Feng de gülümsedi.

        An Zhe'nin yüzünü tuttu, "...Çok aptalca" diye mırıldandı.

        An Zhe sadece ona baktı. Uzun bir süre sonra, "Üs seni almaya gelecek mi?" diye sordu.

        "Evet."

        An Zhe başka bir şey söylemedi. Lu Feng, "Üssü beğendin mi?" diye sordu.

        'Üs' kelimesini duyduğu anda elektrik işkencesinin acısı An Zhe'nin tüm vücuduna yeniden yayıldı. Fizyolojik olarak titreyerek tekrar Lu Feng'in kollarına gömüldü.

        Lu Feng kollarını ona doladı, "Özür dilerim." derken nazikçe sırtını sıvazladı.

        An Zhe başını iki yana salladı.

        Ancak üç dakika sonra An Zhe tekrar sakinleşti.

        Lu Feng'e baktı, ellerini sıkıca tuttu.

        Bir şey bekliyor gibi görünüyor, diye düşündü Lu Feng.

        Aklına bir fikir geldiği gibi eyleme geçti; Lu Feng hafifçe eğilerek An Zhe'yi tekrar öptü.

        Yoğun bir hareket yoktu, direnç yoktu, çok derin, sessiz bir öpücüktü.

        An Zhe'nin yumuşak dudakları ile dili artık direnmiyordu. Lu Feng nefes aldıkları arada onun yüz ifadesine baktı; hafifçe, hızla nefes alıp veriyordu, kirpikleri usulca aşağı inmişti, kirpiklerindeki yaş damlacıkları ince bir ışıkla parlıyordu. Elleri nazikçe omuzlarına tutunmuştu, ürkek bir yalvarış, nazik bir masumiyet, beyazlığı nedeniyle neredeyse şefkatli, şefkatinde ise ilahilik - sanki ruhani bir hayırsever, o an için hem veriyor hem alıyordu.

        Yine de ağlamaya devam ediyordu.

        Lu Feng onun gözyaşlarını öptü, sanki bu, aralarındaki acılı her şeyi silecekmiş gibi.

        Her şey olup bittiğinde dışarıdaki yağmur da yavaş yavaş durdu, akşam olduğunda gökyüzü bulutlu sarı, loş bir ışıkla aydınlandı.

        An Zhe yatağın üzerine diz çöktü. Lu Feng'i tutup onu yavaşça yatağa yatırırken parmakları titriyordu.

        Lu Feng'in gözleri kapalıydı. Uykuya dalmıştı, nefes alış verişi düzenliydi. Artık onu hiçbir şey uyandıramazdı. Bunu yapmak çok kolaydı. Tek yapması gereken öpüşme esnasında dilinin bir kısmını yumuşak miselyuma dönüştürmekti, böylece Albay bile bunu fark edemezdi.

        Uyuyan Lu Feng'in onu yakalamasının hiçbir yolu yoktu, onunla hiçbir şey yapamazdı. An Zhe gülümsedi, aslında Lu Feng hiçbir zaman ele geçirememişti, bunu bir anda fark etmişti.

        Gitmek ya da kalmak, buna kendisi karar vermeliydi.

        Bir anda...

        An Zhe'nin gözleri karardı, acı ona şiddetle çarptı. Son miselyum da kırılmıştı.

        Bir insanın kolunu ya da gözünü kaybetmesi gibi, bir şey ondan ayrılıyordu. Ama hayır, bu öyle önemsiz bir şey değildi. Sporu uzuvlardan, organlardan çok daha önemliydi.

        Vücudu bir anda boşaldı. Bu, olgunlaşmamış sporunu kaybetmesinden daha derin, daha dipsiz bir boşluktu. Bir aralık gibi, dünyayla bağlantısı aniden kesilmişti.

        Vücudu aniden boşaldı. Bu, olgunlaşmamış sporun kaybından daha derin ve daha boş bir sesti. Sanki dünya ile bağlantısı aniden kesilmiş gibiydi. En önemli şey ondan ayrılmış, geriye yalnızca harap, çürüyen bir kabuk kalmıştı.

        Bedeni.

        An Zhe bir anda kaskatı kesildi.

        O anda, kaderin bir iblis gibi kulağına fısıldadığını duyduğundan emindi.

        Boş gözlerle önüne baktı, titreyen elini kaldırdı.

        Bu andan hemen önce, bir seçeneği olduğunu düşünmüştü.

        Gerçekten de bir seçeneği olduğunu düşünmüştü.

        Ancak o an gerçekleştiğinde, hiçbir zaman bir seçeneği olmadığını fark etti.

        Tamamen hayrete düşmüştü.

        Sporlar vücudundan süzülerek çıktı, ellerinde tutuldu. An Zhe şaşkınlık içinde küçük, beyaz kütleye baktı. Nihayet ona gülümsemeyi başardı.

        "...Özür dilerim." dedi.

        "Ben..." dedi. "Ne yapmalıyım? Beni takip etmek ister misin? Seni... iyi yetiştiremeyebilirim."

        Sporun miselyumu parmak uçlarına dokundu. An Zhe onun anlamadığını biliyordu. Hemen ardından sporun miselyumu yavaşça belli bir yöne doğru hareket etti. An Zhe'nin parmaklarını terk ederek Lu Feng'in siyah üniformasının yüzeyine düştü, ilerlemeye devam etti.

        An Zhe bu sahneye baktı. Spor ilk kez böyle davranıyor değildi. An Zhe gülümsemekten kendini alamadı. "Onu neden bu kadar çok seviyorsun?"

        Spor An Zhe'nin elinin kenarında durarak konuşamadan parmak ucuna tekrar sürtündü.

        An Zhe hafifçe içini çekerek onu Lu Feng'in vücuduna yerleştirdi.

        Yere bırakıldıktan sonra yumuşak miselyumunu kullanarak Lu Feng'in göğsüne süründü, kendiliğinden cebine girdi. Sanki uzun zamandır bunu yapmak istiyormuş gibi mutlu görünüyordu.

        An Zhe olanları izledi. Sporunun Lu Feng'e neden bu kadar yakın olduğunu anlamadığı gibi işlerin neden aniden bu noktaya geldiğini de anlamıyordu.

        Sırt çantasından bir kâğıt çıkarıp sehpanın üzerine koydu, üzerine birkaç satır yazdı.

        Olgunlaşmış ve eskisinden farklı. Her zaman nemli olan bir yere koyun, büyüyecektir.

        Çok suya ihtiyacı var, kemirgen yaratıklardan ve böceklerden korkuyor.

        Eğer araştırma yapacaksanız lütfen çok fazla acı çekmesine ve ölmesine izin vermeyin.

        Bunca zaman benimle ilgilendiğiniz için teşekkür ederim.

        Gidiyorum.

        Notu bir kenara bırakarak Lu Feng'in göğüs cebine uzandı. Takip serumuyla dolu şişeyi çıkarıp kapağını açtı.

        Çıt.

        Soluk yeşil sıvı döküldü, zemindeki boşluktan aşağı aktı. Sonunda elini bıraktığında şişe yere çarparken keskin bir ses duyuldu.

        Sanki hayatında çok önemli bir karar vermiş gibi elini uzatarak Lu Feng'in göğsündeki rozeti çıkarıp kendi cebine koydu.

        Son olarak, bir kenara bıraktığı sırt çantasını alarak Lu Feng'e son bir kez baktı ve odadan çıktı.

        Xi Bei onu gördüğünde "Ne yapacaksın?" diye sordu.

        An Zhe, "Dışarı çıkıp neler olup bittiğine bakacağım." diye cevap verdi.

        "Tamam." Xi Bei biraz sakinleşmiş görünüyordu. "Kendine dikkat et."

        An Zhe "Tamam." diyerek başını salladı.

        Paslı çelik kapıyı iterek açarak bir adım attı. Sonra tekrar odaya baktı, bakışları kanepenin üzerindeki iskeletin ardından Lu Feng'in odasının kapısına doğru kaydı. Gri kapının usul bir çekiciliği var gibiydi. Eğer mümkün olsaydı, hiçbir endişesi olmasaydı o da sporu gibi Lu Feng'in yanında kalmak isterdi. Ancak bu mümkün değildi.

        Kapıyı kapatarak üst kata çıktı. Merdivenler çok yüksekti, vücudu tüm gücünü kaybetmiş gibiydi. En üst kata çıkması uzun zaman aldı. En tepedeki açıklıktan geçtikten sonra binanın çatısına ulaştı.

        Yağmurun ardından dışarıdaki hava son derece serinlemişti.

        Yapay manyetik alanın kaybolduğu bu birkaç günde atmosfer çok incelmişti. Deniz Feneri henüz aktifken insan bilim adamlarının bu yılki iklimin son derece olağan dışı olacağını ve kışın en az üç ay erken geleceğini tahmin ettiklerini duymuştu.

        Kendi hayatının kışı da yaklaşıyordu.

        Sporu olgunlaştığı anda kaderin sinsi talimatlarını tam olarak anlamıştı.

        Yere indiği andan itibaren kendisini besleyip olgunlaştıran mantarla tüm temasını kaybettiği gibi, kendi sporunun güvenle büyümesinden de emin olamayacaktı.

        Dışarıda kurak, her zaman kasırga rüzgarlarının estiği, yaratıklarla çevrili ve kemirgen veya eklembacaklı canavarların olmadığı uçurumda bile isteği dışında devasa yaratıklar altında ezilebilir yahut kavgalara karışabilirken An Zhe'nin son anda sadece Lu Feng'e inanmayı seçebilmesi şaşırtıcıydı.

        Bunun nedeni An Zhe'nin ölecek olmasıydı.

        Aslında bir mantarın ömrü çok uzun değildi; o zaten içlerinde uzun ömürlüsü olarak kabul edilebilirdi. Her birinin bir görevi vardı ve bunu yerine getirdiğinde yaşamanın anlamını yerine getirmiş olurlardı. Bir mantar için sporunu olgunluğa ulaştırmak tek görevdi.

        Soğuk rüzgârda hafifçe titreyen An Zhe kollarını kendine doladı. Hissetmesine gerek kalmamıştı; vücudu parçalanıyordu. Daha önce ölü mantarlar görmüştü; sporları sürüklenip gittiğinde şapkaları yavaş yavaş kırılır, kıvrılır, sonra kurur, büzüşür ve nihayetinde tüm dokular -saplar, miselyum, topraktaki hifler- hepsi koyu renkli bir sıvı havuzunda eriyip gider, daha sonra topraktaki diğer şeyler tarafından yenirdi. 

        Şimdi, bu sürece daha önce sayısız kez tanık olmuş biri olarak, o da bu süreci deneyimlemeye başlamak üzereydi. Sürecin ne kadar süreceğini bilmiyordu fakat insanlık tamamen yok olmadan önce, çok çabuk olacaktı herhalde. Daha önce bir an -sadece bir an- Lu Feng'le birlikte üsse dönmek istemişti, bundan sonra neyle karşılaşacak olursa olsun.

        Ancak Lu Feng'in onun vahşi doğada hâlâ hayatta olduğunu düşünmesini sağlayacaktı. Yargıç zaten çok fazla ölümü ilk elden tecrübe etmişti.

        Binanın çatısında harap bir bahçe vardı, çiçek tarhının arkasına oturup dizlerine sarıldı, doğuya bakarak gecenin çöküşünü, güneşin doğuşunu izledi. Burası üsten çok uzakta olamazdı - bir arı için sadece bir günlük uçuş mesafesiydi.

        Gerçek tam da beklediği gibiydi, güneş sabahın erken saatlerinde şehrin üzerindeki sisin arasından parlarken insanların zırhlı araçları Lu Feng'in onlara söylemiş olması gereken mahallenin önündeki meydanda durdu. Yaratıklardan bir dereceye kadar korunmak için yeterince ağır silah getirmişlerdi. Mesela devasa uçan şahin gökyüzünde süzülüyor, onları dikkatle izliyor ancak daha fazla ilerlemeye cesaret edemiyordu.

        Gri bulutlar, uçan şahin, harabe olmuş şehrin uzantısı, zırhlı araç konvoyu, sadece bir rüyada görülebilecek bir sahne gibiydi. Rüzgâr yine keskin bir ses çıkarıyordu.

        An Zhe, Lu Feng ile Xi Bei'nin binadan çıkışını, orduyla kısa bir konuşmadan sonra arabaya binişlerini izledi. An Zhe doktorun figürünü belli belirsiz görebiliyordu. Arabanın kapısı kapandı. Konvoy hemen hareket ederek harabelerden ayrıldı. Lu Feng ayrılırken arabanın penceresinden şehre bakacak mıydı? An Zhe'nin gideceği yerin uçurum olduğunu bilemezdi artık. O mağaraya geri dönecek, An Ze'nin kemiklerini bulacaktı. Her şey orada başlamıştı, orada bitecekti.

        Yazgısında ölmek olan her şeyle yüz yüze gelmek, Lu Feng'in kendi kaderi, onun da kendi kaderi vardı.

        Her şey bitmişti.

Sonraki Bölüm