Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 68: Hubbard'ın oyuncağını yaptırdığı adam.

 

        Zırhlı araç.

        "Tebrikler, on beş saat içinde üsse dönmüş olacağız."

        Lu Feng, "Üs nasıl?" diye sordu.

        "Bozulma durumu yaygın bir paniğe ve kafa karışıklığına neden oldu. Bazı hassas aletler çalışmıyor, yine de neyse ki yapay manyetik kutuplar düzgün çalışıyor."

        "Bozulma manyetik kutuplar arızalandığında mı meydana geldi ?"

        "Evet."

        Lu Feng, "Kazazede ile ben son birkaç gündür manyetit madeni mağarasında yaşıyorduk, orada herhangi bir bozulma yok." dedi doktora.

        "Manyetik alanlardan kaynaklı, bozulmalara bir dereceye kadar direniyor." dedi doktor. "O sırada Deniz Feneri kaos içindeydi. Yıllar boyunca yaptığımız tüm araştırmaları Yer Altı Şehri Üssü'yle değiş tokuş ederek son umut ışığımıza tutunduysak da hiçbir şey elde edemedik. Onların da tüm araştırmaları biyogenetiğe dayanıyordu."

        "Daha sonra yasa dışı bir yolla araştırma enstitüsünün iletişim kanalına eriştim."

        Lu Feng hafifçe kaşlarını kaldırdı.

        "Birlikte tartıştıktan ve bozulmanın ortaya çıktığı zaman noktası gibi bazı ipuçlarını birleştirdikten sonra bunun manyetik alanla ilgili olabileceğini düşündük. Yapay manyetik kutupların gücünü geçici olarak artırdık." Doktor, "Şimdilik işe yaradı, bize biraz zaman kazandırdı." dedi.

        Doktor araba koltuğuna yaslandı. "Yine de tahminlere göre bozulma giderek artarak üç ay içinde bizi alt edecek."

        Bir süre durakladı, havada uçan kahverengi şahinlerin süzüldüğü uzaktaki gri sisli gökyüzüne baktı. "Bununla birlikte, insanoğlunun eski çağlardan günümüze kadar hayatta kalmak için gösterdiği tüm çabaların boşa gittiğini görebilmek, insanoğlunun tamamen yok olmasına tanık olmak aslında hayal bile edilemeyecek bir ayrıcalık." 

        Tekrar Lu Feng'e döndü. "Dürüst olmak gerekirse, beklediğimden çok daha sakinsin."

        "Ne için etkilendin?" diye tekrar konuştu. "O An Zhe'nin nasıl bir tür olduğunu bilmiyorum, o kadar kaygan ki üssün sıkı savunmasından bile çıkabiliyor, yakalayamaman normal. Yakalasan bile elinde tutamazsın, bu yüzden çok da endişelenme."

        Lu Feng hiçbir şey söylemedi.

        Sadece elini uzattı.

        Kolundan küçük, yumuşak, bembeyaz bir kütle çıktı.

        Ona baktı.

        Garip bir şekilde, yumuşak bir düşünce zihnini doldurdu. Sanki An Zhe'nin sessizce göğsüne yaslandığı anlara geri dönmüş gibiydi. Geceleri birlikte yattıklarında An Zhe her zaman Lu Feng'e sırtını döner ama uykuya daldığında dönüp Lu Feng'in göğsüne hafifçe yaslanırdı. Sabah uyandıktan sonra An Zhe bile bunu neden yaptığını bilmez, ince, güzel kaşlarını çatarak geri dönerdi. Sonra Lu Feng onu arkasından kucaklardı.

        Bunların hayatının en unutulmaz birkaç günü olup çıkmıştı anlaşılan.

        Kar beyazı, yumuşak miselyum sevgiyle parmağına sarılmıştı.

        Doktor donakaldı. "Onu geri mi aldın? Nasıl başardın?"

        "Hm."

        "Peki ya An Zhe?" Doktor çok hızlı konuşuyordu. "Onu öldürdün mü?"

        Spor bu adamın birden yükselen sesinden korkmuş görünerek Lu Feng'in kolunun içine geri çekildi.

        Ancak bir süre sonra tekrar yakasından çıkarak Lu Feng'in boynuna sevgiyle sürtündü.

        Lu Feng "Gitti" diye cevap verdi belli belirsiz.

        "Onun gitmesine nasıl izin verebilirsin? Tam olarak ne ki o?" Doktorun gözleri büyüdü. "Kendini koruyabilir mi?.."

        Lu Feng cevap vermeden sporun yumuşak miselyumuna dokundu. Profili karanlık gökyüzü altında sessiz ve yalnız bir siluetti.

        Doktor onu incelerken aniden kaşlarını çattı. "Silahın nerede?"

***

        Çatı.

        Konvoyun uzaklarda kayboluşunu izleyen An Zhe kaskatı kesilmiş bedenini hareket ettirerek çiçek tarhının arkasından ayağa kalktı. Dünkü şiddetli yağmur platformda su biriktirmişti, şu anda suyun içinde ince ipeksi şeritler halinde bazı yaratıklar kıvranıyordu, bunlar dünkü yeni doğanlardı.

        Ancak gökyüzü açtığında durgun su çok geçmeden kuruyacak, kısa bir yeni yaşam döneminden sonra ebedi ölümle yüz yüze geleceklerdi.

        Tüm yaratıklar için geçerliydi bu.

        Sporu, yaşayıp ölen bu yaratıklardan daha uzun yaşayacak mıydı? Öyle umuyordu.

        An Zhe sabırla bir fırsat bekledi. Şahin yere iner inmez sırtına tırmandı. Şahin ona hiç dikkat etmedi -belki de çok hafif olduğu, yetersiz beslendiği için. An Zhe şahinin geniş sırtında yerleşecek bir yer buldu. Şahinin vücudu tüylerle değil pullarla kaplıydı. Pullardaki boşluklar arasında iç içe geçmiş yarı saydam dokunaçlar büyüyordu. Şahin yiyecek bulmak için şehrin etrafında dolandı, ete benzeyen bir sarmaşığı yuttuktan ve yarasa kanatlı dev bir yaratıkla yarım saat boyunca dövüştükten sonra yenilerek orayı terk etti.

        An Zhe uçuş yönünü Kuzey Yıldızı'na ve haritaya göre işaretleyerek yörüngenin saptığını fark ettiğinde sessizce uzaklaştı. Gece boyunca besin emmek için toprağa kök saldı, sonra uzun bir tereddüt ardından sırt çantasından siyah bir silah ile bir düzine kadar mermi çıkardı.

        Bu silah Lu Feng'e aitti, Lu Feng gittikten sonra sırt çantasında bulmuştu. Albay, sırt çantası da dahil olmak üzere An Zhe'nin eşyalarını sık sık kullanırdı, An Zhe bunun silahı geride bırakmasına neden olduğunu tahmin etti.

        Silahın sesini kullanarak kelebek kanatlı bir yaratığı cezbetmeyi, binek olarak kullanmayı başardı.

        Üç gün sonra tekrar yere inen An Zhe bir sonraki hedefini ararken mantarla beslenen karınca benzeri eklembacaklı bir yaratığın birçok özelliğine sahip olan son derece çirkin, kırkayakvari bir yaratıkla karşılaştı. An Zhe kaçmaya çalıştı fakat vücudu çok zayıftı. Tam yenmek üzereyken Lu Feng'in silahı onu korudu. Yanlışlıkla yaratığın yumuşak karnını vurdu, çamurlu bir dereye yuvarlanarak hayatını kurtarmak için bu kısa duraklama anından yararlandı.

        Hava soğumaya başlamış, soğuktan kaçınan yaratıklar güneye doğru gitmeye başlamıştı. Elbette bu sırada birbirlerini de avlıyorlardı. Bazen ovalarda hiçbir yaşam izine rastlanmıyor, sadece bir ya da iki aşırı iri muzaffere rastlanıyordu. Bazen de kara bir sel gibi yaratık sürüleri güneye doğru göç ediyor, An Zhe de onlarla birlikte akıntıya kapılıyordu.

        On gün sonra nihayet güneye doğru giden bir kuş bularak yirmi günden fazla süre kuşun yumuşak sırtında kaldıktan sonra ufukta bu dünyadaki bir yara izi gibi dar, devasa, karanlık bir gölgenin belirdiğini gördü.

        İnsanlara göre uçurumun merkezi Felaket Çağı sırasında 8.0 büyüklüğünde bir depremin neden olduğu dar bir fay hattı bölgesiydi; radyasyonun aşırı ve anormal olduğu, dolayısıyla sayısız korkunç yaratığın ortaya çıktığı bir yerdi. Bu merkezdeki fay hattı bölgesi dışarıya doğru genişlediği yer uçurumun kuzey tarafı, sayısız yaratığın kış uykusuna yattığı, her türlü mantarla dolu, sık ormanlarla kaplı geniş bir düzlükken güney tarafı yaylalar ve dağlardan oluşan devasa, inişli çıkışlı bir sıraydı.

        Yırtıcı kuş uçurumun kenarına vardığında uçmaktan yorulmuş, devasa bir ölü ağaç bularak dinlenmek üzere dallarına tünemişti.

        Dallar aniden sallandı. Kuşun tüyleri havalandı, çığlık atarken kanatları titreşti...

        Ölü ağacın üzerinde yoğun siyah bir sarmaşık belirmiş, kuşun ayaklarına sıkıca dolanmıştı daha farkına bile varılamadan. Bembeyaz kuş sürüklendi, sık dallı ağacın ortasına doğru çekilirken kanatlarını çırptı, zarif boynu yukarı kalktı, keskin ve uzun gagası bir mücadele ederek gri göğe uzandı ancak sarmaşık boynuna dolandı, hemen ardından açılarak keskin dişli bir ağız kuşun boynunu ısırdı.

        Bir "puf" sesiyle kan sıçradı, beş altı metre uzunluğundaki kuşun gövdesi ikiye ayrıldığında küçük tüyleri yere saçıldı.

        An Zhe sırt çantasını tutarak yerdeki tüylerin üzerine düştü. Ayağa kalkıp siyah sıvının aktığı çürümüş zeminde durdu. Birkaç adım attıktan sonra yukarı baktı, kuşun binlerce sarmaşık tarafından parçalanışını seyretti.

        Sonra sarmaşıklar memnuniyetle dağıldı.

        Sık orman, sarmaşıklar ve dev mantarlar bir araya gelerek gökyüzünün ışığını, dövüşlerin sesini engelledi.

        Burası uçurumdu, kemiklerin bile tüketildiği uçurum. Burada kemirgenler ya da eklembacaklılar yoktu, çünkü kendi başlarına çok zayıflardı. Üstelik kendilerinden yüz kat daha güçlü olan yaratıklar yenilmez değildi - uçurumun toprağı kan ve etle ıslandığı için besin açısından zengindi, muhtemelen mantarların gelişmesinin nedeni de buydu.

        An Zhe uçurumun derinliklerine doğru yürüdü. Yosunlar, ölü dallar ve dökülmüş yapraklar zemini kaplamıştı. Çok yumuşaklardı, bir bataklığa yakındı, böylece yaratıklar ses çıkarmadan üzerinde yürüyordu.

        Uçurumun atmosferinin değiştiğini açıkça hissetti. Geçmişte ölümüne kavgalar her zaman oluyor, güçlü yaratıklar sık sık bölgelerinde devriye gezmek için sık ormanda dolaşıyorlardı. Ancak bugün uzun bir yol katetmesine rağmen tuhaftır ki yalnızca sessiz bir pitonla karşılaşmıştı.

        Hepsi kış uykusuna yatmış gibi görünüyordu.

        Ancak An Zhe yaratıkların gelip gitmesini umursamadı.

        Güneş ışığının bile giremediği bu uçsuz bucaksız yere boş gözlerle baktı.

        Solunda, birkaç devasa taş blok arasına tünemiş on metre yüksekliğinde koyu kırmızı bir mantar vardı, şapkasından sürekli kan rengi mukus damlıyordu. Devasa gövde nefes alıyor gibi görünüyor, havayı içine çektikçe yükselip alçalıyordu.

        An Zhe parmağını mantarın sapına koyarak mukusla sarılmış dokusunu hissetti.

        Daha önce hiç böyle bir mantar görmemişti.

        Birdenbire gözleri korkuyla dolarak etrafına bakmaya başladı. Göz bebekleri küçüldü, vücudu soğudu. Titriyordu.

        Hatırlayamıyordu.

        Hatırlayamıyordu...

        Sık ormanda tökezleyerek koşarken göğsü şiddetle yükselip alçalıyordu. Burası uçurumdu, kanla ıslanmış toprağı, siyah suların aktığı bataklığı, karanlıkta onu izleyen yaratıklarıyla uçurumdu. Burası uçurumdu uçurum olmasına fakat artık o bildiği, tanıdık uçurum değildi.

        Uçurum çok büyüktü. Asıl evini nasıl bulacaktı?

        Yolu hatırlamak için çok uğraştı ama aklına sadece o karakteristik mantarlar geliyordu. Daha önce yolu hatırlamak için hep onlara güveniyordu.

        Böylece hiç durmadan, insan bacaklarıyla, miselyumuyla sürekli arayarak yürümeye devam etti. Gündüzün ardından gece, gecenin ardından gündüz geldi. Yine e her düzlük aynı görünüyordu, bütün mağaralar boştu.

        Hiçbir ipucu yoktu, tanıdık bir yer yoktu. Kaç gün batımı gördüğünü, kaç kez boş bir mağara karşısında hayal kırıklığına uğradığını hatırlayamıyordu.

        Ne kadar sürdü bilmiyordu ama artık ilerleyemez olmuştu. Miselyumu artık eskisi kadar yumuşak, eskisi kadar esnek değildi. Çözülüyor ve kırılıyordu, insan vücudu, yaşamı ondan çekilirken inanılmaz derecede zayıflıyordu.

        Sessiz bir gölün kıyısında, ölü bir sarmaşık ona çelme taktı.

        Keskin taşlar ellerini, dizlerini kesti. Yere diz çöktü, titrerken yüzünü avuçlarının içine gömdü. 

        Bulamıyordu, mağarayı bulamıyordu.

        Mantarlar sadece bir mevsim yaşardı. Eskileri ölür, yenileri büyür, uçurumun yüzü mantarların nesil değiştirmesiyle anbean değişirdi. Daha önce orada olan yol, çok iyi hatırladığı yol, artık o yolun izi bile yoktu.

        Mantarların ve ölü odunların oluşturduğu çevrenin altında çaresizlik içinde gökyüzüne baktı, bilmiyordu, işlerin bu kadar acımasız olabileceğini bilmiyordu.

        Lu Feng haklıydı. Dünyanın ne kadar büyük olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu.

        Önünde uzun bir ömür olmadığı sürece orayı bulması imkânsızdı. Ancak o bir mantardı ve ölüyordu.

        O mağarayı ararken ölmeye mahkumdu.

        Dünyadaki hiçbir şey ebedi değildi.

        İlk yemini bile.

        Tuzlu gözyaşları dikenlerin yüzünde açtığı küçük yaralara aktı. Acı yoğun olsa da kalbindeki çaresizliği örtmekten çok uzaktı. Yanındaki durgun göle baktığında nefesi kesildi.

        Dalıp gitmişti.

        Sanki o suyun içinde bir ses vardı, tarif edilemez bir frekans onu uzaklara çağırıyordu, tüm dünya bulanmış, gerçek dışıydı.

        Atla, atla ve her şey bitecek.

        Artık mutluluk ya da acı olmayacak.

        Bu çağrının büyüsü altında adım adım göl kenarına gitti. Su o kadar berraktı ki görünüşünü yansıtıyordu. O ve An Ze birbirlerine çok benziyorlardı. Suyun dalgaları onun dış hatlarını bulanıklaştırdığında oradan onu çağıran kişi An Ze gibi görünüyordu.

        Hiçbir şey bilmeden doğmuştu, hiçbir şey bilmeden ölecekti.

        Uçurumda, bu... hüzünlü yerde.

        Sanki hafızasındaki bir düğmeye dokunulmuş gibi, bir ses aniden kulaklarında çınladı. Kendi sesiydi.

        "Hüzünlü tepede, orada..." dedi ses nazikçe. "Yalvarırım, lanetle ve kutsa beni şimdi acımasız göz yaşlarınla."

        "Ama gitme o güzel geceye usulca."

        "Gitme o güzel geceye usulca..." demişti. "Bu ne anlama geliyor?"

        Lin Zuo, İrem Bağı'ndaki öğretmen, "Ölümü uysalca kabul etme." diye cevap vermişti.

        Kısa bir duraklamanın ardından kelimeler tekrar değişti.

        "Ölümün gölgesindeki vadiden geçsem bile şerden korkmayacağım. Çünkü sen benimlesin." Bu dizeleri önlerinde neyle karşılaşacakları hakkında hiçbir fikirleri olmadan birlikte uzun bir yol katettikleri bir adama fısıldadı. O çölde, gecenin karanlığında, rüzgârın sesiyle yürürken onunla birlikte yürüyen adam ne düşünüyordu?

        Nihai ölümünü haber veren acı kader karşısında o adam da aynı umutsuzluğu hissediyor muydu? Nasıl devam ediyordu o?

        O...

        An Zhe başını eğdi, farkına varmadığı bir anda Yargıç'ın rozetini eline aldığını fark etti. Rozetin keskin kenarları çoktan eline batmış, elini kana bulamıştı.

        Dalgınlık anı bir anda geri çekildiğinde birkaç adım geri gitti. 

        Ne yapıyordum ben, diye düşündü.

        Az önce avucunu kesen taş tekrar ayak bileğine çarptığında bileğinden keskin bir acı geçti.

        Diğer yaratıkları düşürmesini engellemek için zeminde duran keskin gri taşı yerinden oynatmak için eğildiğinde aniden bir şey fark etti.

        Taşın üzerinde, sanki yanmış bir dalla üzerine yazılmış gibi koyu bir kömür izi vardı - güneydoğuyu gösteren eğri büğrü, çirkin bir ok çizilmişti.

        Düşüncelere daldı; sınırlı bilgisine göre uçurumda ok çizebilen hiçbir yaratık yoktu.

        Ayrıca bu garip gri taşı uçurumun başka yerlerinde bir ya da iki kez daha görmüş gibiydi. Ama mağarayı bulmaya o denli odaklanmıştı ki dikkatini vermemişti.

        Etrafına bakındı, sonunda okun gösterdiği yöne doğru gitmeyi seçti. Uzun bir süre yürüdükten sonra yerde aniden bir başka gri taş belirdi; yarısı toprağa gömülü yarısı açıktaydı, açıkta kalan kısmında ok resmi vardı.

        An Zhe yürümeye devam etti. İşaretli olan sadece gri taşlar değildi. Bazı ağaç gövdelerinde, beyaz kemiklerde de işaretler vardı. Beş gün sonra uçurumun güneyine, yaylaların yakınına yürüdüğünü fark etti. Yaylaların havası kuru ve sertti, bu yüzden çok az yaratık buraya giderdi.

        Ancak o gün başka taş bulamadı.

        Şaşkın bir halde bir ağacın altında durup etrafına bakmaya çalıştı - yanlış yöne mi gittiğini merak ediyordu.

        Birden...

        Küçük bir taş omzuna çarptı.

        "Kayıp mı oldun?" Arkasından gülen bir adamın sesi duyuldu.

        An Zhe arkasına döndü, yine bir insan sesi duyduğu için şaşkındı.

        Yakışıklı yüz hatlarına sahip, uzun, ince, siyah saçlı bir adam bir ağacın yanında durmuş, sağ elinde gri bir taş tutarak ona göz kırpıyor, "İşaret levhaları yanımda, onları henüz yerleştirmedim." diyordu.

        Ona bakan An Zhe yavaşça kaşlarını çattı.

        "Tang Lan?" Bir isim seslendi.

        "Beni tanıdın mı?" Adam biraz çekingen ve sınır tanımaz bir edayla gülümseyerek onu süzdü. "Seni üste görmemiştim."

        "Ben de seni görmedim." Adamın görünüşünü bir kez daha teyit eden An Zhe, "Hubbard'ı tanıyorum." dedi.

        Hubbard'ın adı geçtiği anda adamın yüzündeki rahat gülümseme kayboldu.

Sonraki Bölüm

Yazar Notu:  Hubbard'ın oyuncağını yaptırdığı adam.