Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 69: "Füzyon fraksiyonunu duydun mu hiç?"


mozek katkılarıyla 

        "Hubbard." diye mırıldandı bu ismi Tang Lan. "O..."

        Dili tutulmuş gibiydi. Ancak bir düzine saniye sonra ağzını tekrar açabildi, sesi biraz kısıktı. "...O iyi mi?" 

        An Zhe, Hubbard'la ilgili anılarını hatırladı.

        Böcek dalgasının şiddetlendiği ve 6. Bölge'nin bombalandığı sırada Hubbard şehir dışında bir görevdeydi. Bu epey akıllıca bir hareketti. Sadece dış şehrin yok edilmesinden kaçınmakla kalmamış, aynı zamanda Lu Feng tarafından 'bir yargıcın bilgilerini yasa dışı şekilde çalmak' suçuyla tutuklanmaktan da kaçınmıştı. Daha sonra ekibiyle birlikte güvenli bir şekilde geri dönmüş ve ana şehir tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. Ardından bu efsanevi paralı asker kaptanı Lu Feng ile rastlaşmıştı. O ve albay PL1109 uçağını Yer Altı Şehri Üssü'nü kurtarmak için götürmüşlerdi. An Zhe madendeyken Lu Feng ile ara sıra sohbet ediyordu. Lu Feng'in söylediklerine bakılırsa Hubbard ve Lu Feng kurtarma görevini tamamlamış, birlikte sağ salim geri dönmüşlerdi.

        An Zhe, "İyi." diye cevap verdi.

        Tang Lan gözlerini hafifçe indirdi, biraz gülümser gibiydi. Başka bir şey sormadı, sadece "Çok şükür." dedi. 

        An Zhe gözlerini Tang Lan'a dikti.

        Bu kişiyi ilk kez Patron Shaw'un dükkânında güzelce işlenmiş, neredeyse gerçek boyutlarda bir oyuncak bebek olarak gördüğünde tanımıştı. Patron Shaw bunun Hubbard tarafından servetinin büyük bir kısmı harcanarak sipariş edildiğini söylemişti. Hubbard dış şehrin tamamındaki en efsanevi paralı asker ekibinin kaptanıydı. Tang Lan ise onun ömür boyu dostluk kurduğu kaptan yardımcısıydı. Bir sefere çıktıktan sonra hiç geri dönmemiş, tek bir ceset parçası bile bulunmamıştı.

        Bebeğin yanında çeşitli veriler içeren bir etiket vardı. İlk satırda adı yazıyordu: Tang Lan.

        Şimdi hayatta olan Tang Lan, An Zhe'nin önünde duruyordu. Güvendeydi, herhangi bir yara almış gibi görünmüyordu. Gerçekten de krizlerle dolu uçurumun derinliklerinde hayatta kalmış, çok iyi yaşamıştı.

        "Hayatta kalmışsın." An Zhe, "Neden geri dönmedin?" diye sordu.

        Tang Lan'ın gözlerinde çaresiz bir gülümseme belirdi.

        "Geri dönemem."

        Bununla birlikte, elindeki işaretli taşı toprağa gömdü.

        "Bir haritam var, onunla geri dönebilirsin." dedi An Zhe ona. "...Lazım mı?"

        "Hayır, lazım değil." dedi Tang Lan. "Ben artık insan değilim."

        An Zhe. "..."

        Tang Lan gülümsedi, pırıl pırıl parlayan bir hançer çıkarıp yanındaki ağaca bir ok kazıdıktan sonra, "Ne yaptığımı biliyor musun?" diye sordu.

        An Zhe "Bilmiyorum." diye cevap verdi. 

        "Enfekte olduktan sonra çoğu insan talihsizdir, tamamen yaratığa dönüşür. Öte yandan daha şanslı olan, bazen insan gibi kalan on binde bir kişi de var." dedi Tang Lan. "Ben şanslı olanlara yol gösteriyorum - tıpkı bana ilk yol gösterildiğinde olduğu gibi."

        An Zhe bir şey söylemedi; bir hikâye anlatmak isteyen bir kişiyi tanımak konusunda özel bir yeteneği olduğunu fark etmişti.

        Ancak Tang Lan'ın hikâyesi kısaydı.

        "O gün Hubbard ve ben küçük bir tartışma yaşadık. Ben geri dönme zamanının geldiğini düşünürken o daha derine gitmek istiyordu. Kısacası, tatsız bir durumdu. O gece onunla görüşmeden başka bir arabada nöbet tuttum."

        "Uçurumda her zaman bir şeyler vardır. Saat on ikide bir yaratık bizi buldu. Hiç bu kadar tehlikeli bir şey görmemiştim." Tang Lan oku çizmeyi bitirerek hançerini bir kenara bıraktı, sesi net ve keskindi. "Diğerlerini uyararak yaratığı diğer yöne doğru uzaklaştırdım. Sonra da öldüm. Sefil bir şekilde ölmeliydim." 

        "Her nedense tekrar uyandım, çok güçlü bir şeye dönüşmüştüm. Yaratıkla kaynaşmıştım ama hâlâ uyanıktım." Hançerle oynarken An Zhe'ye, "Peki ya sen?" diye sordu.

        An Zhe bunun üzerinde düşündü.

        Tam o sırada Tang Lan başını şiddetle çevirdi, bakışları bir ok gibi ormanın ortasına dikildi. Oradan bir hışırtı sesi gelmişti. An Zhe'ye "Git!" diye fısıldadı.

        Lafını bitirdiği anda ormandan kocaman siyah bir gölge fırladı! 

        An Zhe'nin kolunu yakalayarak Tang Lan onu karşı koyulamaz bir güçle kendi sırtına yerleştirdi. Hemen ardından büyük bir çatlama sesi duyuldu, Tang Lan'ın sırtından bir çift siyah kanat açıldı!

        An Zhe bir anda yerden havalandı. Arkasında, dağa benzeyen yaratığın pençeleri yere çarptı fakat Tang Lan daha hızlı uçarak sık ormanı neredeyse anında geride bıraktı.

        An Zhe aşağıya baktı, onlar yükseldikçe yerdeki her şey küçülüyor, güneydeki yüksek dağlar ise gittikçe yaklaşıyordu.

        Rüzgâr ona doğru eserken Tang Lan'a "Nereye gidiyoruz?" diye sordu.

        Rüzgâr giderek güçleniyor, sesi uçup gidiyordu. Bu sırada Tang Lan ona, "Füzyon fraksiyonunu duydun mu hiç?" diye sordu. 

        Bu sözlerle An Zhe'yi daha da yükseğe taşıdı, yavaş yavaş en yüksek dağın tepesine yaklaştı. Gökyüzü yaklaştıkça, yaylalar batan güneşi yansıtırken kırmızı altın renginde parlıyordu. Dağın tepesinde, gökyüzü ile dağın zirvesinin birleştiği yerde, beyaz bir bina yavaş yavaş ortaya çıktı.

        An Zhe'nin gözüne çarpan ilk şey pürüzsüz bir görünüme sahip iki silindirik beyaz kule oldu. İki uçtan bölünmüş ve ortalarından bir çizgiyle bağlanmışlardı. İki beyaz kulenin arasında binanın ana gövdesi, yardımcı binalar ve diğer çeşitli dağınık binalarla çevrili oval, üç katlı alçak bir bina vardı. Ana binanın önündeki açık alan her türlü garip cihazla doluydu. Binanın arkasında düzinelerce yüksek rüzgâr türbininin bulunduğu düz bir arazi vardı. Bembeyaz üç rüzgâr türbini uğuldayan rüzgârda hızla dönüyordu.

        Devasa, koyu yeşil bir sarmaşık düzinelerce tele ayrılarak tüm bina topluluğunu çevrelemişti. Dalları çitlere, beyaz kulelerin üzerine uzanmıştı. Tang Lan An Zhe ile yere indirdiğinde bir sarmaşık geldi, onları kokladıktan sonra ayrıldı.

        Tang Lan'ın sırtındaki devasa siyah kanatlar yavaşça vücudunun içine doğru çekildi. Bu sırada Tang Lan'ın vücudu hafifçe titredi, yumrukları sıkıldı, yüzünde biraz acı belirdi. An Zhe, Tang Lan gözlerini tekrar açana kadar kendi gözlerini kırpmadan onu izledi. 

        İlk bakışta Tang Lan'ın gözleri karanlıktı, insanlık dışı bir görünümü vardı ama üç saniye içinde kendini toparlamıştı.

        "Dönüşüm süreci biraz kafa karıştırıcıydı ve pek de hoş değildi," dedi Tang Lan, "ama şanslıydım."

        Sarmaşığa baktı. "Bu adam bir daha insana dönüşemeyecek."

        An Zhe sarmaşığa baktı. "İnsan bilincine mi sahip?"

        "Biraz." Tang Lan bir adım öne çıktı ve An Zhe de onu takip etti. Yavaş yavaş merkezdeki en eski beyaz binaya yaklaşırlarken dağdaki güçlü rüzgâr elbiselerini savuruyordu. 

        Akşam saat altı, gün batımının en yoğun olduğu zamandı.

        Gökyüzünün güneybatısında bulutlar yuvarlanıyor, devasa kızıl bir güneş alevler içinde batarken altın kırmızısı parlaklığı açık kapı ile tam ortasında duran figürü aydınlatıyordu.

        An Zhe bu insanın yaşı konusunda çok net değilse de en azından Patron Shaw kadar yaşlı, altmış ya da yetmiş yaşlarında bir insan olduğunu görebiliyordu. Ancak yaşından dolayı olabilecek solgun ve kambur bir duruş sergilemiyordu. An Zhe yaklaştığında adamın siyah bir takım elbise giydiğini, gümüş grisi gömleğinin yakasının altında özenle bağlanmış bir papyon olduğunu, bembeyaz saçlarının düzgünce arkaya taranmış olduğunu, yüzünde yıllar geçtikçe daha da sakin ve şefkatli görünen bir çift nazik grimsi mavi göz olduğunu gördü.

        Bu gözler An Zhe'ye bu kişinin dünyadaki tüm fırtınaları ve değişimleri görmüş olduğunu hissettirdi. 

        "Hocam." Tang Lan adamın önünde durdu, sesi saygılıydı. "Yeni bir üye getirdim."

        Adam gülümseyerek An Zhe'ye baktı, o grimsi mavi gözler insana yakınlık hissi veriyordu. An Zhe ona bakarken o sağ elini An Zhe'ye uzattı.

        Hafif bir tereddütten sonra An Zhe alışılmadık bir duruşla elini sıktı. Diğer adamın avuç içi sıcak ve kuru, elini sıkması ise nazik ama güçlüydü.

        "Yüksekova Enstitüsü'ne hoş geldin, kendimize insanlığın beşinci üssü deme cüretini gösteriyoruz." dedi adam. "Ben Polly Joan."