Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 30: Ancak anlatılan şey, yüreğinizde uçuşarak dans eden binlerce kelebek olduğu ve kanat çırpışlarının insanı karmaşaya sürüklediğidir.

 

   Yeni yıl tatili sona ermiş, şenlik havası yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Neredeyse ilkbaharın başlarıydı, karlar eriyip gidiyordu.


   Changan’da dükkanlar yeniden açıldı. Müşterilerin sayısı henüz çok az olduğundan çıraklar kapı çerçevesine yaslanıp rahatça sohbet ediyorlardı. Birisi aniden şaşkınlıkla haykırdı ve bunu takiben şehir kapılarından gelen ağır çan sesleri yavaşça yankılandı, yoldan geçenler bakmak için başlarını uzattı.


   Görevliler ve askerler önlerini açmışken uzun bir kervan sokaklardan geçerek saraya doğru ilerliyordu. Deve çanları sallanıyor, at arabaları takırdıyordu. Yabancı topraklardan gelen kıvrak ve zarif bir hanımefendinin yüzünde tül bir örtü vardı, refakatçileri kapalı tahtırevanın arkasında iki yol oluşturuyordu. İşlemeli perdenin bir köşesi gizlice kaldırılmış ve bir çift koyu yeşil göz ortaya çıkmıştı. Yukarıdaki kattan eğilen küçük bir çocuk heyecanla işaret edip bağırdığında hemen yanındaki yetişkin onu durdurdu. "Loulan!"


   Loulan ülkesi batı bölgelerinin büyük çöllerinde yer alıyordu ve ana ticaret yolunu elinde tutuyordu. Küçük bir ülke olmasına rağmen şehirleri zenginleşmişti ve önemli bir statüye sahipti.


   Loulan her zaman Daxia ve Hunlar arasında gidip gelmiş, ancak son yıllarda Daxia'ya daha da yakınlaşmıştı. Temasları artmış olsa da, Bahar başladığında öne çıktıkları bir örnek olmadı.


   Tam da hükûmetin mesai başlangıç günüydü. Sarayın ana salonundan dışarı adımını atar atmaz uzak bir mesafeden karşılama için nişan taşıyan bayrağı gören Chu Mingyun neye uğradığını şaşırdı. Başını çevirip Su Shiyu'ya sordu: "Loulan'ın bu sefer gönderdiği elçi kim ki derebeyliği hürmeti gösteriyorlar?"


   "Bugün Loulan prensesi elinde hediyelerle bizzat ziyarete geldi." diye açıkladı Su Shiyu.


         Chu Mingyun başını salladı. Biraz düşündükten sonra bugün Su Shiyu'nun kendisine bakan gözlerinin derin bir anlamı olduğunu hissetti.


   

   Loulan prensesinin kibir ve inatçılığının zirveye ulaştığı söyleniyordu; bir ay içinde üç kez evlenmişti. Ya kocasını sadece yatmasına izin verecek kadar avluda dövdürmüş, ya kocasını küçük düşürmek için kayınvalidesini tokatlamış, ya diğer tarafı hükümdara evliliği feshetmesi için yalvarmak için hayatını kullanmaya zorlamıştı. Tüm bu sıkıntılardan sonra artık ülkede onunla evlenmeye cesaret edebilecek kimse kalmamıştı. Ancak Loulan hükümdarı prensese biriciği gibi davranıyor, onu şımartıyordu. O yıl üç şehir pahasında bir çeyiz kullanmaktan çekinmemiş, sadece Daxia'da doğru damadı bulmaya çalışmıştı.


   O sırada Chu Mingyun divan salonunda hafifçe gülmüş ve rakibi Su Shiyu'yu sertçe öne atmıştı. Annesi olmadığı için sorun çıkmayacağını, davranışlarında dürüst ve doğasının nazik olduğunu, herhangi bir karısı ya da cariyesi de olmadığını söylemişti. Sonunda, yavaşça bir iddia bile ekleyerek daha önce Loulan prensesinin tahtırevanından indiğinde Su Shiyu'ya bahar esintisi gibi gülümsediğini gördüğünü söylemişti.


   Başından beri sakin ve kırılmamış bir tavır sergileyen Su Shiyu bu son kısmı duyduktan sonra Chu Mingyun'a ağır bir bakış attı.


   Su Shiyu'nun bu meseleyi nasıl halledeceğine dikkat etmemişti. Sadece Su Shiyu'nun birlikte sarayda geçirdikleri beş yılın ardından ilk kez kendisine günlük selamlaşmaların ötesinde bir şey söylediği o günü net bir şekilde hatırlayabiliyordu.


   Su Shiyu ona bahar esintisi gibi gülümsemiş ve basit ama alışılmadık derecede ima dolu iki kelime söylemişti.


   "Heh heh.”



   Bunu düşünen Chu Mingyun hafifçe öksürdü ve gülümseyerek, "Su Bey, o zamanlar ben..." dedi.


   Su Shiyu ona bir bakış attı.


   Chu Mingyun: "...Boş verin."


   Su Shiyu daha sonra nazikçe gülerek, “Chu Bey’in kara kara düşünmesine gerek yok. Prenses aslında söylentilerde iddia edildiği kadar kaprisli değil." dedi.


   Chu Mingyun kaşlarını hafifçe kaldırdı, artık bu konuyu sürdürmedi.



   Mesaiye başladıkları ilk gün aslında halledilmesi gereken herhangi bir iş yoktu. Chu Mingyun ve Su Shiyu yan yana dışarı çıktı. Onlar konuşurlarken birden arkalarından saray koridorunda koşma sesleri duyuldu ve bu sese dalgalanan çan sesleri eşlik etti. Konuşmayı bırakarak dönüp baktıklarında tatlı ve zarif görünen genç bir hanım kollarını iki yana açarak Su Shiyu'nun kollarına atıldı. Başını kaldırarak büyüleyici bir gülümsemeyle, "Anyiruo!" dedi.


   Chu Mingyun bir an için afalladı, bu Loulanca kelimenin anlamını az çok biliyordu, ağabeye edilen saygılı bir hitaptı.


   Su Shiyu ona bakarak hafifçe gülümsedi. "Majestelerine saygılarını sundun mu?"


   "Onu çoktan gördüm! Hatta bugün bir iş olmadığını, o yüzden benimle dışarı çıkıp eğlenebileceğini söyledi!" Han Çincesi telaffuzu biraz garipti ama yeterince açıktı. Mulahe Su Shiyu'yu bıraktı, olduğu yerde tam bir daire çizdi, öyle ki dumanlı mor etekleri dalgalanarak çiçek açtı, bileklerindeki gümüş çanlar canlı sesler çıkardı. "İyi görünüyor mu?"


   Su Shiyu başıyla onaylayınca  Mulahe başını eğerek güldü. Ardından Chu Mingyun'u fark ettikten sonra zümrüt rengi gözleri parladı. "Yakışıklı abi, sen kimsin?"


   "Chu Mingyun."


   Mulahe ciddiyetle başını salladı ve durakladı. "Yakışıklı abi de gelip bizimle eğlenecek mi?"


   Chu Mingyun bir an tepki veremedi. Su Shiyu açıkladı: "Han halkının isimlerini hatırlayamıyor."


   Chu Mingyun ilgisizce başını salladı. "Siz ikiniz gidin, ben gelmiyorum..."


   "Sadece daha fazla insan olduğunda eğlenceli oluyor ya, gitmemene izin yok!" Mulahe onun sözünü keserek her iki eliyle ikisini tuttu.



   Zayıf güneş gökte ışıldıyordu. Changan’ın doğusu hareketliydi. Cadde boyunca seyyar satıcıların sesleri birbirlerini bastırmak için yükseliyordu.


   Bitmek bilmeyen bir yaya akışı vardı; üstelik hiçbiri bir erişte tezgahına doğru dönüp bir daha bakmaktan kendilerini alamıyorlardı. Orada iki yakışıklı genç efendi sessizce çay içiyor, karşılarında ise yabancı bir ülkeden gelmiş, narin ve güzel görünümüyle tamamen tezat oluşturarak hareket eden, ağız dolusu erişte yiyen, renkli gözlü genç bir hanım oturuyordu. Masanın üzerine birkaç boş kase yığılmıştı bile.


   Kasenin neredeyse dibi sıyrılacaktı. Chu Mingyun, onun bulutları dağıtan bir fırtınayı andıran hızının yavaşlamadığını gördüğünde “...En son ne zaman yemek yedin?" diye sormaktan kendini alamadı.


   "Changan'a gelmeye hazırlandığımdan beri doğru dürüst bir şey yemedim. Açlıktan ölüyorum!" Mulahe cevap vermek için bir ara verdi.


   "Neden yemek yemedin?"


   "Çünkü Anyiruo ile buluşacaktım, ah, iyi görünmek için daha ince olmalıydım."


   "O zaman neden şimdi bu kadar çok yiyorsun?"


   "Az önce beni görmedi mi zaten?" Mulahe sanki bu tamamen mantıklıymış gibi bir ifadeye büründü. Başını çevirip "Daha fazlasını istiyorum!" diye seslendi.


   Chu Mingyun'un nutku tutulmuştu. Sevinçle gülümseyip hemen işe koyulan tezgah sahibine bakarak gözlerini tekrar yanındaki Su Shiyu'ya çevirdi.


   Su Shiyu kayıtsızca bakışlarını ona çevirdi: "Chu Bey de mi yemek istiyor?"


   "...Boş verin." Chu Mingyun hafifçe içini çekti. "Sadece izlerken bile doydum."


   Su Shiyu alçak sesle gülerek bakışlarını çevirdi. Mulahe'yle ilk karşılaştığı günü hatırladı.



   O yıl Chu Mingyun sabah divanında o noktaya kadar konuştuktan sonra Su Shiyu'nun Loulan prensesiyle bir kez karşılaşmaktan kurtulmasının hiçbir yolu kalmamıştı. Buluşmaya gitmek için qin'ini eline almadan önce uzun süre düşünmüştü. Aslında konuyu geçiştirmek için hiçbir şey söylemeden birkaç şarkı çalmayı planlıyordu. Ancak karşı tarafın Han Çincesi bildiğini, özellikle de kapıyı itip açtığında yüzüne doğru savrulan bir kırbaçla karşılaşacağını beklemiyordu.


   Su Shiyu kaçınmak için vücudunu çevirdi ve boştaki eliyle kırbacı durdurmuştu. Karşı taraf sadece kızmamakla kalmamış, aksine sevinmişti. “Aslında işe yaramaz bir sivil memur olduğunu düşünmüştüm, dövüş sanatlarını bileceğini beklemiyordum.” diye yaygara koparırken onu masaya oturmaya çağırmıştı.


   Su Shiyu onu gördükten sonra bu Loulan prensesinin aslında söylentilerdeki gibi küstah ve kaprisli olmadığını, aksine küçüklüğünden beri aşırı korunduğu için fazla açık sözlü bir kişiliğe sahip olduğunu fark etmişti.


   Parmaklarının altındaki Mehtaplı Gecenin Çiçekli Nehri şarkısına ara verdiğinde Mulahe kişisel sorunlarını çoktan ortaya sermişti hiç çekinmeden. Üç kez evlenmişti, ilk ikisi ülkenin kontrolünü ele geçirmeyi planlayan güçlü memurlardı ve bu nedenle hükümdar sevgili kızını evlendirmeye zorlanmıştı. Eşiği geçeli daha iki gün olmamıştı ki karşı taraf başka kadınlarla düşüp kalkmaya başlamıştı. Mulahe öfkeyle doğrudan odaya dalmış, kırbacı indirirken gücünü esirgememişti. Bu da dedikodularda geçen 'kocasını avluda ancak yatana kadar dövdü' cümlesiyle sonuçlanmıştı. Ancak Mulahe beklenmedik bir şekilde büyük bir sorunun kaynağını ortadan kaldırmasında hükümdar babasına yardım ettiğini fark ederek büyük ölçüde cesaretlenmişti. Hükümdar babasını her fırsatta tehdit eden memurlarla evlenmeye ve rütbelerinin düşürülmesi pahasına da olsa onları merhamet dilenmeye zorlamaya karar vermişti.


   Su Shiyu bu sözleri duyduktan sonra bir süre sessiz kalmış ve yüzünde övgü bekleyen bir ifade olan Mulahe'ye bakarak, "Biriyle evlenmekteki arzunuz sadece bu mu?" diye mırıldandı.


   "Doğru, hükümdar babama kötü davrandıkları için." dedi Mulahe.


   Su Shiyu çaresizce güldü. "Eski zamanlardan beri kadınlar sevdikleriyle birlikte olabilmek için evlenirler."


   Mulahe başını eğerek biraz düşündü. "Ama benim sevdiğim biri yok, yine de gelecekte gerçekten evleneceğim kişinin dövüş sanatlarında eşi benzeri olmayan büyük bir kahraman olması gerektiğini düşündüm."


   Su Shiyu anlamıştı. "Sivil bir memur olduğumu öğrendiğinizde beni kırbaçlamak istemenize şaşmamalı."


   Mulahe masanın üzerine uzanıp qin’in üzerinde duran ellerine bakmıştı, ince ve zarifti. "Dövüş sanatlarında çok iyi olmalısın, senden çok hoşlanıyorum." Durakladı. "Ama seninle evlenmek istemiyorum."


   Su Shiyu hafifçe gülmekten kendini alamamıştı. "Neden?"


   "Benden kesinlikle hoşlanmayacağını düşünüyorum." demiş ve eklemişti: "Ne olursa olsun hiçbir şeyden hoşlanmazmışsın gibi görünüyorsun."


   "Nasıl yani?"


   "Çok iyisin ama sanki çok uzaktaymışsın gibi hissettiriyorsun." Mulahe elini uzatmış, parmak uçları sanki bir şey tarafından engellenmiş gibi Su Shiyu'dan biraz uzakta durmuştu. "Bak, sanki bir sis tabakası gibi, önümde oturuyorsun, nazikçe konuşuyorsun ama kalbini hissedemiyorum, sana dair her şey soluk, sanki gözümü kırptıktan sonra kaybolacakmışsın gibi."


   Su Shiyu genişçe gülümsemiş, hiçbir şey söylememişti.


   Mulahe, "Birinden hoşlanmanın nasıl bir his olduğunu biliyor musun?" diye sormuştu.


   Su Shiyu uzun bir süre düşünmüş ve sakince, "Henüz bunu deneyimleme şansım olmadı." demişti.


   "Ben de nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum ama bizim Loulan'da bir deyiş var. Han Çincesine çevirirsek; kalbinin üzerinde akrepler ve örümcekler geziniyor, kalbin sıkışıyor, çok hızlı, çok acı vererek atıyor, sanki korkuyormuşsun gibi hissediyorsun ama aynı zamanda çok da mutluluk duyuyorsun."


   Su Shiyu bile bu akrepli ve örümcekli tanımdan ürpermişti. Fakat Mulahe'nin yüz ifadesini görünce onun heyecanını bozmak istememişti. Bir süre düşündükten sonra, "Bizim Han halkımızın da benzer bir deyişi var. Ancak anlatılan şey, yüreğinizde uçuşarak dans eden binlerce kelebek olduğu ve kanat çırpışlarının insanı karmaşaya sürüklediğidir." demişti.


   Mulahe yarım yamalak anlayarak şaşkınca başını salladı. Başını koluna yaslayarak onun qin tellerini çekmesini dinledi. Guang Ling San notaları mum alevlerini titretiyordu.


   O gün vedalaşırlarken Mulahe onun kolunu çekiştirmiş, bırakmak istemeyerek yaygara koparmıştı. "Senden gerçekten hoşlanıyorum, ama sevgilim gibi değil, bu yüzden seninle evlenemem, o zaman benim abim olur musun?"


   Nihayetinde Su Shiyu yırtılmak üzere olan koluna çaresizce bakmış, hafifçe iç çekerek kabul etmişti.



   "Anyiruo." Mulahe bir ara yanına gelmişti. Su Shiyu kendine geldi. Ancak o zaman artık yemeğini bitirdiğini, az önce yanında oturan Chu Mingyun’un ise az ileride hesabı ödediğini fark etti.


   "Ne oldu?"


   Mulahe Chu Mingyun’a bakarken sesini alçaltarak Loulanca konuştu: "Şimdi hatırladım, o senin düşmanın değil mi? Neden gülümseyerek onunla konuşuyorsun? Seni zorluyor mu? Onunla evlenmemi ve onu öldüresiye dövmene yardım etmemi ister misin?"


   İçtiği çay Su Shiyu’nun boğazında kaldı, iki kere öksürerek kahkahasını bastırdı. Chu Mingyun'a bir baktıktan sonra o da Loulanca konuştu. "Bir düşman değil, olsa olsa bir rakip sayılır. Ayrıca, ülkemiz için çok önemli, ölemez."


   “Ülke için önemli biri olsa bile neden ona bu kadar iyi davranıyorsun?” Mulahe’nin kafası karışmıştı.


   Cevap veremedi.


   Bu sırada Chu Mingyun arkasını dönüp gelmiş, kendisine bakan iki kişinin bakışlarıyla karşılaşmış ve buna bir anlam verememişti. "Bana neden bakıyorsunuz?"


   Su Shiyu ruh halini sakinleştirerek belli belirsiz gülümsedi. "Bir şey yok."



   Tosbağa Notu:


   Yazar diyor ki “anyiruo” kelimesini kendisi uydurmuş, Loulancaya bakmamış.