Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 38: Dışarıdaki bahar yağmuru gittikçe şiddetleniyor, Çin parasol yapraklarına düştüğü her seferinde ses çıkararak saçakların altına düşüyordu.

 

   Çimenler yeşermişken ötleğenler dans ediyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar gelmişti bahar.


   Su Shiyu teftiş gezisi için başkentten ayrıldıktan sonra Chu Partisi beklenmedik bir şekilde herhangi bir harekette bulunmamıştı. Çeşitli kurullar her zamanki gibi işlerine devam ediyordu. Sarayda her şey yolunda ve istikrarlıydı. Nazırlar rahat bir nefes alırken aynı zamanda nefeslerini tutup bekliyorlardı. Bunu tuhaf olduğunu hissediyorlardı çünkü. Oldukça zorlu bir durumdu. Neredeyse bir ay boyunca bu hâli sürdürürlerken önce Huainan'da bir şeyler olana kadar, sonra da başmüfettişin dönmeye hazırlandığı haberini alana kadar beklediler ve aniden Chu Mingyun'un gerçekten de bu kadar uzun süredir kendine hakim olarak barışı sürdürdüğünü fark ettiler. Sabah divanları sırasında kararlıydı. Adaleti koruyor ve düzeni sağlıyor, insanların onu suçlayabileceği hiçbir şey bırakmıyordu. Ne var ki bu günlerde başkomutan her zaman biraz sinirli görünüyordu.



   Chu Mingyun bir eliyle şakağını desteklerken masanın üzerindeki mektubu öylece bir kenara bıraktı. Yaklaşan ayak seslerini duyunca başını bile kaldırmadan, "Su Shiyu'dan haber var mı?" diye sordu.


   "...Abi." Ayak sesleri aniden kesildi. Qin Zhao'nun sesi bir garipti.


   Chu Mingyun gözlerini kaldırıp baktı. “Hm?”


   Qin Zhao ona karmaşık bir ifadeyle baktı ve bir anlık tereddütten sonra “...Bu iki gün içinde yedi defa sordun bunu.” dedi.


   "Öyle mi?" Chu Mingyun kaşlarını hafifçe çattı. İfadesinde herhangi bir değişiklik olmadan konuşmaya devam etti: "Yedi defa sormama rağmen hâlâ haber yok mu?"


   "Su Shiyu zaten dönüş yolunda. Herhangi bir değişiklik yok. Bu yüzden haber de yok.” 


   Chu Mingyun bir şey söylemeden başını salladı, Qin Zhao yaklaşarak elindeki raporu raporu masaya bıraktı. "Zhou Yi görev yerine gittikten sonra batıdaki durumun kontrol altında olduğunu yazmış."


   "Hm."


   Qin Zhao'nun hareketi aniden durdu. Derin bir nefes aldı. Ardından yüzünü masanın köşesindeki hayvan desenli buhurdanlığa çevirdi. Hafif bir duman ipek gibi kıvrılıyordu. Şaşırarak, "Abi, kokuyu mu değiştirdin?" diye sordu.


   "Hm. Yatıştırıcı tütsü." Chu Mingyun ona bir bakış attı. "Nasıl?"


   "Fena değil."


   "Ya?" Beyaz parmak uçları altın desenli hayvanın kafasına hafifçe vurdu. Her vuruşunda ufak bir çınlama duyuluyordu. "Neden bunun bir eksiği varmış gibi hissediyorum? Biraz yavan ve kokusuz." dedi Chu Mingyun.


   "Yatıştırıcı tütsü her zaman bu tür bir kokuya sahip olmuştur." dedi Qin Zhao.


   "Ama daha önce kokladığım böyle değildi." dedi Chu Mingyun farkında olmadan, buhurdanlığa bakarken.


   "Daha önce nerede kokladın?"


   Dişlerinin arasından bir isim geçti, neredeyse söyleyecekti ki kendine mani oldu. Chu Mingyun afalladı. Hemen kendini toparlayarak elini geri çekti. Üstünkörü bir cevap verdi.


   Qin Zhao, meseleleri kısaca anlattıktan sonra oradan ayrıldı.


   Bahar yağmuru dışarıda pıtı pıtı yağıyor, Çin parasol ağacının üzerine mavi bir örtü örtüyordu. Güzel kokulu sis ve ılık duman odanın içine dolanarak anlaşılmaz düşünceleri sessizce esaret altına alıyordu.


   Chu Mingyun tembel tembel koltuğuna yaslandı. Bir süre sonra yan taraftaki mektubu eline alarak dalgın dalgın, kelime kelime tekrar okudu.


   "Bu son rapor." diye yazmıştı takip eden gölge muhafız. "Su Shiyu Huainan'dan ayrıldı, her şey sorunsuz ilerledi.”


   Her şey sorunsuz ilerledi.


   Huainan Valisi’nin davası da dahil olmak üzere geçen bir ay boyunca her şey çok sorunsuz, beklemediği kadar sorunsuz gitmişti.



   Su Shiyu ilk geldiğinde Huainan Valisi onu sınırda karşılamayı kesinlikle reddetmişti. Şehir kapıları sıkıca kapatılmıştı. Tutumları çok  katıydı. Hatta şehirde yoğun bir şekilde konuşlanmış birlikler vardı. Su Shiyu'nun topladığı güney sınırı birliklerine karşıt bir düzen oluşturmuşlardı. Her iki tarafta da ipler gerilmiş, bu gerginlik her geçen gün artıyordu. En ufak bir dokunuşla patlayacakmış gibi görünüyordu.


   Ancak bir gece içinde her şey tersine dönmüştü.


   On binden fazla seçkin asker hep birlikte zırhlarını çıkarmışlardı. Vermilyon şehir kapıları ardına kadar açılmış, nemli, soğuk mehtap altında bir adam yalınayak dışarı çıktı, elinde bir kelle ve mektupla teslim olmak için öne çıkmıştı.


   Bu adam kendisinin Huainan Valisi’nin stratejisti olduğunu ve vali tarafından zorlandığı için isyana yardım ve yataklık ettiğini; vicdan azabına dayanamadığını söylemişti. Şimdi, Huainan Valisi’nin sadece ihanet etmekle kalmayıp aynı zamanda derebeylik halkına da felaket getirdiğini görünce tüm kararlılığı ile Huainan Valisi’ne suikast düzenlemiş, ardından bir an bile duraksamadan şehir kapılarını açarak başmüfettişi karşılamaya çıkmıştı.


   Yüksek şehir surlarının altında diz çökmüş ve suçlarını bir bir sıralamıştı: Tan Jing'i emir altına almak için afyon kullanmak, Changan'da Sonsuz Mutluluk Yolu’nu kurmak, Su Xing'i hükûmet yetkililerine suikast düzenlemesi için göndermek, Ji Heng'e Mulahe'yi pusuya düşürmesi için şantaj yapmak, Huainan Valisi’ne fırtına çıkarması için yardım etmek.


   Bu kötü niyetli komploların çoğu kendi eseri olduğu için idam cezasından kaçamayacağını bildiğini, cinayete kurban giden tüm insanlar için hayatıyla tazminat ödemesinin doğru olduğunu söylemişti. Sadece Su Shiyu'dan hoşgörülü olmasını, bilgisiz bırakılmış sadık ve cesur askerleri ve şehirdeki masum halkı serbest bırakmasını rica etmişti.


   Konuşması kuvvetle yankılanmış, sözlerinin bitmesiyle uzun bir süre boyun eğdi.


   Arkasında askerlerin gözleri kızarmış, teftiş maiyeti de içini çekip durmuştu.

  

   Su Shiyu sakince Huainan Valisi’nin kesik başına bakmıştı. Her tarafı kanla kaplı yüzündeki donuk ifadede şiddetli bir öfke ve kederle şişmiş gözler vardı, kasvetin gölgeli ışığında vahşi ve korkunç görünüyordu.


   Uzun bir süre sonra Su Shiyu yumuşak bir sesle, "Huainan Valisi’nin kellesini istediğimi ne zaman söyledim?" demişti.


   Stratejist başını kaldırmış ve ağzını açar açmaz Huainan Valisi’nin her biri affedilemez olan on suçunu sıralamıştı. Ne sadık ne de yardımsever olduğunu, vicdandan yoksun kaldığını, herhangi bir insanın standardına göre ölümü hak ettiğini söylemişti.


   Su Shiyu bir süre sessizce ona baktıktan sonra belli belirsiz gülümsemiş, daha fazla konuşmamıştı.


   Huainan geçici olarak güney sınırı birliklerinin muhafaza generalinin komutasına bırakılmıştı. Su Shiyu kanıtları tasnif edip topladıktan sonra ayrılmak için acele etmemiş, bunun yerine insanlara tüm bölgeyi araştırmalarını emretmişti. Yüzlerce dönüm haşhaş tarlası bulmuş ve sonra onları şahsen ateşe vermiş, hepsi yok edilene dek izlemişti.


   O stratejist son gün aniden aceleyle yanına gelerek Su Shiyu'nun önünde yere kapanmış, masumları bağışlaması için yalvarışı bir kez daha yankılanmıştı. Ardından arkasını dönerek ateşler içindeki haşhaş tarlalarına atmıştı kendini. Alevler bir anlığına büyümüş ve insan figürü birkaç dakika içinde küle dönüşmüştü.


   Huainan’daki herkes iç geçirmiş, stratejistin kötü biri olmadığını, duyarlı ve dürüst biri olduğunu söyler olmuştu.


   Chu Mingyun bu sözler karşısında homurdandı.


   O sırada yaşanan kargaşa sırasında gölge muhafızlar Su Shiyu'nun tepkisine özellikle dikkat etmişlerdi. Teftiş maiyetince bir çembere alınıp korunan başmüfettiş sadece hafifçe duraklamış, kaşlarını çatarak gözlerini indirip gülmüştü. Ne düşündüğünü kimse bilmiyordu.


   Diğerleri Su Shiyu'yu anlamasa da Chu Mingyun açıkça fark etmişti.


   Huainan Valisi onunla temas kurulamadan ölmüş, onu detaylıca sorgulama fırsatı ortadan kalkmıştı. Stratejistin sözlerinin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu söylemenin hiçbir yolu yoktu. Suçunu kabul etmiş, duruşma için başkente götürülmeden önce intihar etmişti.


   Bu yine şüphelilerin öldüğü ve geriye hiçbir tanıklığın kalmadığı bir başka tiyatroydu.


   Bu dava sorunsuz geçmiş gibi görünüyordu. Hatta adalet yerini bulduğu için bazı ilham verici ve dokunaklı süslemeler bile vardı. Fakat gerçekte bir kelle ve bir kürek külden başka bir kazançları yoktu. Su Shiyu tehlikeli bir durumla karşılaşmamıştı. Bekledikleri gibi şüpheliyi tuzağa düşürmeleri de söz konusu değildi. Sağlam kanıtlar ile şüpheli neden arasındaki çelişkiler giderek derinleşiyordu. Ne var ki artık soruşturmak için bir yol kalmamıştı.


   Eğer fazla düşünmüyorlarsa, ne yazık ki bu dava sıradan insanlara gösterildiği kadar basit değildi.


   Şüpheler yeniden hayat buluyor, düşünmek bir çözüm getirmiyordu.



   Chu Mingyun kar beyazı mektuba bakarken daldı. Bakışları bilinçsizce o adamın ismine düştü. Mürekkep izleri ince vuruşlar sergiliyordu. Her bir çizgi, kıvrım ve eğim o nezaketi ortaya çıkarıyordu.


   Parmaklarının arasından geçen nemli ve yumuşak güney rüzgarlarını; uçuşan kol yenleri arasına gizlenmiş belli belirsiz bir gülümsemeyi; önündeki alev rengi gelincik çiçeklerinin kelebekler gibi rüzgarla uçuştuğunu; orman yangınlarının sınır tanımaksızın on li boyunca uzanırken alevlerin sönmek nedir bilmediğini görüyordu sanki.


   Hudutsuz bir zarafetti.


   O halde Su Bey bir an önce dönmeyi unutmamalı. Yoksa gönlümdeki özlem sızıya döner.


   Açıkça in cin işiydi bu. Farkında olmadan yaptığı bir şakaydı.


   Dışarıdaki bahar yağmuru gittikçe şiddetleniyor, Çin parasol yapraklarına düştüğü her seferinde ses çıkararak saçakların altına düşüyordu.


   Chu Mingyun aniden bir fincan soğuk çayı buhurdanlığa döktü. Mektubu masanın üzerine fırlattı. Elini kaldırarak kaşlarına bastırdı.


   Özlemin sızıya dönüşmesi ne tür bir şakaydı?


   ...Kim onu gerçekten özleyebilirdi ki?


***


   Aradan birkaç gün geçtikten sonra Changan başmüfettişi değil, daha önce görülmemiş bir misafiri karşıladı.


   Hunlar ziyaret için bir elçi göndermişti. Dokuzuncu prens Yuwen Sun idi üstelik.


   Hanedanlığın başlangıcından bu yana Daxia Hunlarla sürekli savaş halindeydi. Yabancıların tozlu çöllerinde, Wuding Nehri kıyılarında yığılı kemiklerin arasında Daxia'ya ait sayısız sadık ruh kaybetmişti hayatını. Genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle, halk bile Hunlardan bahsederken dişlerini gıcırdatıyor, göğüslerini dövüyordu.


   Son yıllarda Chu Mingyun yüzünden Hunlar düşüncesizce hareket etmekten kaçınmış olsalar da sınırın her iki tarafı da sıkı korunan birer kale olarak kalmış, birbirleriyle iletişim kurup anlaşmaya yanaşmamışlardı.


   Ancak şimdi Hunlar aniden bir prens göndermişti. Saray şaşkınlık içindeydi ve en azından zarafetlerini bozmadan onları geleneksel görgü kurallarına göre karşılamak için acele etti.


   Dokuzuncu prens Yuwen Sun'un Han Çincesi şaşırtıcı derecede doğru ve akıcıydı. Ana salonda basit bir selamlaşmadan sonra amaçlarını açıkça ve doğrudan ifade etti.


   Daxia’nın kuzeybatıdaki beş şehri Hunlara vermesini istiyorlardı.


   Hunların tavrı oldukça kibirliydi. Açıkça Daxia ve Loulan arasındaki ilişkiler sıkıntılıyken fırsattan istifade ediyorlardı. Yarı tehdit yarı müzakere ile bazı kârlar elde etmeye çalışıyorlardı.


   Ve bu Hun prensi belagatte oldukça ustaydı. Duygu, mantık ve fikirden oluşan bir konuşma turunu sırayla tamamlıyordu. Dilinden göz kamaştıran nilüferler saçılıyordu sanki.


   Sarayın içine garip bir sessizlik çöktü. Nazırlar birbirlerine boş boş bakıyorlardı.


   Bir süre sonra Li Yanzhen konuştu. "O halde Dokuzuncu Prens'in söylediğine göre beş şehir size teslim edildikten sonra Hunlar bir daha dönüp saldırmayacağına söz verecek, öyle mi?"


   "Elbette." Yuwen Sun gülümsedi. "Aslında Daxia'ya karşı bir kin beslemiyoruz. Güneye doğru birçok kez ilerlememiz sadece hayatta kalmanın bir yolunu bulmak içindi. Bildiğiniz gibi biz nesiller boyunca otlak ve suyla geçinen göçebeler olduk. Kum fırtınaları bu iki geçim kaynağını da kesiyor. Lakin kabilelerdeki bu kadar çok insanın açlıktan ölmesine izin veremeyiz. Güneydeki savaşta pek çok insan öldü ve sadece biraz yiyecek kapabildiler, bu gerçekten kârlı değil ama başka yolu da yok." Bir durakladıktan sonra devam etti. "Daxia İmparatoru'nun yüce gönüllü olduğunu duydum. Babam da savaşa devam etmek istemiyor. Bu yüzden beni sizinle barış görüşmeleri yapmam için gönderdi."


   Li Yanzhen cevap veremeden Chu Mingyun soğuk sesiyle, "Barış görüşmeleri için buradasınız madem, şartlarımız da eşit; Hunların bizden toprak istemeye ne hakkı var?" dedi.


   "Az önce son çare olarak savaştığımızı, yaşamak zorunda olduğumuzu söylemedim mi? Daxia toprakları çok geniş ve bereketli, birazını paylaşmak sizin için çok büyük bir kayıp olmayacaktır. Bizim içinse insanların açlıktan ölmesini engellemek anlamına gelir. Her iki taraf da savaşa girmekten kaçınabilir, bunun hiçbir zararı yok." dedi Yuwen Sun ve ekledi. "Ayrıca, daha önce sırf Loulan'dan bir kadın öldü diye majesteleri imparatorun onlara üç şehri tazminat olarak vermeye razı olduğunu da duymuştuk. Oysa biz on binden fazla insanın ölümünü engelleyebilelim diye sadece beş şehir istiyoruz. Gerçekten çok fazla değil, değil mi?"


   Bu sözler aynı zamanda Loulan'ın Hunlarla çoktan temas kurduğunu ima ediyordu.


   Chu Mingyun'un yüzü çirkinleşince Li Yanzhen hemen elini kaldırarak onun konuşmasını engelledi. Yuwen Sun'a, "Prens'in söyledikleri makul ancak bu önemsiz bir mesele değil. Zâtım size hemen bir cevap veremez. Zahmet edip buraya kadar gelmişsiniz. Neden birkaç gün dinlenip müzakere sonucunu beklemiyorsunuz?" dedi.


   Yuwen Sun gülümsedi. Hemen kabul ederek salondan ayrıldı ve bir saray hizmetçisi tarafından konutuna götürüldü.


   Bunun üzerine Li Yanzhen birkaç önemli nazırı çağırarak gizli bir görüşme yapmak üzere Xuanshi Salonu'na geçti. Herkes yerine oturduktan sonra Li Yanzhen karmaşık bir ifadeyle etrafına bakındı. "...Kıymetli nazırlarım ne düşünüyor?"


   "Bu konunun dikkate alınmasına gerek var mı?" Chu Mingyun soğukça alay etti.


   Li Yanzhen delici bakışlarından kaçınmak için gözlerini kaçırdı. "Peki ya diğer nazırlarım?"


   Biraz tereddüt ettikten sonra, şakaklarına aklar düşmüş olan Maliye Nazırı Wei Song derin bir selam vererek, "Bu ihtiyar nazırınızın fikrine göre… bunu değerlendirebiliriz."


   Chu Mingyun'un gözleri ona kaydı.


   "Sevgili nazırım devam edip konuyu detaylandırabilir." dedi Li Yanzhen.


   Wei Song yavaşça konuşmadan önce düşünür gibi oldu. "Hunların belirlediği şartlar aslında hiç de fena değil. Ayrıca kuzeybatıda yıllar boyunca sık sık doğal afetler yaşandığından ve her yıl afet yardımı için sayısız tael ve tahıl çekilmesi gerektiğinden devletin hazinesi artık pek dolu değil. Burayı Hunlara bağlarsak afet yönetimi zahmetinden kurtulmuş oluruz. Ve bu topraklar çorak, bu kadar çok Hun insanını beslemekten aciz. Onları tutarsak başa çıkılması gereken bir bela olur ama tutmazsak... bizim için gerçekten büyük bir kayıp olmaz."


   "Wei Bey bunu zahmetli buluyor diye o birkaç şehrin halkı bir kenara mı atılmalı?" dedi Chu Mingyun soğuk bir sesle.


   “Nasıl onları bir kenara atmaktan bahsedebilirsiniz?" Wei Song içini çekti. "Daxia'nın gücü ve sınırdaki muhafaza generalleri sayesinde Hunlar halka bir şey yapmaya cesaret edemez. Dahası son yıllarda Liangzhou gibi birkaç toprakta Hunlar ile gizlice sık sık temas halinde olan tüccarlar var, ilişkileri düşündüğünüzden daha uyumlu."


   Chu Mingyun'un derin gözlerinden aniden bir hırçınlık peyda oldu. "Savaş meydanında ölümüne mücadele ettiğim ve kurtarmak için sayısız askerimi feda ettiğim topraklar, hepinizin böyle rahatlıkla dağıtması için miydi?"


   Diğer nazırlar kendi aralarında ara sıra fısıldaşıyorlardı. Mevcut durumu gören biri iç geçirmeden edemedi. "Chu Bey için gerçekten kolay değil ancak sonuçta mevcut koşullar geçmiştekiyle aynı değil. Eğer her iki ülke de barış görüşmeleri yapıp ilişki kurabilirse ne güzel olur. Büyük resme baktığımızda, bu daha fazla insanın feda edilmemesini de sağlayacak…”


   "Sözlerini tutacaklarını nereden biliyorsunuz?" Chu Mingyun ona bir bakış attı. Karşı taraf geri çekilerek başını öne eğdi.


   Wei Song başını salladı. "Ama eğer bunu denemezsek doğru olup olmadığını nasıl bilebiliriz? Hunlarla aramızdaki buzları eritme şansı kolay ele geçmez. Birazcık bile güven veremezsek işe yaramaz.”


   "Wei Bey çok uzun vadeli düşünüyor. Gerçekten anlamıyorum." Chu Mingyun duygusuzca güldü.


   Wei Song Chu Mingyun'a baktı ve çaresizce iç çekti.


   Li Yanzhen de kararsızca konuştu. "Hunlar çoktan adım attığına ve gönderdikleri kişi bir prens olduğuna göre bu konuda gerçekten samimi oldukları görülebilir. Onları bu şekilde reddedersek dostluğa giden yol ne yazık ki tamamen bozulacak ya."


   Chu Mingyun bu sözler üzerine yavaşça gözlerini kaldırarak doğrudan imparatorluk tahtında oturan yüce hükümdara baktı. Soğukça güldü. "Majesteleri çok duygu dolu. Ancak şaşırtıcı ki hükmettiği topraklara bu kadar kalpsiz davranabiliyor."


   "Sevgili tebaam Chu ne demek istiyor?"


   Chu Mingyun bakışlarını başka yöne çevirdi. "Majesteleri doğal olarak anlıyor."


   Li Yanzhen'in ifadesi pek hoş değildi. Fakat sinirlenmedi de. Sadece yanındaki insanlara baktı. Tereddütle konuştu. "Öyle görünüyor ki en iyisi…”


   "Majesteleri." Lu Shi yerinden kalkıp eğilerek selamladı. "Bu nazırınız Başkomutan Chu'nun söylediklerinin makul olduğunu düşünüyor. Hunlara güvenilemez!"


   "Bu..." Li Yanzhen ona baktı.


   “Bu nazırınız asla kabul etmeyecek.” Chu Mingyun'un gülümsemesi yavaşça soldu. "Majesteleri ihtiyatını korusun." dedi sakince.


   Bunun üzerine Li Yanzhen'in konuşma isteği sona erdi.


   Wei Song selamlamak için derince eğildi ve ciddiyetle, "Majesteleri, daha büyük çıkarlara öncelik verilmelidir!" dedi. Bu sözler söylenir söylenmez hemen arkasından birkaç kişi koro halinde onayladı.


   Li Yanzhen zor bir duruma düşmüştü. Chu Mingyun'un sırtı dik durduğunu ve hiç istifini bozmadan kendisine baktığını görünce kalbi bir kez daha titredi. Elinde olmadan sağ tarafındaki ilk koltuğa baktı, kimse yoktu.


   Chu Mingyun da onun bakışlarını takip ederek o tarafa baktı. Farkında olmadan yüzü sakinleşti biraz. Bir an için kimse konuşmadı.


   Li Yanzhen elini salladı. "Boş verin, boş verin, bu bir anda karar verilebilecek bir şey değil. Kıymetli tebaam Su zaten başkente dönüş yolunda. Bu konuyu daha fazla tartışmadan önce onun dönmesini beklersek çok da geç olmaz."


   Bu birkaç sivil nazır arasında Su Partisi’nden olanlar çoğunluktaydı. Doğal olarak buna karşı çıkmadılar. Hemfikir olarak hep birlikte Chu Mingyun'a baktılar.


   Chu Mingyun ancak o zaman bakışlarını geri çekerek kayıtsızca "Bu da olur." dedi.



   Sarayın koridorlarında Wei Song’un adımları giderek yavaşladı, sonra tamamen durdu. Parmaklıklara tutunup sıkıntıyla mavi gökyüzüne, yeşil kiremitlere baktı uzaktan. Yüzü rahatlayamıyordu.


   Birden yanından bir ses yükseldi. "Wei Bey Hunlarla ilgili meseleden dolayı hâlâ endişe mi duyuyor?"


   Wei Song başını çevirdiğinde gelenin Bayındırlık Nazırı Yue Yuxuan olduğunu gördü. Tan Jing idam edildikten sonra, daha önce bayındırlık nazırı yardımcısı olan Yue Yuxuan bu mevkiye terfi ettirilmişti. Wei Song yavaşça başını salladı. Durakladı ve şöyle dedi: "Chu Bey her ne kadar savaş adamı olsa da… Dar görüşlü ve genel çıkarları anlayamıyor olsa da… söyledikleri gerçekten de biraz makul."


   "Nasıl yani?"


   "Bu beş şehrin sivilleri nihayetinde Daxia'nın halkıdır. Eğer onları bu şekilde Hunlara bırakırsak... belki de gerçekten..."


   Yue Yuxuan gülerek, "Demek Wei Bey’in endişesi buymuş.” dedi. "Chu Bey sadece kendi çıkarları için bahaneler buluyor. Sözlerine çok fazla kulak asmanıza gerek yok."


   Wei Song ona şaşkınlıkla baktı. Bu adam şu anki görevine atandığından beri her zaman mütevazı davranmış, Chu ve Su Partileri arasındaki sınırda net bir bağlılık göstermeden dolaşmış ve kimseyi gücendirmemişti. Bugün her nasılsa bu kadar kesin bir şekilde fikrini beyan ediyordu. "Neden böyle söylüyorsunuz?" diye sormadan edemedi.


   Yue Yuxuan ağzını açtı fakat hemen durdu. Etrafına bakındı. Sonra yaklaşarak sesini alçalttı. "Wei Bey bunu bilmiyor ama Chu Bey Liangzhoulu. Şimdi siz ondan memleketini Hunlara katmasını istiyorsunuz. Kesinlikle isteksiz olacaktır. Neden genel çıkarlarla uğraşsın ki?"


   "Demek öyle." diye başını salladı Wei Song. "Sivillerin acılarını neden birdenbire bu kadar önemsediğini merak ediyordum. Öyle görünüyor ki... onu gözümde fazla büyütmüşüm."


   Yue Yuxuan güldü. "Sizin de söylediğiniz gibi, bu askeri nazırların hepsi bir anlık cesaretle hareket ediyor, uzun vadeli düşündükleri yok. Dahası, eğer Hunlarla iyi ilişkiler kurarsak Başkomutan Chu nasıl şu anki mevkisinde kalabilir? Onun ne dediğini boş verin."


   Wei Song düşüncelere daldı. Bunun üzerine Yue Yuxuan bir adım geri çekildi. Selam verdi ve "Wei Bey’in çektiği zahmeti hepimiz anlıyoruz. Daha sonra Su Bey’in görüşleri ne olursa olsun ben yine de kesinlikle sizi destekleyeceğim." dedi.


   Wei Song duygulandı. Onun omzunu sıvazladı ve daha fazla konuşmayarak onunla birlikte dışarı çıktı.