Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 39: Beni düşündüğünüzü bir kere olsun söylemeyecek misiniz bana gerçekten?

 

   Gece yarısının saf sessizliğinde su saatinin damlaması çok uzak görünüyordu. Kırmızı pencere çerçevesinin üstünden gelen seslerin her biri kandildeki mum alevi üzerinde kıpırdanıyor, ancak masada oturan adamın yazısını bozmuyordu.


   Kandilin sıcak ışıkları ince bir gölge şeridi oluşturuyordu. O muhteşem yüz hatları, sahibi suskun olduğunda nedense biraz soğuk ve sert görünüyordu. Masanın üzerine yayılmış sararmış haritayı sessizce inceledi. Mumdan akan damlalar sessizce yere düşüyordu.


   Sessizliğin içinde bir tık sesi yankılandı aniden. Çalışma odasının karanlık kapısı açıldı. Qin Zhao hızlı adımlarla dışarı çıktı. Kolundaki mektubu uzattı. "Abi, işte güney sınırından gelen kısa rapor."


   "Hm." Chu Mingyun başını bile kaldırmadan cevap verdi. Harita üzerine notlar düşmeye devam etti. "Şimdilik bir kenara bırak."


   Qin Zhao dışarıdaki gökyüzüne baktı. "Vakit gece yarısını çoktan geçti. Hâlâ dinlenmeye niyetin yok mu?" diye sordu.


   "Sen git de dinlen." Chu Mingyun eline bir defter aldı. "Av Köşkü’nün savunmasının yarın imparatorluk ordusuna teslim edilmesi gerekiyor. Bir süre daha meşgul olacağım."


   "Av Köşkü’nün savunması mı?" dedi Qin Zhao şaşkınlıkla. "Mart ayındaki bahar avı için savunma görevi genellikle imparatorluk ordusunun komutanı tarafından yürütülmez mi?" 


   "Hun elçisi başkentte hâlâ bir cevap bekliyor ya?" Chu Mingyun fırçasını bıraktı ve mürekkep hokkasını doldurdu. "Kabalık etmemek için onları da bu bahar avına davet ediyoruz. Qi Dağı Changan gibi değil. Hunların bir şeyler yapma fırsatından yararlanmayacağının garantisi yok. Komutanın yine geçmişteki olağan düzenlemeleri takip etmesinden endişe duyuyorum."


   Qin Zhao başını salladı.



   Eski zamanlardan beri imparatorlar gelenekleri takip eder ve mevsime uygun olarak yıllık avlar düzenlerlerdi.


   Erya'nın Gökler bölümünde yazıldığına göre ilkbahar avı aramakla, yaz avı filizlenmekle, sonbahar avı hasatla ve kış avı ise imparatorluk teftişi ile geçer. Bu dört mevsim böyle düzenlenmişti ve ülke için önemli olaylardı.


   Daxia Hanedanlığı’nın kurucusu torunlarının şatafat ve sefahat rüzgarlarına kapılmasını önlemek için kış avlarına özel bir önem vermiş ve karşı konulamayacak kurallar koymuşlardı. Ne yazık ki sonraki nesil imparatorlardan birkaçı dövüş sanatlarını tercih etmemişti. Hatta şimdiki imparator Li Yanzhen bahar avını hükümdar ve tebaasının bir aile gibi dağlarda gezindikleri bir tür bahar pikniğine dönüştürmüştü. Ne kadar da neşeli ve barışçıl.



   "Hunlarda ancak birkaç yaşındaki çocuklar bile yay çekip avlanabiliyor. Bir de Daxia'nın şu anki durumuna bak. Gerçekten yorum yapmaya değmez. Aslında o prens tarafından alaya alınacağımız ve hor görüleceğimiz konusunda biraz endişeliydim ama bil bakalım majesteleri imparatorumuz ne dedi." Chu Mingyun durdu. Sesini baskılayıp yumuşatarak, "Ne güzel bir tesadüf. Daxia'nın zarif müziğine ve refahına iyice bir baksınlar." dedi.


   O taze mürekkep hokkasına baktı ve aniden gözlerini Qin Zhao'ya doğru çevirdi. "Söylesene, sence Li Yanzhen bunu söylerken kafatasının içinde esen rüzgarın sesini duymuş mudur?"


   "..." Qin Zhao'nun nutku tutulmuştu. Ancak uzun bir süre sonra yavan bir sesle, "Abi… Onun konuşmasını taklit etme." diyebildi.


   Chu Mingyun bunu ciddiye almayarak güldü. “Sen uyumaya git. Beni merak etme.” dedi.


   Qin Zhao mırıltıyla karşılık verdi. Ancak Chu Mingyun aniden ona tekrar seslendi. "Bu arada…”


   "Evet?"


   Chu Mingyun bir şeyler söyleyecekken durdu. Aslında biraz tereddütlü görünüyordu. Kaşlarını çattı. Bakışları hemen sonra haritaya geri döndü. "Boş ver, önemli değil."


   Şu anki davranış biçimi gerçekten nadir görülen bir şeydi. Qin Zhao uzun süre ona baktı ve aniden, "Su Shiyu'dan da bir haber var." dedi.


   "Ya?" Bu, Chu Mingyun başını kaldırmadı. "Ne haberi?"


   "Su Shiyu Huainan'dan bir de adam getirdi."


   Fırça olduğu yerde durdu. Düz kağıdın üzerinde küçük bir mürekkep lekesi açtı. Chu Mingyun yavaşça gözlerini kaldırdı. İfadesiz bir şekilde ona baktı. "Devam et."


   "Hepsi bu kadar." dedi Qin Zhao.


   Chu Mingyun Qin Zhao'ya dik dik baktı. Qin Zhao da bakışlarına boş boş karşılık verdi. Bu uzun sessizlik ortamı katılaştırdı. Sonunda Chu Mingyun bir kahkaha attı. Ruhsuzca, "Du Yue'den böyle korkunç alışkanlıklar edinmeye devam edersen benim bile seni dayaktan geçireceğimi biliyor musun?" dedi.


   Qin Zhao sessizce gözlerini kaçırarak, "Huainan Valisi’nin emri altında çalışan genç bir general. Kısa süre önce göreve getirilmiş. On sekiz on dokuz yaşlarında. Adı Luo Xin. Su Shiyu'nun talimatları doğrultusunda teftiş arabası grubunu takip ederek onlarla birlikte başkente döndü." dedi.


   "Luo Xin mi?" Bu ismi daha önce hiç duymamış olan Chu Mingyun bir an için dikkatle düşündü. "Bu yaşlar birini yetiştirmek için en uygun yaş. Üstelik bu devirde hükûmette orduya liderlik edebilecek yetenekler yok. Eğer Su Shiyu onu Li Yanzhen'e tavsiye etmeye niyetliyse, korkarım ki elimdeki ordu yönetimini azaltmayı planlıyordur."


   Qin Zhao anında gerildi. "O zaman ne yapacağız?"


   "Ne demek ne yapacağız?" Chu Mingyun kayıtsızca ona bir baktı. Dudaklarında soğuk bir gülümseme vardı. "Neden endişeleniyorsun ki? Sadece onu yetiştirmekle başarılı olacağının garantisi mi var? Benim seviyemin herhangi bir adamın ulaşabileceği bir seviye olduğunu mu düşünüyorsun?"


   "Oh." Qin Zhao'nun içine su serpildi.


   Bunu söylemesine rağmen Chu Mingyun'un kaşlarının arasında belli belirsiz bir gerginlik vardı. Elini kaldırıp kaşlarını ovuşturdu. Elini sallayarak Qin Zhao'ya çabuk gitmesini işaret etti. Başka bir şey söylemedi.


   Masanın üzerindeki kandilin mum alevinin ışığı zarafetle sıçrayıp süzülüyordu.


***


   Ertesi sabah erkenden, şafağın ışığı kül beyazıyken, imparatorluk ordusunun komutanı saraya girer girmez başkomutanın ana salonda beklediğini gördü. Büyük bir telaşa kapılarak hemen öne çıkıp özürlerini sundu.


   Haritayı iki eliyle korku ve dehşet içinde aldı. Chu Mingyun'un bazı basit talimatlarını dinledikten sonra yüz ifadesini dikkatle incelemekten edemedi. Suyu denercesine, "Bugün izin günü. Chu Bey neden bu kadar erken kalktı? Önemli bir şey mi var?" diye sordu.


   "Başka bir şey yok." Chu Mingyun gözlerini indirerek elindeki deftere baktı. "Uyku tutmadı."


   Komutan çekinerek, "...O zaman size saraydan çıkarken eşlik edeyim." dedi.


   Komutana bir baktı. Defteri uzattı ve dışarı çıkmak için döndü. Komutan da saygıyla peşinden gitti.


   Şafağın ışıkları altında saraya sessizlik hakimdi. Bahar güneşi katman katman çatıların tepelerine ve yeşil sırlı kiremitlere düşüyordu. Arada sırada bir saray hizmetkârı onları selamlıyor, sonra da geri çekilip onlara yol açıyordu.


   Chu Mingyun bir anda, "Şimdi kabaca bir bak, anlamadığın bir şey varsa hemen sor." dedi.


   Komutan bunu duyunca hemen defteri açtı. Bir göz attıktan sonra biraz şaşırmaktan kendini alamadı. "Chu Bey... Genellikle Qi Dağı'nın bu güney eteklerini korumak için konuşlandırılmış bir muhafız birliği olmaz mıydı her zaman?”


   "Qi Dağı'nın güney etekleri dik bir yamaç. Altından Wei Nehri akıyor. Su seviyesi ilkbaharda yükselir. Nehrin akıntısı o kadar hızlanır ki birinin geçmesini imkansız kılar. Bu doğal bir engel. Elbette orada muhafızlara gerek olmayacak." Chu Mingyun defteri alıp bakarken yavaşça önden yürüdü. "Ama bu yıl yağmur az yağdı ve hava da eskisinden daha yavaş ısınıyor. Bu yüzden nehrin akışı çok yavaşladı. Wei Nehri bir engel teşkil etmediğinde dövüş sanatlarından anlayan herhangi biri dağa tırmanmak için güney eteklerinden geçebilir. Ayrıca güney etekleri Av Köşkü’ne de yakın. Olur da..."


   Sesi giderek azaldı. Cümlesini tamamlayamadan duruverdi. Komutan başını öne eğmiş, dinlemeye odaklanmıştı. Chu Mingyun'un yürümeyi bıraktığını ancak aklını topladığında fark etti.


   Komutan bakmak için şaşkınlıkla başını çevirdiğinde sadece başkomutan beyin gözlerini kaldırıp uzaklara baktığını gördü. Bir çift gözü saklı bir niyetle kararmış, dudaklarında yavaşça, açık bir gülümseme belirmişti.


   "Nihayet beni keyiflendirecek şeyler oluyor." Hafif bir iç çeker gibi oldu. Sabah esintisinde dağılan sesi duyulamıyordu.


   Komutan onun bakışlarını takip ederek başını çevirdiğinde gül çardağının altından geçen yalnız bir adam gördü. Figürü orkideleri, yeşim ağaçları andırıyordu.


   "Kendin bakarsın." Bu sözlerin duyulmasıyla birlikte defter eline tutuşturuldu. Komutan, Chu Mingyun'un ona bir daha bakmaya tenezzül etmeden doğruca oraya yönelmesini boş gözlerle izledi.


   Mermerlerin üzerinden adım adım ilerledi. Dökülüp de henüz süpürülmemiş çiçek yapraklarının üzerine bastı. 


   “Su Bey!..” 


   Kalın, kırmızı yaprak tabakası sabah çiyiyle nemlenmişti. Belli belirsiz bir koku yayılıyordu.


   Su Shiyu bu bahar manzarasının ortasında durdu. Arkasını döndüğünde hafifçe sarsılır gibi olmuştu. Gözlerini kaldırarak gülümsedi. "Chu Bey, görüşmeyeli uzun zaman oldu."


   “Epeydir görüşemedik." Chu Mingyun onun birkaç adım önünde durdu. Gülümseyip kelimelerini uzatarak, "Su Bey Huainan'dayken beni düşündü mü acaba hiç?" diye sordu.


   "Chu Bey ne düşünüyor?” Su Shiyu belli belirsiz gülümseyerek ona baktı.


   "Bence düşündünüz." Chu Mingyun iki kolunu kaldırdı. Başını eğdi ve gözleri hilal şeklinde kıvrılana kadar gülümsedi. "Madem öyle, sarılmaya ne dersiniz?"


   Bunu söylerken gerçekten de ona sarılmak için hamle yaptı. Su Shiyu hafifçe dondu kaldı. Gözünün ucuyla imparatorluk ordusunun şaşkın komutanını görünce hızla bir adım geri çekilerek onu engellemek için elini kaldırdı. Çaresizlik içinde, "Chu Bey, saraydayız." dedi.


   Chu Mingyun umursamayarak kollarını indirdi. Arkasına baktı. Komutan uykudan uyanmış gibi irkildi ve uzaktan selam verdikten sonra başını eğerek aceleyle oradan ayrıldı.


   Chu Mingyun daha sonra yavaşça bakışlarını çevirerek, "Yeni mi döndünüz?" diye sordu.


   "Evet, az önce majestelerine raporumu sunmak üzere Xuanshi Salonu'na gittim." Su Shiyu onunla yan yana yürüdü.


   "Huainan'da işler nasıl?"


   "Şu anda hâlâ oldukça huzurlu. Ancak Chu Bey de muhtemelen işlerin o kadar basit olmayabileceğini fark etmiştir. Şu anda sadece sessizce durumun nasıl geliştiğini izlemek gelir elimizden. Ayrıca majestelerinden Lütuf Fermanı'nı mümkün olan en kısa sürede uygulamasını isteyeceğim."


   "Beni düşündüğünüzü bir kere olsun söylemeyecek misiniz bana gerçekten?"


   Su Shiyu farkında olmadan cevap vermek için ağzını açtı, diğerinin ne dediğini fark ederek duraksadı. Başını çevirdiğinde Chu Mingyun'un gülümsemeyle parıldayan gözlerini gördü. Bakışlarını kaçırırken dudakları istemsizce yukarı kıvrıldı. Yine de cevap vermedi. "Chu Bey’in izin gününde bile saraya bu kadar erken gelmesinin sebebi nedir?"


   Chu Mingyun’un kaşları hafifçe kalktı. "Pek bir şey yok aslında....."


   "Efendim bekleyin lütfen!" Arkalarından aniden bir bağırış duyuldu. Buna bariz koşma sesleri eşlik etti.


   Dönüp baktılar. Bir genç göz açıp kapayıncaya kadar onlara yetişmişti. Düzensiz nefesler alırken alnındaki teri sildi. Ağzını açtığı gibi, "Gerçekten hızlı yürüyorsunuz. Size doğru düzgün teşekkür etme fırsatım bile olmadı!" dedi.


   Su Shiyu basitçe gülümsedi. "Yolda zaten defalarca teşekkür ettin. Ayrıca erdemlileri teşvik etmek ve yeteneklileri tavsiye etmek benim görevim. Ayrıca majestelerinin takdirini kazanmanın sebebi kendi becerilerin. Bana teşekkür etmek için koşmana gerek yoktu."


   "Bunu nasıl söylersiniz? diye ısrar etti genç. "Eğer siz olmasaydınız korkarım hayatım boyunca Changan'a asla gelemezdim. Elbette size doğru düzgün teşekkür etmeliyim! O halde... size bir yemek ısmarlamama ne dersiniz?"


   "Gerek yok." diyerek güldü Su Shiyu. "Yakında meslektaş olacağız. Ziyafetler sırasında yüz yüze görüşmek için pek çok fırsatımız olacak. Bu kadar nazik olmana gerçekten gerek yok."


   "Ama..."


   "Getirdiğiniz adam bu mu?" diye Su Shiyu’ya sorarak sözünü kesti Chu Mingyun.


   Genç bunu tuhaf bulurken Chu Mingyun onu süzdü. "Benim. Neden?"


   Su Shiyu elini hafifçe kaldırarak daha fazla konuşmamasını işaret etti. Chu Mingyun'a dönerek gülümsedi. "Bu Luo Xin. Yakında Harbiye Nazırlığı’nda görev alacak. Yaşı henüz genç ve ve kuralları pek bilmiyor. Umarım Chu Bey bundan sonra ona karşı anlayış gösterir.”


   "Ya?" Chu Mingyun bir kahkaha attı. "Su Bey her zaman görgü kurallarına uymuştur. Kurallardan bihaber bu adam nasıl oldu da dikkatinizi cezbetti?"


   "Kurallar daha sonra öğretilebilir ancak sadakat ve cesaretle dolu bir yürek öğretilerle oluşturulamaz." Su Shiyu cevap verirken kayıtsızca gülümsedi. Göz ucuyla Luo Xin'in kımıldamadan ikisine baktığını görünce ona döndü. "Söyleyeceğin başka bir şey mi var?"


   "Hm!" Luo Xin aceleyle başını salladı. "Efendim, sormak istediğim, bugün sabah divanı olmadığına göre bu, diğer nazırları görmeyeceğimiz anlamına mı geliyor?"


   "Dediğin gibi."


   "O halde General Chu'yu nerede bulabilirim?" Luo Xin başka bir soruyla devam etti.


   Su Shiyu cevap veremeden Chu Mingyun söz aldı, ifadesizce ona bakarak "Onu ne için arıyorsun?" diye sordu.


   Tavrı açıklanamayacak kadar çatışmacıydı. Luo Xin hoşnutsuz hissetmekten kendini alamadı. "Hiçbir şey için değil. Sadece ona bakacak olamaz mıyım?" 


   "Bakılacak neyi var?" dedi Chu Mingyun.


   "O Hunları geri çekilmeye zorlayan büyük general!" Luo Xin sesini yükseltti. "Beş yıl boyunca Hunların işgalinde olan birkaç vilayet onun ortaya çıkışından sonraki bir yıl içinde kurtarıldı. Onun bakılacak bir şeyi yoksa senin mi var diyorsun bana?"


   Chu Mingyun aniden alaycı bir kahkaha attı. Bakışları dökülmüş kırmızı çiçeklerle kaplı zemine düştü. "Hunların saldırıya geçtiği ve aşağıladığı beş yılda hiçbiri kılını kımıldatmadı. Komutanların her biri beceriksizdi, yalnız kendi fikirlerine değer verirlerdi. Kaybedilen toprakların geri alınmasına bile engel oldular, bütün bir yıl boşa harcandı. Ordu bu duruma düşmüşken hepinizi gururlandıran ve bunu tekrar tekrar gündeme getirmenizi sağlayanın ne olduğunu gerçekten anlamıyorum."


   Luo Xin hemen hiddetlendi. "Çok basitmiş gibi konuşuyorsun! Madem bu kadar iyiydin neden gidip savaşma…”


   "Luo Xin." Su Shiyu onun sözünü kesti. "Bu kişi Başkomutan Chu."


   Laflarının boğazına dizilmesiyle yüzü bir anda kızaran Luo Xin, tepki veremeyerek baktı Chu Mingyun’a. "N- Ne?! Sen… O nasıl… Gerçekten mi?"


   Chu Mingyun ona bir bakış attı.


   Su Shiyu onun inanmayan bakışlarıyla karşılaştı, başıyla onaylayarak umutlarını söndürdü.


   Luo Xin aniden yüzünü çevirdi. Chu Mingyun'a bakmadı artık. Su Shiyu'ya ağzı açık ve dili tutulmuş bir şekilde baktı uzun uzun ve sonunda zorlukla bir cümle kurdu. "General Chu mu?! O… Nasıl böyle görünebilir?..”


   "Neden böyle söylüyorsun?" Su Shiyu anlayamamıştı.


   Luo Xin'in kaşları çatıldı. Hayal kırıklığıyla kendi kendine mırıldandı. "Büyük ve muhteşem bir general nasıl olur da böyle… genç, genç bir hanım gibi..."


   "..."


   Chu Mingyun onun sözleri karşısında hafifçe güldü. Dönüp ona baktı. "O halde sence nasıl görünmeliyim? Dokuz adam boyunda, görkemli ve yapılı mı?”


   "Hm!" Luo Xin hemen başını sallayarak cevap verdi.


   "Zeki ve etkili bir hatip, aynı zamanda üç ayaklı bir kazanı kaldırabilecek güce sahip?"


   "Hm hm!" Luo Xin başını salladı.


   Chu Mingyun bu düz hatlı ve saf bakışlı, yuvarlak yüzlü gence baktı. Ardından daha fazla konuşmaya zahmet etmeyerek karmaşık bir ifadeyle bakışlarını başka yöne kaydırdı.


   Sessizliğe gömülmüş olan Su Shiyu onun bu ifadesini görünce gözlerini indirerek hafifçe gülümsemekten kendini alamadı.


   Sıradan insanlardan farklıydı zaten. Bir kazanı kaldıracak kadar güçlü görünmesine, tehditkar ve kahramanvari bir duruşa sahip olmasına ne gerek vardı?


   Ne binlerce kavanoz şarap ne on binlerce kitap silemezdi azametli havasını benliğinden.


   Tam olarak böyle bir adamdı o.


***


   Kırmızı elbiseler içinde, at sırtında bir alev gibi, dosdoğru Changan'a girdi biri. Kalabalık pazar sokaklarından geçerek ara sokağa saptı. Ceza Nazırı Lu Shi'nin konağının kapısının önünde durdu birden.


   Gençliğinin baharında bir kız attan indi. Dizginleri onu içeri almaya gelen bir hizmetkâra fırlattı. Konağa girerken ağzını açarak, "Baba, ben geldim!" diye seslendi.


   Lu Shi hızla avluya çıktı. Onu görür görmez tepeden tırnağa inceledi. Sağ salim olduğunu gördükten sonra nihayet sakinleşerek sordu: "Qinghe, dışarıda gönlünce gezip dolaşmana izin verdim diye gerçekten de bir daha dönmemeye mi niyetlendin?”


   "Kim demiş? Şimdi dönmedim mi?" dedi Lu Qinghe.


   "Sana geri gelmeni emreden bir mektup göndermeseydim kendi isteğinle geri döner miydin?" diye sordu Lu Shi.


   Lu Qinghe bu konuyu hızla geçiştirerek Lu Shi'nin koluna sevgiyle sarıldı. "Baba, karla kaplı dağlardan geldim. Daha önce karla kaplı bir dağ gördün mü? Tek kelimeyle…"


   "Bu konuyu konuşmayalım." diyerek sözünü kesti Lu Shi. "Seni geri çağırmaktaki amacımı biliyorsun."


   Lu Qinghe gözünü bile kırpmadan başını salladı. "Bilmiyorum."


   "Bilmiyorsan tekrar edeyim." dedi Lu Shi doğrudan konuya girerek. "Seni geri çağırmamın nedeni sana iyi bir koca bulmak ve bir an önce evlenip yuva kurman.”


   "Baba…"


   “Öyle nazlı konuşma bana.” Lu Shi kolunu geri çekerken kıpırdamadan durdu. Sert bir ifadeyle, "Gezgin bir kahraman olmak, doğanın güzelliğinin tadını çıkarmak istiyorsun. Elbette bu konuda istediğini yapmana izin veririm ama evlilik meselesi hafife alınamaz. Artık küçük bir çocuk değilsin. Bu yüzden benimle pazarlık yapmayı düşünmeyi bırak!" dedi.


   Lu Qinghe sessizce dudaklarını büzdü.


   Bunu gören Lu Shi'nin sesi biraz daha katılaştı. "Birkaç gün sonra bahar avı var. Yüksek rütbeli nazırlar ve soyluların hepsi orada olacak. Benimle gelip yetenekli ve seçkin gençlere yakından bak ve beğendiğin birini seç. Döndükten sonra baban senin için bir nişan ayarlasın."


   Lu Qinghe yüzünü kapatarak belli belirsiz bir sesle, "Anladım." dedi.