Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 40: Su Shiyu gülümseyerek ona baktı. Sanki bir su birikintisi, sanki bir dumandı; durgundu, yalındı.

 

   Daxia Hanedanlığı'nın geleneklerine göre bahar avına katılan tüm akrabalar, soylular ve nazırlar önce tütsü yakmak ve kurbanlar sunmak için imparatora Jianzhang Sarayı'na kadar eşlik etmeli ve ardından ertesi gün Av Köşkü’ne doğru yola çıkmalıdır. 


   İlkbahardaki avlanma geleneği artık eskisi gibi olmasa da uygun ritüeller ve görenekler geçmişten bir şey kaybetmemişti ve bu gün de bir istisna değildi.


   Tanrılara kurban sözlerini okuduktan sonra güçlü davul müziği durdu ve tören tamamlandı. Li Yanzhen hâlâ henüz bitmemiş manzara resmini düşünüyordu. Hiç gecikmeden önce saraya geri dönme emrini verdi.


   Bugünlerde orada bulunan herkes hükûmet işlerini astlarına devretmişti ve yapacak hiçbir şeyleri yoktu. Ancak Jianzhang Sarayı baharla doluydu ve saray bahçesindeki gün batımı çok güzeldi. Tüm nazırlar zımnen adımlarını yavaşlattılar, üçer beşer toplanarak sohbet etmeye başladılar. 


   Su Shiyu biraz geride kalmıştı. Törenin olması gerektiği gibi tamamlandığını gördükten sonra ayrılmak için arkasını döndü ancak. Birkaç adımdan fazla yürümemişti ki yakınlardaki bir dönemeçten biri yanına geldi. Ağzını açtığı gibi onu selamladı: "Nazır bey!”


   Yuvarlak yüzlü genç adam bir üniformanın içinde, belinde bir kılıç taşıyordu. Kaşlarının arasındaki çocuksuluğun birkaç dakikalığına bastırıldığı nadir bir zamandı. Ne yazık ki o anki neşeli bakışıyla mahvolmuştu.


   Su Shiyu Luo Xin'in muhafızlar arasında olduğunu fark etmemişti. Yine de sadece biraz şaşırmıştı. Nazikçe başını salladı ve kibar bir ilgiyle, "Harbiye Nazırlığı’nda işler iyi gidiyor mu?" diye sordu.


   "Pek iyi değil." Luo Xin dürüstçe cevap vermişti.


   “Ne bakımdan?”


   "Nazır bey birkaç gün önce Huainan Valisi’nin davasını sonuçlandırmıştı ya. Karar ilanı Changan'ın her yerine asıldı. Artık herkes Huainan Valisi’nin kötü bir adam olduğunu biliyor. Nazır beyden gerçekten şikayetçi değilim ama nazır bey, biliyorsunuz ki ben aptalın tekiyim ve tüm bu karmaşık işleri anlamıyorum. Sadece General Chu'nun Hunlara karşı büyük savaşının hikayelerini duyduğum ve içten içe ona gıpta ettiğim için askere yazıldım. Ben de savaşarak ülkeye borcumu ödemek istedim. Huainan Valisi beni gerçekten önemli bir pozisyona getirmedi ve isyan etmek istediğini öğrenmeden önce onun hakkında pek bir fikrim yoktu. Bu yüzden sizleri Changan'a kadar takip ettiğimde bunun büyük bir mesele olduğunu düşünmemiştim." Luo Xin biraz keyifsizdi. "Fakat şu birkaç gün içinde her zaman birileri bana Huainan Valisi ile ilgili şeyler soruyor ve ben bilmediğimi söylediğimde sadece bu konuda konuşmak istemediğimi düşünüyorlar. Hatta birkaç kez aralarında konuştuklarını duydum; Huainan Valisi’nin partisinin bir kalıntısı olduğum ve sizlerin beni Changan'a getirmesinin kurdu eve davet etmeye benzediği, hatta belki de sizlerin kalbinizde sadakatsizlik barındırıyor olabileceği gibi şeyler söylüyorlar..."


   Sesi kesildi. Cümlesine devam etmeyerek başını öne eğdi.


   Su Shiyu söylediği son cümleden rahatsız olmamıştı. Sadece soğukkanlılıkla gülümsedi. "Sen ne yapmak istediğinin daima farkında olduğun halde neden şimdi başkalarının eleştirilerine takılıyorsun?"


   "Ama devriye gezen muhafızlar bile bana pek güvenmiyor..."


   "Başarmak istediğin şey yanlış mı?" diye sordu Su Shiyu aniden.


   "Elbette değil!" Luo Xin demiri kesecekmiş gibi bir kararlılıkla konuştu. "Ülkemiz uğruna öldürmek nasıl yanlış olabilir ki!"


   "O zaman başkaları senden şüphe etmesi seni tereddüde mi düşürmeli?" Su Shiyu ona sakin bir bakışla baktı.


   Luo Xin ciddi ciddi düşündükten sonra başını salladı. "Hayır, aksi takdirde sizi Changan'a kadar takip etmezdim."


   Su Shiyu bakışlarını başka tarafa çevirerek gülümsedi. "Madem öyle, neden bu eleştirileri dert ediyorsun?"


   Luo Xin kalakaldı, ancak bir süre sonra tepki verebildi. Çelik kadar sert bakışlarla Su Shiyu'ya bakıp ciddiyetle başını salladı. Hemen ardından, "Nazır bey… Hâlâ sormak istediğim bir şey var.” demeden duramadı.


   "Açıkça konuşabilirsin."


   "General Chu ile ilişkiniz çok mu kötü?" diye dikkatle sordu.


   Su Shiyu biraz şaşırdı. "Neden böyle söylüyorsun?"


   Luo Xin biraz düşündükten sonra çekinerek cevap verdi. "Tartışmaları sırasında hepsi beni Changan'a getirmenizin General Chu'nun otoritesini bölmek için beni kullanacak olmanız ve hatta bir gün General Chu'nun yerine geçmemi sağlamak olduğuna inanıyordu… Neden? General Chu'nun muhteşem biri olduğu ve Daxia için çok şey yaptığı ortada. Neden hâlâ böyle bir muamele görüyor?"


   Su Shiyu sustu. Başını hafifçe eğerek ileri baktı. Chu Mingyun salkım söğütlerin altında tek başına durmuş, elini kaldırıp yeşil bir dalı çekiştiriyor ve dalgın dalgın bir şeyler inceliyordu. Batmakta olan güneşin ışıltısı uzun kirpiklerinin üzerinden geçerek yumuşacık bir gölge yaratıyordu.


   Neden hâlâ böyle bir muamele görüyor?


   Çünkü sen tereddütsüz, korkunç ve acımasızca katleden Chu Mingyun'u görmedin hiç.


   Çünkü sen hesaplı planlar yaparken ince ince gülümseyen Chu Mingyun'u görmedin hiç.


   Daxia İmparatoru'na askeri komutayı devretmekten başka seçenek bırakmadığı zamanki halini hiç görmedin.


   Birkaç yıl gibi kısa bir süre içinde nasıl otorite ve nüfuzun zirvesinde durmayı başardığına hiç tanık olmadın.


   Sadece et ve kemik yığınlarıyla ulaşabilirdi o yüksekliğe.


   Huainan'a yaptığı bu yolculukta Su Shiyu'nun niyeti onu sınayıp emin olmaktı. Ancak Chu Mingyun sanki çoktan fark etmiş gibi vahşi hırslarını derinlere gömerek hiç hareket etmemişti.


   O gece çardaktalarken Chu Mingyun, 'bölgeyi binlerce li genişletmek ve her yönden saygı toplamak’ dediğinde Su Shiyu onun yalan söylemediğini anlayabiliyordu. Ama bu kadar basit olabilir miydi?


   Fakat birliklerine adım attırmamıştı. Bu yüzden tahmin yürütebileceği bir yol yoktu.


   Yapacak bir şey yoktu.


   Neden hâlâ böyle bir muamele görüyor?


   Çünkü şu anda bile onun aklından ne geçirdiğini tam olarak tahmin edemiyorum.


   Ne yapacağımı bilemez haldeyim. Stratejim kalmadı. İşler nasıl yoluna girecek anlamıyorum. Ona nasıl davranmam gerek bilmiyorum. İster resmî görevlerimde.. ister şahsî meselelerimde.


   Luo Xin, Su Shiyu'nun derin düşüncelere daldığını gördüğünde uygunsuz bir şey söylediğinin farkına vararak durmaksızın özür diledi. Su Shiyu kendine gelerek ona bir bakış attı. Ardından samimiyetle gülümseyerek konuyu boş bir sohbete çevirmesine izin verdi.



   Chu Mingyun bakışlarını onlardan çekti. Uzun ve dar söğüt yaprağını zahmetsizce kopardı ve parmaklarının arasında ezerek posa haline getirdi. Bu ikisi arasındaki konuşmanın sonu yokmuş gibi göründüğünü düşünüyordu sadece.


   Yaprağın özü o bembeyaz parmak uçlarında bazı açık yeşil izler bıraktı. Zihni dalgın dalgın dolaşırken birden çok da uzak olmayan bir yerden iki kişinin ayak seslerini duydu. Yavaşça arkasına döndü. Tam konuşacakken Hunların dokuzuncu prensi Yuwen Sun ve muhafızının yanından geçtiğini fark etti.


   Gözleri bir an için karşılaştı.


  Muhafız korku içinde gözlerini indirdi ve Chu Mingyun kayıtsızca geri döndü.


   Bununla beraber Yuwen Sun'un Hunca konuştuğu duyuldu. Muhafıza, "Yu Lu, neden ondan bu kadar korkuyorsun?" diye sordu.


   "Dokuzuncu Prens, siz daha önce hiç savaş alanında bulunmadınız. Bu yüzden anlamıyorsunuz. Bu, ömründe hiç iblis görmemiş birinin bir iblisin ne kadar korkunç olabileceğini kesinlikle bilmemesi gibi bir şey."


   "Bir iblis mi? O mu?" Yuwen Sun açıkça hoşnutsuzdu. "Yu Lu, sen her halükarda Hunların güçlü ve iyi adamlarından birisin. Oysa bu adam bembeyaz ve bir kadın gibi narin görünüyor. Böyle söylemenin yüz kızartıcı olduğunu düşünmüyor musun?"


   Chu Mingyun keşif gezilerine çıktığı zamanlardan beri Hunca anlayabiliyordu. Fakat konuşamıyordu, konuşmak için zaman ayırmaya değmeyeceğini düşünüyordu. Yuwen Sun onun anlayamayacağını varsaymış ve üstü kapalı konuşmaya çalışmamıştı. Böylece o da sağır ve dilsizi oynamaya karar verdi. Onlarla uğraşmaya zahmet etmedi.


   Yine de Yu Lu hızla Yuwen Sun'un cübbesini çekti. "Söylediklerinize dikkat edin Dokuzuncu Prens. Han halkı düşündüğünüzden daha yeteneklidir."


   "Han halkının yetenekli olduğunu biliyorum. Uzun zamandır dar ve sıkışık evlerde yaşıyorlar. Öyle ki kalpleri de hendekler ve kıvrımlarla dolmuş. Entrika ve hilelerde çok uzmanlar. Bu becerilerinde güvenemeselerdi çayırdaki adamlarımızın gücüyle burası çoktan bizim meramız olurdu."


   Yu Lu alçak sesle iç çekerek mırıldandı. "Dokuzuncu Prens hâlâ genç. Çadırlarda dolaşan hikayelerin hepsinin inandırıcı olmadığını yavaş yavaş anlamalısınız."


   "Neden bahsediyorsun sen?" Yuwen Sun kolunu çekerek şaşkınlıkla ona baktı. "Söylesene bana, abimin anlattıklarının gerçekliği yok mu? On üç yıl önceki savaşta elde ettiğimiz büyük zafere inanılamaz mı?"


   "...İnanılır." dedi Yu Lu.


   "O halde neden bu kadar korkuyorsun? Artık iyi bir general var diye değil mi?" dedi Yuwen Sun. "On üç yıl önce ordumuz saldırdığında Daxia komutanlarının çoğu şehirlerini terk edip kaçtı, bize karşı direnen neredeyse hiç kimse yoktu. En gülünç olanı da Liangzhou. Gerçekten de bir kadının onlar için ayağa kalkmasına izin verdiler. Sonunda o kadının cesedi şehir kulesine asıldı, rüzgarla kuruyana değin uzun süre kaldı. Yine de kalan askerlerde en ufak bir cesaret uyandıramadı. Şehri katlettiğimiz on gün boyunca savaşacak cesarete sahip tek bir kişi bile çıkmadı. Kabiliyetsiz zayıf insanlar hepsi." Sesi küçümseme doluydu. "Han halkı bundan ibarettir."


   Chu Mingyun bir söğüt dalını kopardı.


   Yu Lu dehşetle irkilerek Chu Mingyun'un hareketsiz duran sırtına baktı. Ardından mevkisini umursamadan Yuwen Sun'u yakalayarak başka bir patikaya doğru koştu. Figürleri hızla yemyeşil ormanda kayboldu.


   İnce dal parçası avucuna sürtündü. Koyu renkli özü sızarken kırılacakmışçasına ince bir inilti çıkardı.


   Chu Mingyun parmaklarını yavaşça gevşetti. O bir avuç dolusu yapışkanlık kan gibi hissettiriyordu. Gözlerini kaldırarak ufka baktı. Batan güneşin kan kırmızısı kalıntıları gökyüzüne yayılmış, ulaşamayacağı uzaklıklara uzanıyordu.


   Arkana bakma.


   On üç yıldır durmaksızın dumanlar yayıyordu anılarındaki ateş. Oklar gökyüzünde özgürce uçarak yerleri kaplıyordu. Şehrin kırmızı kapısı devrilirken artık moloz yığınına dönmüş duvarlara yaslanarak seyrediyordu bu cehennemi. 


   Geri düşme.


   Alevler dağ nehir demeden, ot yaprak ayırmadan yutuyordu tüm toprakları. Ağlayışlar binlerce li boyunca toprağa yayılıyordu. Hunların demir toynakları küçük çocukları ezip geçiyor, mermer taşlarına yoğun kan lekeleri ve alevlerin kömürleşmiş izlerini bırakıyordu. 


   Mingyun, arkana bakma, geri düşme.


   Buradan kaçıp git.


   Buradan kaçıp git!


   Herkes korkabilir, herkes geri düşebilir, herkes pes edebilir ve ölümü bekleyebilir, ama sen bekleyemezsin!


   “...Abla.”


   Kırmızılar içindeki kadın kılıcını kavramışken durdu. Halsiz, buruk bir sesle "Ne var?" dedi.


   "...Şu anda gerçekten vahşi görünüyorsun ya."


   Kadın şaşkına döndü. Kırmızı gözleri aniden yaşlarla doldu. Elleriyle gözlerini kapattı. Hıçkırıklara boğulurken, "Piç!" diye küfretti gülerek.


   Sonunda yine de dönüp bakmaktan kendini alamadı. Ağaçların üst üste binmiş ağır karartıları arasından, o tanıdık şehir manzarasından dışarıya doğru yayılan kan rengi doldurdu gözlerini. Sürekli yukarıya doğru uzanarak tüm gökyüzünü kızıla boyadı.


   Bir kılıç kuşanarak ileri atıldı. Cesedinin halka uyarı olarak asılmasıyla son buldu kaderi.


   Chu Mingyun gözlerini kapattı. Yokmuşçasına hafif, alçak bir sesle güldü.


   Havayı kesen bir kılıcın ıslığı şiddetle yankılandı.


   Nazırlar şaşkın bakışlarla sesi takip ettiklerinde sadece ormandaki yaprakların ve dalların sallandığını, etrafta kimsenin olmadığını gördü.


   Kuşkularını dile getirmeye bile vakit bulamamışlardı ki başka bir figür hızla ormana daldı. Yanlarından geçip gidecek kadar yakındı ama kim olduğunu tam olarak görecek zamanları olmamıştı.


   Yalnızca Luo Xin olduğu yerde kalakaldı. Her daim sakin olan Su Bey tam olarak ne görmüştü ki tek kelime bile etmeden peşine düşmüştü?


   Mürekkep mavisi cübbenin köşeleri yemyeşil ağaçların arasındaki boşluklardan süzülerek bir anda geçip giderken Su Shiyu'nun gözlerine takıldı. Büyük bir dikkatle hızını artırdı. Önündeki cübbenin parlaması içinde hızla bir elini uzatıp Chu Mingyun'un omzunu kavradı. Yavaşladığı bu andan yararlanarak diğerini doğrudan kollarının arasına aldı. Elleri Chu Mingyun'un göğsüne dolanarak onu zorlanmadan bastırdı.


   "Bırak!"


   "Sakin ol." Su Shiyu nefes nefese kalarak ona arkadan sımsıkı sarıldı.


   Ancak şu anda Chu Mingyun'a tek bir kelime dahi ulaşmıyordu. Yalnızca öfkeyle mücadele ediyordu. Zincirler içindeyken kollarını özgürce kullanamıyordu. Elindeki kılıç ise aniden avucunun içinde yön değiştirerek doğrudan arkasına savruldu.


   Su Shiyu kılını bile kıpırdatmadı. Kılıcın bu darbesini sert bir şekilde karşıladı.


   Kılıcın ağzı boynunun yan tarafında bir çizik açtı, ardında bir soğukluk bıraktı. Kan çizgisi anında omzunu takip ederek kıvrıla kıvrıla uzadı, düz beyaz yakasında parlak kırmızı çiçekler açtı.


   Su Shiyu elinde olmadan hafifçe ürperdi. Kaşlarını çattı. Kollarının gücünü artırdı. Chu Mingyun'u kucağına kilitlerken diğer elini kaldırarak gözlerini kapattı. Gücünü hiç esirgemezken sesini yumuşattı. "Sakin ol. Onlar barış görüşmeleri için gelen elçiler. En azından şimdilik onları öldüremezsin."


   Chu Mingyun onun bu şekilde kaçmaya bile çalışmayacağını düşünmemişti. Kurtulma uğraşı bilinçsizce durakladı. Diğerinin avucu gözlerinin üzerinde durduğu anda her türlü düşüncesi boşluğa dönüştü. Neredeyse kılıcını elinden düşürecekti.


   "Fevri davranma. Biraz sakinleş. Hatırla ki düşmanlarının hepsi savaş alanında senin ellerinde tamamen can verdi. Kaybedilen toprakların hepsi geri alındı çoktan...

   Şimdi her şey yolunda. Her şey yolunda. Bir zamanlar seni yaralayan o insanların hepsini öldürdün bile...

   Hepsi geçmişte kaldı artık."


   Bunları defalarca tekrarladı ve sonunda kollarındaki adamın yavaş yavaş mücadeleyi bıraktığını hissetti. Ancak vücudu hâlâ titremesini durduramıyordu. Kendini dizginlemek için elinden geleni yapıyor gibiydi.


   Avucunun içinden hafif kaşıntılı bir kirpik hissi geçti. Uzun bir süre sonra Chu Mingyun yavaşça konuştu.


   "Hey." Sesi alçak ve boğuktu. "O ses tonunu kullanarak bana birkaç kelime daha söyle."


   "Ne duymak istiyorsun?" diye sordu Su Shiyu.


   Chu Mingyun uzun bir süre sessiz kaldı. Nihayet çok ama çok yumuşak bir sesle, "Burada olduğunu söyle. Hâlâ hayatta olduğunu söyle." dedi.


   Su Shiyu bir an afalladı, sonra yüzünü Chu Mingyun'un kulağına yaklaştırarak yavaşça ve ciddiyetle, "Hâlâ hayattayım, buradayım." dedi. Bir duraklamanın ardından tüm nezaketini vererek devam etti. "Seninle birlikteyim.”


   Tane tane kulaklarına dökülüyor, her bir kelimesi yeşim taşı kadar nazik geliyordu.


   Bu kucaklama sıcaktı. Yatıştırıcı tütsünün o tanıdık kokusu içini ısıtıyordu. Hafif de bir kan kokusu karışmıştı.


   Bu adamın varlığına işaret eden her şey kıyaslanamayacak kadar kesindi.


   Chu Mingyun yavaş yavaş sakinleşti. Nefes alış verişlerin duyulabildiği bir sessizliğin ardından bir kahkaha attı birden. "Tüm gücün bu kadar mı?"


   Su Shiyu tepki vermeye vakit bulamadan aniden arkasını dönen Chu Mingyun tarafından kucaklandı.


   Elindeki kılıcı bıraktı. Keskin metal üç çınlamayla yere düştü.


   Su Shiyu'ya sıkıca sarıldı. Adamın etini ve kemiğini ezip kendi damarlarına katmak üzereymiş gibi bir güçle, mutlak hakimiyet isteğiyle sarıldı. Ondan bir parça bile ayrılmaya yoktu niyeti. Gözlerini indirip başını Su Shiyu'nun boynuna gömdü. O hafif kan kokusunu aldığında daha da yaklaşarak uyarı vermeden yaladı.


   Su Shiyu aniden kaskatı kesildi. O ılık ve nemli his neredeyse anlamsızca boynunun yan tarafına çarpmaya devam etti. Dudakları, dişleri teninin üzerinde gezindi. Dilinin ucu yarasını takip etti. Azar azar yalayarak kan lekelerini temizledi.


   Nefesi boynunun her bir yerine düşerek omurgasından aşağı tuhaf bir karıncalanma yayılmasına neden oluyordu.


   Chu Mingyun'un onu saran kolları bilinçsizce sıkılaşmıştı. Yakasını gevşetmiş, kan izini takip ederek boynundan omzuna doğru yalamış ve dudakları yavaşça köprücük kemiğine yapışarak kan izinin sonunu aramaya başlamıştı bile.


   Ormandan hafif bir esinti yükseldi. Ancak şimdi omzuna değen bir parça serinlikle Su Shiyu aniden kendine geldi. "...Chu Bey!"


   Chu Mingyun'un kollarından kurtularak bir adım geri çekildi. Büyük bir kısmı açılmış olan yakasını tekrar topladı. Gözlerini kapatarak içlerindeki panik kırıntısını sakladı.


   Chu Mingyun olduğu yerde durdu. Bakışlarının berraklığı yavaş yavaş geri geldi. Gözlerini kırpıştırdı. Ağır bir rüyadan uyanmış gibiydi. Bir an tepki veremedi. "...Su Bey."


   Su Shiyu cübbesini çoktan düzeltmişti. Yakasındaki kan lekeleri dışında başka bir iz görünmüyordu. Gözlerini kaldırıp ona baktığında bile gülümsemesi her zamanki gibiydi. Kayıtsızca, “Chu Bey’in sakinleşmesi iyi oldu." dedi.


   “Ben…”


   "Bu beni rahatsız edecek bir yara değil. Chu Bey’in kendini suçlamasına veya kötü hissetmesine gerek yok." Su Shiyu onun sözünü kesti.


   "Bahsettiğim bu değil. Az önce ben…"


   “İnsanlar hâlâ orada bekliyor. Bir an önce geri dönsek iyi olur."


   Chu Mingyun başka bir şey söylemedi. Sessizce ona baktı. Ancak Su Shiyu bakışlarını kaçırdı ve bir süre sonra usulca gülerek, "Bunun için canınızı sıkmanıza gerek yok." dedi.


   Chu Mingyun da ne söylemek istediğini tam olarak bilmiyordu. Düşünce akışının durmaya yaklaştığı bu anda Su Shiyu gülümseyerek ona baktı. Sanki bir su birikintisi, sanki bir dumandı; durgundu, yalındı. Ardından adımlayarak uzaklaştı.



   Su Shiyu'nun yakasındaki kan izleri çok dikkat çekiciydi ve kapatılacak gibi değildi. Chu Mingyun ile birlikte ormandan birbiri ardına çıktıklarında henüz ayrılmamış olan nazırlar arasında hemen fısıltılar yükseldi.


   Su Shiyu hiçbir şey olmamış gibi Luo Xin'e doğru yürüdü. Başını sallayıp özür diledi. "Az önce acil bir durum vardı. Kusuruma bakma."


   Hâlâ biraz şaşkın olan Luo Xin aldırmadığını ifade etmek için başını salladı. "Nazır bey, nasıl yaralandınız? Az önceki ses General Chu'nun kılıcının sesi miydi? Siz ikiniz..."


   Su Shiyu sakince, "Az önce ufak bir kaza oldu. General Chu devrilen bir ağacı engellemek için kılıcını savurdu. Ben de oraya vardığımda sivri bir dal tarafından çizildim. Önemli bir şey değil." dedi.


   Luo Xin hiç düşünmeden ona inanırken bir çift gözü Su Shiyu'ya dikilmişti. "Nazır bey iyi misiniz? Başka yaralarınız da mı var? Neden yüzünüz de biraz kırmızı?" diye sormaktan kendini alamadı.


   Su Shiyu irkildi. Elinin tersini yanağına bastırdı. Sesi sıradanlığından bir şey kaybetmemişti. "Öyle mi?"


   "Evet ya!" Luo Xin başını salladı ve elini kaldırarak işaret etti. "Ayrıca kulaklarınız da biraz kırmızı görünüyor."


   "..." Su Shiyu elini indirdi. Luo Xin'in samimi bakışları karşısında iç geçirdi. "Daha önce söylediklerimi dikkate alma, şimdilik kendini kanıtlamak için acele etmene gerek yok. Zamanını daha fazla kitap okuyarak geçirsen daha iyi olur."


   "Ne diye kitap okuyacakmışım?" Luo Xin buna bir anlam veremedi. "Ben bir askerim. Sınav birincisi olmayı hedeflemiyorum ki."


   "İnsanlarla nasıl konuşulacağını öğrenmek için. Daha fazla oku." dedi Su Shiyu.


***


   İnsanların çılgınca varsayımlarda bulunmasına neden olacak bu gibi haberler daima inanılmaz bir hızla yayılır. Chu Mingyun evine döndüğünde Du Yue ve Qin Zhao, biri solda diğeri sağda olmak üzere kapıda durmuş, onu bekliyorlardı.


   “Aferin sana. Kılıç ustalığın amma da muhteşem. Açı biraz daha farklı olsaymış abimin canını alacakmışsın ha?” Du Yue alaycı bir tavırla ‘kuzen’ hitabını ‘abi’ olarak değiştirerek kendi tarafını gösteriyordu.


   “Laf cambazlığı yapmayı bırakıp doğrudan üzerine atılmaya mı karar verdin?” Buz suratlı Qin Zhao’nun yüzünde şimdi bir parça hareket görülebiliyordu.


   Chu Mingyun hiçbir şey duymamış gibi kendi odasına doğru yürümeye devam etti.


   “Yüzün çok çirkin. Ne oldu?” diye sordu Qin Zhao peşinden giderek.


   “Hey Chu kişisi, çarpıldın mı nihayet ha?” Du Yue'nin sesi aniden neşeli bir hal aldı.


   Chu Mingyun kolunu savurarak iki zımbırtıyı odanın dışında bırakıp kapıyı kapattı.


   Chu Mingyun masaya oturup kendine bir fincan çay koydu. Ancak tamamını içtikten sonra ifadesi yavaş yavaş karmaşıklaştı. Elini kaldırıp alnına bastırarak kendi kendine hayretle mırıldandı. "Nasıl olur da Su Shiyu'ya sarılıp onu yalayabilirim..."