Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 48: Neden olmasın?

 

   Yonghe'nin hükümdarlığının dokuzuncu yılında, yazın başında her şey yeşerdi ve ağaçların gölgesi yoğunlaştı.


   Büyük bahar avı aceleyle son buldu. İmparator Changan’a döndü. Hunlar ile yapılacak antlaşma konusu günler sonra sabah divanında tekrar gündeme geldiğinde, tüm nazırların tutumu önemli ölçüde değişmişti.


   Ona eşlik eden nazırların tamamı ittifak kurulmaması gerektiğini söyledi. Daha önce Wei Song'u destekleyenler bile düşmanla iş birliği yapmak ve vatana ihanet etmekle suçlanacaklarından korkuyorlardı. Av Köşkü’nün yeşim basamaklarındaki kan henüz temizlenmemişti, bu yüzden herkes sözlerinde ve tavırlarında kararlıydı. Sarayda kalan nazırlar da tutumlarını değiştirerek ya Hunları kınadı ya da sessiz kaldı.


   Kim olursa olsun, hiç kimse antlaşmayı kabul etmeye cesaret edemedi.


   İmparatorun gözleri sağ tarafına düştü. Artık koltuğuna dönmüş olan başmüfettiş öne çıkarak selam verdi. Hunların doyumsuz olduğunu, onlara toprak vermenin yangını söndürmek için yakacak odun taşımaya benzeyeceğini söyledi. Bu yavan cümle ile genel durum belirlendi.


   Başkomutan emri alarak Hun elçilerini geri çevirmeye gitti. Zorlu yolculuğunda prensi rahatlatması için küçük bir hediye verdi ve peşinden onları yolculadı.


***


   Yuwen Sun çadırın arkasındaki yere tek başına oturmuş, uzaklara dalmıştı.


   Yirmi yılı aşkın bir süredir ilk kez hükümdarın çadırına girip kendini tanıtma cesaretini göstermiş, kardeşleri arasında Çince'yi en iyi bilenin kendisi olduğunu ve Daxia'dan döndüğünde klanını etkileyebileceğini düşünmüştü. Bu kadar utanç verici bir durumda olacağını tahmin etmemişti. Babasının tepkisi pek haşin değildi. Afyon piposunun dumanı tüten yeşim ağzını iki parmağı arasında tutmuş, derin bir nefes almış ve geri çekilmesini emretmişti.  geri çekilmesini emrettikten sonra derin bir nefes almıştı. Tek bir bakış dahi atmaktan tiksiniyor gibiydi sanki.


   Belki de babası esasında ona çok fazla umut bağlamamıştı. Sonuçta Han general haklıydı; o en sevilmeyen, en işe yaramaz prensti. 


   Yuwen Sun çok uzaklara baktı. Gökyüzü sınırsız, yeryüzü uçsuz bucaksızdı. Rüzgar otları savuruyordu. Sığırlar ve koyunlar ortalıktaydı. Bu, otlaklarda binlerce yıldır değişmeyen bir manzaraydı.


   Kendini bildi bileli Hun halkına kıyasla ince, zayıf bir vücudu vardı. At binemezdi, okçuluğa harcadığı çaba ise boşunaydı. Kardeşlerinin onu küçümsemesi ve diğerlerinin ona zorbalık yapması sıradan bir şeydi.


   O zamanlar sık ​​sık çadırın arkasına saklanırdı. Küçücüktü ve pek göze çarpmazdı. Muhtemel ki onu yalnızca bir kişi fark edebilmişti.


   En büyük ağabeyi Yuwen Xiao eğilerek, "Sen kimsin ve burada yalnız ne yapıyorsun?" diye sormuştu.


   "Yuwen Sun," diyerek panik içinde ayağa kalkmıştı. Yüzündeki gözyaşları henüz kurumamıştı. "Ben sizin dokuzuncu kardeşinizim ama çok kötüyümdür... Bana dair bir izleniminiz yoktur."


   "Hiçbir izlenimim yok." Yuwen Xiao ona bakmıştı. "Biz Hunlar arasından da böyle ruhani görünümlü birinin doğacağını hiç düşünmezdim.” 


   Yuwen Sun ona boş boş bakmıştı, ne demek istediğini bilmiyordu. Yuwen Xiao onu yanına çekmiş ve birlikte oturmuşlardı. "Bir zaferden yeni döndüm ve tüm klan kutlama yapıyor. Sen neden ağlıyorsun?"


   Her şeyi bir bir anlatmıştı. Yuwen Xiao tüm kalbiyle gülümsemiş, bir süre sonra şöyle demişti: "Ne olmuş yani bu bedeninle Han halkına karşı savaşamayacaksan? Güneyimizdeki Daxia topraklarının tamamen bizim olması çok uzun sürmeyecek. Oldukça zeki görünüyorsun. Eğer ata binemiyorsan biraz Çince öğrenmeye, sonra da Han halkını idare etmemde bana yardım etmeye ne dersin?"


   Olur tabii.


   O sırada Yuwen Xiao büyük bir zaferden dönmüştü. Çadırlar onun Daxia’nın üç eyaleti ile on iki vilayetini tek seferde ele geçirdiği söylentileri ile çalkalanıyordu. O görkemli bir cengaverdi. Otlakların değerli yiğidi, kalbindeki kahramandı.


   Yuwen Xiao başının üstünü sertçe ovuşturarak, "O halde gözyaşlarını temizle. Biz Hun erkekleri olarak demirden yapılmışız. Ağlamak da nereden çıktı?" demişti.


   Bu cümle kalbine kazınmıştı. Yuwen Xiao beş yıl sonra savaş meydanında ölmesine, at derisinden kefene sarılmasına rağmen gözyaşı dökmemiş, kanla yutkunmuştu.


   Yuwen Sun feryat eden kalabalığa karışarak etrafına bakınmıştı. Yuwen Xiao'nun naaşı sımsıkı sarılmış, en ufak bir yeri açıkta bırakılmamıştı. İleri adım atmak istemiş ama babası öfkeyle onu uzaklaştırmıştı. Arkasını dönerek onu yakmıştı. Külleri rüzgarla göğe karışmıştı.


   Elini uzatmıştı onu yakalamak isteyerek. Kül rengi toz parmaklarının aralarından sıyrılmıştı. Hiçbir şey yoktu.


   Sekiz yılın ardından Yuwen Sun nihayet gerçeği bir yabancının, bir Han’ın ağzından öğrenmişti.


   Naaşının bu şekilde dönmesine şaşmamak gerekirdi. Kahramanı yaralarla kaplanmıştı çünkü. Kahramanının kemiklerinin yarısı kırılmıştı. Kahramanının göz yuvaları boşalmıştı. Kahramanı insan olmaktan çıkmıştı artık.


   Kahramanı ölmeden önce ne perişanmış meğer. Kahramanı ihanet etmiş. Kahramanı… dayanılmaz acılar çekmiş.


   Onun kahramanı.



   "Burada yalnız ne yapıyorsun?"


   Yuwen Sun aniden kendine geldi. Başını çevirip baktı. "Ekselansları..."


   Adam yüzünde bir gülümsemeyle önünde duruyordu. Yüzünde yalnızca Han halkına has bir yumuşaklık vardı. "Prens hazretlerinin neyi var?"


   "Bir şeyim yok." Yuwen Sun yüzünü toparladı ve ayağa kalktı. "Sizi tanıdım, babamın onur konuğusunuz."


   Adam gülümsedi. "Prens hazretleri, Daxia ile barış görüşmelerinin başarısız olması nedeniyle moraliniz mi bozuk?" Yuwen Sun’un cevabını beklemeden devam etti: "Hükümdara daha önce Chu Mingyun ve Su Shiyu oradayken barış görüşmelerinin başarısız olmaya mahkûm olduğunu söylemiştim. Ne yazık ki hükümdar beni dinlemeyi reddederek ket vurmakta ısrar etti. Şüphesiz sebebi sizsiniz prens hazretleri.”


   "Ne demek istiyorsunuz?"


   "Tabii ki saldırmak ve onu ele geçirmek."


   Yuwen Sun onu baştan aşağı süzdü. “Siz açıkça bir Han’sınız.” 


   "Evet, ben bir Han'ım." Adam güldü. "Gelip hükümdar ile bir anlaşma yapmak istemiştim. Hükümdarın bu kadar uzun süre ayak sürümesi ve hatta prens hazretlerini barış görüşmesi için göndermesi çok yazık. Görünüşe göre benimle anlaşmaya niyeti yok."


   “Siz… vatan haini olarak görülüyorsunuz, değil mi?" diye sordu Yuwen Sun.


   “Öyle denemez.” diyerek güldü adam. "Bu sadece bir amaca ulaşmanın ufak bir yolu. Yalnızca küçük bir değiş tokuş. Her iki tarafın da yararına. Neden olmasın?"


   “Babamın sizinle anlaşmaya niyetli olmadığını da söylediniz." Yuwen Sun’un artık bu konuda konuşmaya niyeti yoktu. "Kendiniz çarenizi bulsanız iyi olur."


   "Chu Mingyun ve Su Shiyu," dedi adam aniden. "Prens hazretleri Daxia'da bu iki adamı gördü mü?"


   Yuwen Sun olduğu yerde durdu, gözlerini kaldırarak ona baktı.


   "Görünüşe göre siz de bu iki kişiden pek hoşlanmıyorsunuz." Adam gülümsedi. "Başa çıkması oldukça zor, değil mi?"


   "Başmüfetiş olan için pek bir şey hissetmiyorum. Ilımlı ve nazik ama pek de gerçek bir yeteneği varmış gibi görünmüyor." dedi Yuwen Sun. "Şu Chu Mingyun ise..." Dişlerini hafifçe sıktı ve devam etmeyi bıraktı.


   Adam sesini alçalttı. "Onu öldürmek istemez misiniz?"


   Yuwen Sun bocaladı. Göğsünde vahşi bir ateş yandı, dizginsiz bir acı yükseldi. Nefretle, "İsterim." dedi.


   İstiyordu. Onu öldürmeyi diliyordu.


   Uğradığı hakaretlerin bedelini ödetmek, kahramanının intikamını almaktı temennisi.


   "Öyleyse gidip öldürün onu."


   Yuwen Sun derin bir nefes aldı. Zar zor biraz sakinleşti. "Beni ikna etmenizin bir faydası yok, babam söylediklerimi umursamayacak."


   Adam alçak sesle güldü. "Hükümdarın yaşı ilerlemiş. Büyük hırsları ve hedefleri olmadığı için savaşmak istemiyor elbette." Durakladı. Yuwen Sun’a baktı. "Ama siz farklısınız prens hazretleri. Hâlâ gençsiniz."


***


   Başkomutanlık konutunda.


   Chu Mingyun yemek çubuklarını bir kenara bıraktı. Bir fincan çay aldı ve elinde tutarak yanında hararetle yemek yiyen kişiye baktı.


   "Du Yue." Chu Mingyun nadiren adını söylerdi. "Su Shiyu'nun bana davranışları hakkında ne düşünüyorsun?"


   "Kuzenim herkese karşı iyidir." Du Yue iki gözünü tatlı ve ekşi domuz etine dikerken hiç düşünmeden cevapladı.


   “Diğerlerini soran kim? Ben bana davranışını soruyorum.”


   "Hâlâ sormaya utanmıyor musun?" Du Yue soğuk soğuk homurdanacaktı ki Chu Mingyun'un bakışlarıyla karşılaşınca tavrını değiştirdi. Burnunu ovuşturdu ve boğuk bir sesle, "Sadece kuzenimin seni öldürtmek için neden insan sayının azlığından faydalanmadığı konusunda kafam karışık.” dedi.


   "..."


   Bu bir tıpçının söylemesi gereken bir şey miydi?


   “Neden böyle diyorsun?” diye sordu Chu Mingyun.


   "Karakterin bu kadar kötü olmasına karşın kuzenim her nasılsa bunca zamandır sana karşı hamle yapmadı. Anlaşılan dövüş sanatların gerçekten nitelikli.”


   Chu Mingyun hafifçe kaşlarını çattı. Cevap vermedi.


   Du Yue onun buna inanmadığını düşünerek ciddiyetle vurguladı. "Gerçekten dayağı hak ettiğini düşünmüyor musun? Sana ne diyeceğim bak, seni yenemeyeceğim gerçeği olmasaydı şimdiye dek çok defa seve seve…”


   Chu Mingyun ona baktı. "Seve seve ne?"


   Du Yue'nin sözleri birden boğazında düğümlendi. Yanındaki koltuğa, Qin Zhao’nun boş koltuğuna baktı. Hemen öksürerek konuyu değiştirdi. "Yok bi’ şey, yok bi’ şey. Hm… peki… aa doğru ya, neden soruyorsun bunu?”


   Chu Mingyun bunu duyunca parmaklarını çenesine koyarak yavaşça gülümsedi. "Çünkü sevdiceğim o benim."


   Du Yue’nin çay fincanı kayıp yere düştü.


   Maviler içindeki hizmetçi ortalığı toparlamak için aceleyle öne çıktı, sonra geri çekildi.


   Du Yue uzunca bir süre öylece kaldı. Aniden bir aydınlanma yaşayarak doğrudan onu işaret etti. "Anladım! Chu kişisi, sana yenge diyeyim istiyorsun değil mi? Sırf benden faydalanmak için gerçekten bu denli çıldırabiliyorsun ha! Pes et bak, ben..."


   Chu Mingyun ona sakin gözlerle baktı.


   Du Yue yavaşça elini indirdi. "Sen... hayır sen..."


   Chu Mingyun ona tüm nezaketiyle gülümsedi. "Neden olmasın?"


   Du Yue neye uğradığını şaşırmıştı. Sonunda sakinleşti. Biraz tereddüt ederek, "Doğrusu, bence… Kuzenimden hoşlanmayı bıraksan daha iyi olur..." dedi.


   Chu Mingyun yavaşça güldü. "Neden? Onu kaparsam seni önemsemeyeceğimden mi korkuyorsun?"


   "Hayır." Du Yue ona ciddiyetle baktı. "Ondan hoşlanman bir işe yaramaz."


   Du Yue sözlerini toparlamakta zorlandı. "Mesele senin nasıl olduğun değil, kuzenimin kendisi. Kuzenim hiçbir şeyden hoşlanacak türden bir insana benzemiyor. Çocukluğundan beri onun hiçbir şeyi sevdiğini görmedim. Yemekten ya da oyundan bile. Müzikte ustalaşmış görünüyor ama bunun nedeni yengemin qin sevmesi, kuzenimin değil." Bir süre suskun kaldıktan sonra kaşlarını çattı. Gönülsüzce, "Yüzeyde beni de seviyormuş gibi görünüyor fakat bunun sebebi akraba olmamız. Öyle olmasaydı muhtemelen bana bu kadar özel davranmazdı..." dedi.


   Kalbi olmayanda arzu barınmaz. 


   "Tam olarak ne söylemeye çalışıyorsun?" Chu Mingyun onun sözünü kesti.


   "...Onun senden hoşlanmasına imkan yok." dedi Du Yue. "Yeşim kolyeyi atman da var ayrıca. Mantıken Su Ailesi’nin kapısından içeri bir adım bile atamaman lazım. Ama kuzenim seni arkadaşı olarak görüyor gibi. Böylesi zaten çok iyi. Gerçekten bu kadarı yeterli. Bir an önce vazgeçsen iyi olur, yoksa kalbinin kırılmasından kurtulamazsın."


   "Bitirdin mi?" dedi Chu Mingyun umursamazca.


   "Hm." Du Yue başını salladı.


   "Bitirdiysen yemeğe devam et."


   "Ne?.." Du Yue şaşkına döndü. "Bu nasıl bir tepki? Ne düşünüyorsun ya şimdi?"


   "Ne mi düşünüyorum?" Chu Mingyun başını hafifçe eğdi. Yeşil çaya yansıyan gözlerine baktı ve aniden usulca güldü. "Onun bana kalbinde yer açıp açmayacağı ve benim onu kalbimde barındırıp barındırmayacağım esasen iki farklı şey."