Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 52: "...Birinin bana hekim bey diye seslendiğini ilk defa duyuyorum."

 

   Changan'ın dışındaki vahşi tepeler sessizdi. Karanlık gecede küçük bir ışık loş bir şekilde yanıyordu.


   Du Yue küçük küreğini bıraktı, başını indirdi ve elindeki şifalı otu incelemeye odaklandı. Qin Zhao onu takip etti ve daha net görebilmek için feneri daha yakın tutarak çömeldi.


   Du Yue ileri geri baktıktan sonra yüksek sesle güldü. "Hey, sonunda buldum. Gecenin bir yarısı dağı kazmaya gelmeme değdi." Ayağa kalkıp dikkatlice köklerdeki toprağı silkeledi. Başını Qin Zhao’ya doğru çevirerek, "Teşekkürler!" dedi.


   "Rica ederim." Qin Zhao ayağa kalktı ve göze çarpmayan yeşil ota baktı. "Bu kadarcık şey için mi bunca zahmete girdin?"


   "Bu kadarcık mı?" Du Yue sesini alçalttı ve onun sıradan sesini taklit etti. "Bunun neye yaradığını biliyor musun?"


   Qin Zhao başını salladı.


   "Ustamın eşsiz gizli tarifi! Sadece bu bitkiyi ilaç haline getirmemle hem seni hem de Chu kişisini aylarca uyutabilirim!" Du Yue şifalı otu gururla salladı. "Korktun mu?"


   "Ye Usta gerçekten de çok güçlü." Qin Zhao başını salladı.


   "Hey, Qin Zhao, bu tavırla devam edersen seninle sohbeti daha fazla sürdüremeyeceğim." Du Yue gözlerini devirdi. Otu sarmaladı. Göğüs cebine koymak üzereydi ki Qin Zhao onu yakaladı. "Ne oldu?”


   Qin Zhao bir eliyle bileğini tutup gözlerine doğru çekti. Diğer eliyle kare kesimli temiz bir mendil çıkarıp toz toprakla kaplı ellerini dikkatlice sildi.


   Du Yue daha sonra avuçlarını açtı ve gönül rahatlığıyla ona hizmet etmesine izin verdi. Dağlarda böcekler cıvıldıyordu. Du Yue sıkıntıyla Qin Zhao'nun eğilmiş yüzüne baktı. Uzun bir süre sonra aniden ağzını açarak, "Qin Zhao, davranışların bana birden kuzenimi hatırlattı." dedi. 


   Bileğini tutan el anında sıkılaştı. Qin Zhao hemen sakinleşip kendine hakim olarak onun canını yakmaktan kaçındı. Uzun bir sessizliğin ardından fısıldadı: "O da mı sana böyle davranıyordu?"


   "Hemen hemen." Du Yue bir an düşündü. ""Ama kuzenim genellikle bana sadece bir mendil uzatır, benim için silmez. Annem ona beni şımartmamasını yoksa beni döveceğini söylemişti."


   Qin Zhao tek kelime etmedi, mutlak bir itinayla parmaklarındaki azıcık toprağı sildi.


   "Düşünüyorum da çocukken gerçekten bütün gün dayak yiyordum. İyi yazan, iyi okuyan, iyi huylu kuzenimden ne kadar da farklıydım. Annem her zaman benim ondan bir şeyler öğrenmemi istediğini söylerdi. " Du Yue anılara daldı. Bir anda haykırdı: "Aa, hayır, kuzenim bir kez dayak yemişti aslında ve bu çok ciddiydi. Normalde kuzenim çocukluğundan beri kendisine söyleneni yapardı. Ama o sefer dayım bir sebepten dolayı ona disiplin cezası verdi. Öfkeden patlıyordu. O kadar sinirlenmişti ki onu sırtı kan içinde kalasıya dek dövmüş ve birkaç gün atalar salonunda diz çökmekle cezalandırmıştı. Yengem o kadar üzülmüştü ki günlerce ağlamıştı. O günlerde annem beni korkutmak için bir daha söz dinlemezsem beni dayımın evine göndereceğini söylemişti."


   “Bitti.” Qin Zhao mendili geri çekti ve bileğini serbest bıraktı.


   "Hm." Du Yue yerdeki küçük küreği çıkarıp aldı. "Geri dönelim!"


   Qin Zhao başını sallayarak onu takip etti. Dağ ormanı geceleri karanlık ve lanetli gibiydi. Rüzgârın ağaçları sallamasıyla bir hışırtı sesi duyuldu. Qin Zhao’nun gözleri ihtiyatla açıldı. Feneri Du Yue'ye verdi, elini kaldırarak onu arkasına aldı ve temkinle uzaklara baktı.


   Belirsizlik sadece bir an sürdü, ardından Du Yue aceleyle koşan bir kadının sesini duydu, bu sese gittikçe daha ağır nefes alıp vermeler eşlik ediyordu. Neredeyse nefes nefese kalmıştı. Belli belirsiz bir kadın sesi duyuluyordu.


   Du Yue ağaçların gölgeleri altında onların tarafına doğru tökezleyerek yaklaşan bir gölge gördü. Dehşete kapılarak etrafa bakmaktan kendini alamadı. Döndüğünde, ne olacağına aldırmaksızın kendisine gelen biriyle karşı karşıya kaldı. “Yardım edin… Yardım, yardım edin!..”


   Du Yue, kılıcını çekmek üzere olan Qin Zhao'nun eline bastırdı ve yere düşen kişiye daha dikkatli bakmak için ileri doğru geçti. Sahiden de bir kadındı. Tanımlaması zor bir durumdaydı, incecik kalmış bedeni hızla yükselip alçalıyordu. Başını kaldırdığında Du Yue'yi gördü, aceleyle cübbesinin eteklerini yakaladı. "...Lütfen yardım edin, bana yardım edin!" Çok çabuk dile getirdi sözlerini ve başını eğerek bir ağız dolusu kan öksürdü.


   Du Yue'nin yüzü birden değişti. Küçük bir porselen şişe çıkararak bir hap aldı. Diz çökerek ona yedirdi.


   Qin Zhao bakışlarını ondan ayırdı. Gözlerini kaldırarak uzaklara baktı. Bir dalı kırıp geriye doğru fırlattı. İnce dal bir ok gibiydi, keskin bir ıslık sesi çıkararak acımasızca ağaca saplandı. Ağaç gövdesinin arkasındaki yarı gizlenmiş silüet irkildi, bir an tereddüt ettikten sonra geri çekilerek kaçtı.


   Kadın şiddetli bir öksürük patlamasıyla konuşmaya çabaladı. "...Çok teşekkür ederim, lütfen… lütfen..."


   "Ne yapmak istiyorsun?" diye sordu Qin Zhao.


   "Nefes al." diye uyardı Du Yue onu nabzını ölçerken.


   "Changan!.." dedi kadın boğuk bir sesle. "Changan'a gitmek istiyorum, lütfen... Changan... ne kadar uzakta?"


   "Burası Changan." Qin Zhao ona baktı.


   "...Gelmiş miyim? ...Nihayet, nihayet gelmişim." Kadın bunu duyduktan sonra ayağa kalkmaya çabaladı. Gözlerinde zayıf bir ışık titreşiyordu. "Beni… saraya, saraya götürün, imparatoru bulmaya!" Durmaksızın öksürüyordu. Du Yue onun sakinleşmesine yardım etti. Kaşları sımsıkı çatıldı. Sesini inatla yükseltti, gözlerini kısarak uzaklara baktı. "Kurtarın bizi, majesteleri, başkentin nazırları!.. Huainan'ımız... bir araf haline geldi!"


   Qin Zhao eğilerek, "Huainan'a ne oldu? Savaş yok mu şu an?" diye sordu.


   "Bu bir savaş değil, bu bir savaş değil, bu kötü ruhların insanları yemesi! Savaşmıyorlar, soygun yapıyorlar, evleri yakıp yıkıyorlar, hepsi insanları öldürüyor!" Her kelime dişlerin arasından sızıyor gibiydi. Kadın dayanamayarak kan öksürdü, çimenlerin üzerine parlak kırmızı noktalar sıçradı, "O köpoğlu memurlar vicdanlarını bizzat yemiş yutmuşlar!.. Babam razı olmadı, onlarla birlikte olmayı reddetti ve bu yüzden onlar da tüm ailemi yol boyunca kvoaladılar! Korktular, Changan'a gelmemize izin vermeye cesaret edemediler! Ama... ben yine de geldim..."


   Qin Zhao ciddi görünüyordu. Tam tekrar sormak üzereyken kadın aniden Du Yue'nin kolunu kavradı. Parmakları kavramanın kuvvetiyle titriyordu. “Hekim misiniz siz? Hekim misiniz?... Size, size yalvarırım! Bana yardım edin! ...Hekim bey, tüm ailem öldürüldü, bir tek ben kaldım… Ölemem… Majestelerini henüz görmedim, görmedim..."


   Sözleri boğazında düğümlendi, bir anda sona erdi.


   Du Yue sadece kolunda bir gevşeklik hissetti, sonra kadının gevşekçe, donuk bir sesle yere düştüğünü gördü. Gözleri büyüdü, bir an şaşkına döndü ve kendi üzerini yoklamaya başladı.


   Qin Zhao bakmak için elini uzattı, gerçekten de artık nefes almıyordu. Kadının belini ve karnını yokladı. Şaşırmadan edemedi. Hafifçe bastırdıktan sonra ayağa kalkıp iç çekti. Du Yue'nin rulo edilmiş çantayı itinayla çıkardığını ve tek eliyle yere yaydığını, soğukça parıldayan birkaç gümüş iğne çıkardığını ve ona batırmak istediğini gördü.


   Qin Zhao elini tuttu. "Yeter.”


   "Bırak!" Du Yue bileğine bütün kuvvetini verdiyse de kurtulamadı.


   Qin Zhao sesini alçaltı. "Du Yue..."


   "Bırak beni, bıraksana!" Du Yue sinirlendi, dönüp ona dik dik baktı. "Az önce bana hekim bey diyordu. Onu kurtarmam için bana yalvarıyordu!"


   "Şok yüzünden ciğerleri çoğunlukla yarılmış. Şu ana kadar dayanabilmesi bile ender bir durum. Onu nasıl kurtarabilirsin?"


   "Kurtarabilirim, daha önce kimse elimde ölmedi benim!" diye bağırdı Du Yue.


   "...Hekimlerin bile nihayetinde kurtaramayacağı kimseler olacaktır." diye fısıldadı Qin Zhao.


   Du Yue elini silkti. Öne doğru bir adım attı ve kadının yanında yarı diz çöktü. Soğuk bir ışık parladı titreyerek, iğneleri her yere doğru bir şekilde uyguladı. Ancak elini kapattığında vücudun soğuduğunu açıkça hissedebiliyordu. Parmakları titredi sanki buzla temas etmiş gibi. Du Yue uzun bir süre boş boş baktı, artık ne yapacağını bilmiyordu.


   "Du Yue." dedi Qin Zhao.


   "Gerçekten öldü... bu kadar çabuk..." Du Yue şaşkına döndü.


   "Onu kovalayan kimse onun hayatta kalamayacağından emin olmuş olmalı, bu yüzden kolayca geri çekildi."


   Du Yue sanki hiçbir şey duymamış gibiydi. Kadının kocaman açılmış gözlerine baktı. Örtmek için elini uzattığında kadının gözlerini kapatmayı reddettiğini gördü. Dalların ve yaprakların arasından ay ışığı sızıyordu ince ince. Dağ ormanı derinlere uzanıyordu. Kadının gözleri yavaş yavaş karmaşık, grimsi beyaz bir renge dönüştü. "Ama ölemeyeceğini söylemişti, yaşamayı çok istiyordu... Az önce daha hızlı davransaydım belki bir şansı olurdu, onu kurtarmanın bir yolunu bulabilirdim..."


   Qin Zhao onun önünde çömeldi. "Yaşam ve ölüm öngörülemez. Bu senin hatan değil. Alışmak gerek."


   "Alışmak istemiyorum." dedi Du Yue boğuk bir sesle. Bir süre sonra fısıldadı: "...Bana hekim bey demişti az önce.”


   Fener bir kenara bırakılmış, mavi cübbesine sıcak bir hale bulaştırıyordu. Qin Zhao sebepsizce sersemledi, kıyafetlerindeki ışığa dokunmadan edemedi. Bu sözleri duyduğunda bir şeylerin ters gittiğini fark etti ancak. Du Yue'nin yüzüne bakarak, "Neyin var?” diye sordu.


   "Daha önce kimse elimde ölmedi benim, tek bir kişi bile..." Sözleri uzunca bir süreliğine durakladı. "...Böyle hissettiriyormuş demek, düşünemeyeceğim kadar çabuk..." diyebildi sadece.


   Qin Zhao düşünüp durdu, yine de teselli edebileceği bir şey bulamadı. Ona sessizce baktı. Gözleri yavaş yavaş yumuşayıp derinleşti. Sonunda bir karara varmış gibi elini omuzlarına koydu, ona sarıldı.


   Du Yue biraz gerildiyse de geri çekilmedi. Bir süre başını omzuna yasladı. Derin bir nefes aldı ve "...Birinin bana hekim bey diye seslendiğini ilk defa duyuyorum." diye fısıldadı.


   Sesi çok kısıktı, Qin Zhao net duyamadı. Tam başını eğip sormak üzereyken Du Yue’nin, "Kımıldama Qin Zhao, bir süre yaslanacağım sadece." dediğini duydu.


   "Tamam." diyerek yanıtladı Qin Zhao ve yavaşça kollarını sıktı.


***


   Yarım ay batıya düşüyor, şafak göğü yarıyordu.


   Chu Mingyun pencereye yaslandı. Siyah kuşun kanatlarını çırpıp uçmasını seyretti. Sonra bakışlarını çevirerek kapıyı açan Qin Zhao'ya döndü. “Ne var?”


   Qin Zhao birkaç adım öne çıktı ve onun elinde bir kağıt parçası tuttuğunu gördü. "Haberler nereden yine?"


   Chu Mingyun kayıtsızca baktı. "Önce ne olduğunu söyle bana."


   Kadının dün geceki sözlerini dikkatle tekrarladı. Chu Mingyun elindeki mektuba baktı, dudaklarında ilgiyle karışık bir gülümseme belirdi. Qin Zhao konuşmayı bitirdiğinde Chu Mingyun başını salladı. "Saray Luo Xin'i Huainan'ın ordusunu bastırması için gönderdi. Şimdi durumun nasıl olduğunu tahmin edebilir misin?"


   Qin Zhao bir süre düşündü. "Yola çıktıklarından bu yana yarım aydan fazla zaman geçti. Huainan'a varmış, isyancılarla çatışmaya başlamış olmaları gerekirdi."


   Chu Mingyun güldü. "Yanlış tahmin." Mektubu Qin Zhao'ya uzattı. "Ordu Huainan'a varmasının ertesi günü Huainan Valisi’nin isyancı grubuyla birlikte bir gecede ortadan kayboldu.

   Hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboldular, isyancıların işgal ettiği şehirler boşaldı." Doğruldu, iç odaya doğru yürürken dış cübbesini çıkardı ve masanın üzerine bir kenara attı.


   Onun hareketlerini gören Qin Zhao şaşırarak, "Abi, ne yapıyorsun?" diye sordu. 


   “Üzerimi değiştiriyorum.” Chu Mingyun bir eliyle yakasını gevşetti arkasına bakmadan. "Saraya gideceğim."


   Qin Zhao mektubu bıraktı. Geri dönüp kapıyı arkasından kapatmayı unutmadan odadan çıktı.


   Koridorun altındaki fener hâlâ yanarken imparatorluk ordusunun komutanı hızlı adımlarla yaklaştı. Saygıyla, "Rahatsız ediyorum komutanım. Majesteleri siz ekselanslarının derhal saraya gitmesini emrediyor." diyerek rapor verdi.