Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 69: Ne bana kızabilir ne de beni görmezden gelebilirsin.

 

   Chu Mingyun uyandığında vakit öğleden hemen sonraydı. Çadırın dışında güneş parlarken kalın perdelerle kaplanmış çadırdan içeri biraz bile rüzgar giremiyordu. Karanlıkta ufak bir fener yanıyordu.


   Gözlerini açtığı anda yanındaki adamın usulca ayağa kalktığını duydu. Ardından dikkatlice oturmasına yardım edildi. Burnu diğer adamın vücudundaki yatıştırıcı tütsüsünün yumuşak kokusuyla doldu. Gözlerinin önünde porselen bir fincan uzatıldı fakat Chu Mingyun onu almadı. Suyu Su Shiyu'nun elinden içtikten sonra gözlerini kaldırarak Su Shiyu'ya baktı.


   Su Shiyu fincanı bıraktı. Masanın üzerindeki sıcak ilaç kasesini alarak kapkara bir ilaç döktü. Önce sıcaklığına baktı ve sonra tekrar onun yanına yürüdü.


   Chu Mingyun bir an bile kıpırdamadı. Yaralanmalara uzun zamandır alışkındı. Vücudundaki büyüklü küçüklü tüm yaralar tedavi edilmişti ve uyandığında canlılığı da hemen hemen eski haline kavuşmuştu. Meridyenlerindeki yaralarının biraz acı vermesine karşın ciddi bir şeyinin olmadığını düşünüyordu. Böylece gözlerinin önündeki ağır kokular yayan acı ilaca baktı. İçmeyi hiç istemiyordu gerçekten. Chu Mingyun gizlice Su Shiyu'ya bir bakış attı. Yine de kendini zorlayarak onun elini kavradı, uslu uslu içip bitirdi.


   Su Shiyu'nun tekrar ayağa kalkmak üzere olduğunu gören Chu Mingyun hızla elini tuttu. "Shiyu." Sesi hala biraz kısıktı. “Dikkatini ver bana.”


   Su Shiyu kıpırdanarak ona baktı. "Sorun ne?"


   Chu Mingyun iki eliyle elini tuttu. "Hâlâ kızgın mısın?"


   Su Shiyu sessizce iç geçirdi. Hiçbir şey söylemedi. Chu Mingyun daha sonra elini yüzünün yan tarafına doğru çekti. Gözünü kırpmadan ona baktı. "Ne bana kızabilir ne de beni görmezden gelebilirsin."


   Su Shiyu hafifçe gülmekten kendini alamadı. “Nedenmiş o?”


   "Çünkü..." Chu Mingyun'un dudakları sanki bir şey söylemiş gibi hafifçe kıpırdandı. Su Shiyu dinlemek için eğildi. Aniden Su Shiyu'nun dudaklarını öptü. Yüzü hâlâ solgun olsa da gözleri neşeyle doluydu. "Bu yeterli mi?"


   Su Shiyu bir anlığına şaşırdı. Göğsündeki tarifi güç duygular taşarak gözlerini dalgalandırdı. Aklını toplamak için gözlerini indirdi. Bir an durakladı. Öfkesi tamamen dindi. Çaresizce gülümsedi. "Kızgın değilim."


   Chu Mingyun bir an düşündü. İlaç kasesine baktı ve, "Shiyu, uslu değil miyim?" diye sordu.


   "..." Su Shiyu vücudundaki dağınık yaralara göz gezdirdi. Tekrar onun gözleriyle buluştu ve isteksizce başını salladı.


   Chu Mingyun'un gülümsemesi genişledi. "O halde beni ödüllendirmeyecek misin?"


   Su Shiyu nihayet sıcacık bir sesle, “Açın karnı doyar, gözü doymaz sözü nasıl yazılır biliyor musun?” dedi.


   Chu Mingyun utanmazlığını konuşturarak kaşlarını kaldırıp gülümsedi. Su Shiyu içini çekti ve konuyu değiştirdi. "Han Zhongwen şimdiye harekete geçmiş olmalı. Sabah, daha önce karşılaştığımız kaçakları bulması için Su Bai'yi gönderdim. Shouchun hakkındaki gerçeği biliyordur onlar. Mümkün olan en kısa sürede öğrenmek kararlılıkla hareket etmeyi de kolaylaştıracaktır."


   Chu Mingyun kayıtsızca mırıldandı. Ayağa kalkmak için yorganı kaldırmak üzere uzanmıştı ki Su Shiyu ona mani oldu. "Çok ciddi yaralandın. Birkaç gün iyice dinlenmen gerekiyor. Hareket etme."


   "Cık. Vücudumu iyi tanıyorum. Birkaç gün sürmez. Nasıl bu kadar narin olabilirim?" dedi Chu Mingyun. "Sadece oturacağım. Bir şey yapmayacağım. Olur mu?"


   Su Shiyu nazik bir sesle, "Laf dinle.” dedi.


   "Ama eğer gelip bana eşlik etmezsen yatakta yalnız başıma sıkıntıdan ölürüm." Chu Mingyun ona baktı.


   Su Shiyu: "..."


   Bir kere olsun muziplik etmeden düzgünce konuşabilir misin?



   Shouchun’un dışındaki dağların derinliklerinde dar bir mağara vardı. Gökyüzü sonbahar havasına bürünmüş, yapraklar solmuştu. Mağara öncesinden daha soğuk görünüyordu. İnce ve eski püskü giysiler içindeki bir grup insan burada yuvalanmış, birbirlerinin yetersiz sıcaklığına sokuluyordu.


   "Anne," diye fısıldadı kadının kucağındaki küçük kız aniden. "Çok acıktım."


   Kadın çocuğa sımsıkı sarılarak sırtını sıvazladı. "Tamam, tamam, abin bize yiyecek bir şeyler bulmaya çıktı. Biraz daha uyu. Uyandığında yemeğin hazır olacak.”


   "Ama açlığım beni uyutmuyor..."


   Buğulanmış çöreğin yarısı kadının gözlerinin önüne uzatıldı. Artık taş gibi olmasına rağmen bu kaçak grubu için son derece nadirdi. Kadın şaşkına döndü. Sonra aynı derecede sıska, kemikleri çıkmış kadına bakarak onu geri itti. "Yun Hanım, ne zamandır yemek yemediniz, sizde kalsın!"


   "Ben hâlâ dayanabilirim. Ama çocuklar açlığa dayanamaz." dedi Yun Hanım. "Al şunu, kibarlık yapma.”


   Küçük kız buğulanmış çöreğe bakıp yutkundu. Sonra tekrar ona dönerek başını salladı. "Teyze, siz yiyin."


   Yun Hanım gülümsedi. Buğulanmış çöreği çocuğun kollarına bıraktı. "Uslu bir çocuksun. Bu sana ödülüm." Kılıcını aldı, kollarında tuttu ve yavaşça okşadı.


   Yanındaki orta yaşlı adam kendini tutamayarak, "Yun Hanım, sizce daha ne kadar böyle olmak zorundayız? Bırakın yemek yemeyi, hava daha da soğursa donarak ölme ihtimalimiz var." dedi.


   Diğerleri bu sözler üzerine birbirlerine baktılar. Göğüslerine taş konmuştu sanki. Sessizlik daha da ağırlaştı. Yun Hanım sessizce iç geçirdi. "Dün gece şehirde havai fişek sinyalleri patladı. Bir şeyler olmuş olmalı. Her neyse, durum şu ankinden daha kötü olamaz. Bekleyip görelim, belki daha iyiye gider.”


   "Nasıl daha iyiye gidebilir ki?" dedi köşede biri. "Ne eve gidebiliyorum ne de başka bir yere. Dağlarda kalırsak er ya da geç öleceğiz. Böyle olacağını bilseydim o gece ölürdüm de tüm bu acıyı çekmezdim…”


   "Neler diyorsun sen?!" Orta yaşlı adam öfkeyle kabararak diğerini azarladı. "Eğer ölmek istiyorsan şimdi dışarı çıkabilirsin, kimse seni durduracak değil. Ne diye burada konuşuyorsun? Yun Hanım’ın kocası ile biraderleri biz sağ salim kaçabilelim diye canlarını verdi. Şimdi diğer herkes bile her gün senin yaşayıp yaşamamanı dert ediniyor. Böyle konuşurken vicdanın sızlamıyor mu?"


   "Chen Ağabey." diyerek uyardı Yun Hanım.


   Orta yaşlı adam bir anda başını çevirdi. Elinde olmadan hıçkırıklara boğuldu. "Yun Hanım, özür dilerim, öyle demek istemedim, ben sadece..."


   "Sorun değil, anlıyorum." diye fısıldadı Yun Hanım.


   Ortam tekrar sessizliğe gömüldü. Kim bilir ne kadar zaman sonra dışarıdan bir koşturma sesi geldi ansızın. Küçük kız birden gülümsedi. "Bu abim! Abim geri döndü!"


   Hakikaten bir oğlan çocuğu koşarak içeri girdi. Kendini anne ile kızının önüne attı. Göğüs cebinden bir etli çörek çıkarıp hazine gibi onlara uzattı. "Anne, kardeşim, çabuk yiyin!"


   Çıtır çıtır çöreğin mis kokusu mağarayı doldurdu. Açlığın getirdiği dürtüleri zorlukla bastırdılar. Yun Hanım’ın yüzü birden değişti. "Çöreği nereden aldın?"


   Çocuk dönüp işaret etti. "Şu abi verdi! Onda çok daha fazlası var!"


   Mağaranın girişindeki temiz giyimli genç adam yerdeki dalların üzerinden geçerek içeri girdi. Gözlerini kaldırdığında kılıcını kınından çıkarıp ona dikkatle bakan Yun Hanım’ı gördü. Onu süzerek, “Kılıç kuşanmış kadın... bu herhalde ya..." dedi. Ardından sesini yükseltti. "Korkmayın hanımefendi. Genç efendimin emri üzerine geldim. Sizi sorguya çağırıyor.”


   "Genç efendin kim senin?"


   Su Bai gülümsedi. "Benim genç efendim mevcut hanedanın başmüfettişi, majestelerinin emriyle soruşturma yapmak için geldi."


   Yun Hanım bir an tereddüt etti. Orta yaşlı adam telaşla bağırdı. "Gidemezsiniz! Sözlerinin doğru mu yalan mı olduğunu bilemeyiz Yun Hanım, ya sizi öldürmek isterse!"


   "Bu nasıl mümkün olabilir? Genç efendimin nasıl biri olduğunu kim bilmez ki? Göklerin altındaki herkes için açıktır ki Su Bey erdemli ve iyi kalpli bir insandır. Size soruları olacağını bildirmişken neden size zarar vermek istesin?" dedi Su Bai.


   "Hah!" dedi orta yaşlı adam öfkeyle. "Bugünlerde erdemli adam mı kalmış? Rol yapmanın ne anlamı var? Sarayda iyi olan tek biri bile yok. Huainan Valisi’nin isyan etmesine izin vermeleri bile daha iyidir!”


   Su Bai’nin yüzü düştü anında. Yun Hanım da onun yanlış bir şey söylediğini hissetti. Bu yüzden hızla ona baktıktan sonra konuştu. "Küçük kardeşim, başmüfettişin adamı olduğunu söylüyorsun ama bunu nasıl kanıtlayacaksın?"


   Su Bai her zaman Su Shiyu'yu takip etmişti ve yüzü sayesinde birçok yerde özgürce dolaşabiliyordu. Kimliğini nasıl kanıtlayacağını hiç düşünmemişti. Dahası, kanıt sunabilse bile muhtemelen karşısındakiler onu tanımayacaktı. Sonsuza uzanan bir gerçeklik sorgulaması olacaktı. Genç efendisinin o ayrılmadan önce verdiği emirleri düşündükten sonra Su Bai, arkasındaki adama bir talimat verdi. Adam elinde bir torba çörekle öne çıktı. Koku anında havayı doldurdu, herkes birden gözlerini ona dikti. Hafif bir yutkunma sesi duyuldu.


   "Bizimle dönerseniz bu yiyecekleri sizlere bırakacağız." dedi Su Bai.


   Evet. Kanıt sunmasına gerek yoktu. Sırf bu yiyecekler için, sözleri ister doğru olsun ister yalan, bu yolculuğu yapması gerekiyordu. Yun Hanım kılıcını kınına koydu ve başını salladı. "Tamam, seninle geleceğim."


   "Yun Hanım!" diye haykırdı arkasındakiler. Ruhunu dinginleştirdi, adım adım dışarı çıktı.



   Kapı hafif bir gürültüyle açıldığında masada karşılıklı oturan iki adam başlarını çevirip baktı. Diğerinin yüzünü gördüğü anda Yun Hanım’ın yüreği hopladı. Kaçmak üzere arkasını döndü. Ancak burası askeri bir kampın ortasındaydı, iki adım bile atamadan askerler tarafından kuşatıldı. Yüzü kül rengine döndü. Dişlerini sıkarak ortada durdu. Ölümüne savaşmaya hazır bir şekilde kılıcını çınlatarak çekti.


   Başka bir hamle yapamadan odadan nazik bir ses geldi. "Telaşlanmayın hanımefendi. Biz düşman değiliz. Bazı yanlış anlaşılmalar olmuş olabilir. Neden içeri gelip bunu bizimle detaylıca konuşmuyorsunuz?"


   Yun Hanım biraz düşünüp tarttıktan sonra nihayet arkasını döndü. Kılıcını hâlâ elinde sıkıca tutarken içeri girdi. Muhafızlar onu durdurmak üzereyken içeriden bunda bir sakınca olmadığını söyleyen zayıf bir ses duydular ve ardından eski yerlerine döndüler.


   Chu Mingyun bir elini çenesine dayamıştı. O içeri girdiğinde yarım yamalak bir gülümsemeyle bir anlığına ona baktı ve gözlerini tekrar masadaki oyuna dikti. İlk konuşan doğal olarak Su Shiyu oldu. "Tedirgin olmayın hanımefendi. İlk karşılaştığımızda durum karmaşa içindeydi. Tesadüfen oradan geçerken durup el attık. Neler olduğunu bilmiyorduk ve Han Hanım’ı da tanımıyorduk. Şimdilerde düşündüm ki muhtemelen anlatması zor bazı sorunlarınız vardı. Bu yüzden gelip bize açıklamanızı istedim."


   Yun Hanım bir anlık sessizliğin ardından ağzını açtı. "Siz… Gerçekten de Changan'dan olayı araştırmak için mi geldiniz?"


   "Kesinlikle." dedi Su Shiyu.


   Vücudu aniden titredi. Kılıcı iki eliyle başının üstünde tutarken birden diz çöktü, ağır ağır eğildi. "Ekselanslarına bizim için hakemlik etmesi adına yalvarıyorum! Jiujiang Valisi Han Zhongwen isyancılarla ittifak kurarak sayısız insanımızı öldürdü. Yalvarırım gözünüzü açın ekselansları! Bize adaleti sağlayın!"


   "Merak etmeyin hanımefendi. Gerçeği elbette öğreneceğiz." Su Shiyu onu kaldırdı. "Lütfen bildiklerinizi bize ayrıntılarıyla anlatın."


   "Han Zhongwen vicdanını kaybetmiş, isyancılarla ittifak kurdu!" Yun Hanım öfkesine hakim olamayarak kılıcını kaldırdı. "Bu kılıç aslında Shouchun garnizonunda bir general olan ve şehrin dışında konuşlanmış birlikleri yöneten kocama aitti. O sırada ben kendim ona kıyafet götürmüştüm. Gece geri döndüğümde tüm şehrin kapatıldığını gördüm. Aceleyle geri döndüm ve kocama durumu anlattım. Birliklerine önderlik ederek gelip şehir kapılarını koruyan muhafızlarla savaştı ve fırsattan istifade ederek şehir kapılarını kırıp geçti!” Bir an için durdu. Neredeyse dişlerini gıcırdatır gibi devam etti: "Şehirde bir şeyler olmuş olabileceğinin farkındaydım fakat içeride gerçekten bir katliam yaşandığını hayal bile edemezdim! Şehrin her köşesindelerdi! Kadın, erkek, genç veya yaşlı demeden evlere dalıp önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçiriyorlardı!”


   Su Shiyu kaşlarını çattı. Hiçbir şey söylemedi.


   Derin bir nefes alarak biraz sakinleşti. "O gün gördüğünüz kaçaklar kargaşa ortamından yararlanarak şehirden çaresizce kaçanlardı ekselansları. Ancak karşı taraf çok kalabalıktı ve kocamın getirdiği askerler yeterli değildi. Ve sonra… Beni bayıltarak insanların beni götürmesini sağladı."


   "Başınız sağ olsun." diyerek iç geçirdi Su Shiyu.


   Yun Hanım kollarını kaldırıp kızarmış gözlerinin kenarlarını sildi. "Ekselansları, kendi hayatımı kefil kılarım ki isyancılarla anlaşma yapan kesinlikle Han Zhongwen'dir! Aksi takdirde nasıl şehir katledilirken kurtarmaya hiç asker gelmez? Dahası, isyancıların ortadan kaybolmadığını, takviye kuvvetlerle savaştıktan sonra kuzeydeki dağlarda saklandıklarını ve garnizon birliklerinin dağları kuşattığının da farkındayım. Ancak Han Zhongwen birkaç aydır dolaşıp duruyor da onlara saldırmaktan hiç bahsetmiyor. Gizli niyetleri olduğu ortada."


   Bunu duyan Chu Mingyun nihayet gözlerini kaldırıp ona baktı ve hafifçe kaşlarını çattı.


   Söylerinde bir yanlışlık vardı. İsyancıların yeri bildiklerinden daha kesin olamazdı. Sivil olarak gizlenerek Shouchun’da saklanmışlardı. Dağda nasıl ortaya çıkabilirlerdi? Ancak böyle bir durumdayken onları kandırması daha da imkansızdı.


   Dikkatlice düşündükten sonra anında fark etti. Chu Mingyun'un dudaklarında soğuk bir gülümseme belirdi.


   Nihayetinde bu, Han Zhongwen'in oynadığı başka bir numaraydı. İsyancılar Shouchun’un içinde ve Shouchun garnizon birlikleri dağların eteklerindeydi. Öyleyse dağdakiler doğal olarak sözde buhar olup kaybolan takviye kuvvetleriydi. Sonuçta bütün bir şehrin katli binlerce li uzaktaki Changan'dan gizlenebilirdi fakat yakınlardaki garnizon birliklerinden gizlenemezdi. Muhtemeldir ki Luo Xin'in ortaya çıkışıyla takviye kuvvetleri ile isyancılar savaşa girerek büyük bir kayıp yaşamış, dağlara çekilip kendilerini savunmak zorunda kalmışlardı. Han Zhongwen garnizon birliklerinin isyancılara olan derin nefretinden yararlanarak onları abluka altına alıp bastırmıştı. Böylece sarayın gönderdiği takviye birliklerini kontrol altına alırken şehirdeki isyancıları da parmağında oynatmıştı.


   Su Shiyu ve Chu Mingyun birbirlerine baktılar. Belli ki ikisi de bunu düşünüyordu. Birkaç cümleyle Yun Hanım’ı teselli etti. Su Bai’yi çağırarak bu kimsesiz insanların yerleştirilmesini emretti. Ardından onu göndermeleri için adamlarını yolladı.


   "Ne düşünüyorsun? Han Zhongwen'le nasıl başa çıkacağını buldun mu?" Chu Mingyun tembelce masaya yaslandı.


   Su Shiyu hâlâ kapının önünde durmuş, gökyüzünde uçan yalnız kazlara bakıyordu. Her nasılsa sorusuna doğrudan cevap vermedi. "Muhtemel ki Han Hanım kocasının işlemekte ısrar ettiği suçların farkında. Yine de kararlılıkla onu bağışlamamız için yalvarıyor."


   "Ne olmuş yani? Onun bu küçük iyiliğinden gerçekten etkilendin mi yoksa?" Chu Mingyun kaşlarını hafifçe kaldırdı.


   Su Shiyu başını salladı. "Anlamakta zorlanıyorum."


   "Heh, anlamayacak ne var ki?" dedi Chu Mingyun gülerek. "Herkesin senin kadar tarafsız ve özverili olabileceğini mi sanıyorsun? Akrabalarını saklamak ve barındırmak, özür dilemek ve merhamet için yalvarmak, normal bir insanın tepkisidir bu."


   "Yasalara göre akrabalar suçlanmamak için saklanabilirler ancak vatana ihanet on büyük suçtan ilkidir ve kimsenin affına bakmaz." dedi Su Shiyu. "Bir tebaa olarak sadakatsizlik etmek bile doğruluğu kaybetmektir. Dahası isyan ulusu tehlikeye atar, halka zarar verir. Vatanımız yücedir, dolayısıyla kargaşayı dindirip ülkeyi istikrara kavuşturmak doğal olarak ilk önceliktir. Bilgisi dahilinde olmasa neyse ne. Fakat mademki biliyor, böyle bir felakete nasıl göz yumabilir?"


   Birdenbire bir anlık sessizlik oldu. Chu Mingyun'un gözleri hafifçe kımıldandı, saf beyaz parmakları tekrar tekrar masaya vurdu. Yaraları hâlâ acı veriyordu. Yavaşça öksürdü. Sanki bir şey düşünüyor gibiydi. "Demek istediğin, isyan planlayan herkesin ölmesi gerektiği mi?”


   Su Shiyu, "Suçun cezalandırılması gerekir." diye cevap verdi.


   “Esasında fikri Su Xing’inki ile aynı olsa bile mi?”


   Su Shiyu bir an sessiz kaldıktan sonra, "Evet." dedi.


   "Eğer sen Liu Yunzi olsaydın ve isyan eden kişi kocan olsaydı, yine de böyle mi düşünürdün?”


   Su Shiyu'nun sırtı Chu Mingyun'a dönüktü. Birbirlerinin yüz ifadelerini göremiyorlar, yalnızca birbirlerinin seslerini duyuyorlardı. Çiçeklere karşı çayını yudumlar, ayın altında kadehini kaldırır gibi bir sükûnet hakimdi.


   Su Shiyu karşılık olarak, "Ne fark eder ki?" diye sordu.


   Arkasından hafif bir kahkaha yükseldi. "Kafanın içinde taş mı var senin?" Su Shiyu döndüğünde Chu Mingyun'un o farkında değilken arkasına gelmiş olduğunu fark etti. Tekrar ağzını açmaya zaman bulamadan kucaklandı. Chu Mingyun başını onun boynuna gömdü, derin bir iç çekti. "...Ama ya nasıl bu kadar hoşuma gidebiliyorsun ki?”