Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 70: Cevap tüm açıklığıyla ortaya serilmişti.

 

   Görevli hızla salona girerek Han Zhongwen'in önünde diz çöktü. "Efendim."


   "Nasıl gitti? Xiling Valisi ne dedi?" diye sordu Han Zhongwen heyecanla ayağa kalkarak.


   Görevli ona bakıp cevap verdi: "Efendimize cevabımdır: Xiling Valisi’ni göremedim, hatta konağın kapısından bile içeri giremedim! Vali konağındakiler bunun uygun olmadığını söylediler ve muhafızlar girmeme mani oldular. İçeri girme isteğime karşı cevap bile gelmedi. Geri dönüp size sormaktan başka çarem yoktu."


   Han Zhongwen'in ifadesi tamamen değişti. Bedeni şiddetle sarsıldı. Ses tonu isteği dışında keskinleşti. "Uygun değil miymiş? Neresi uygun değilmiş?! Li Chenghua denen herif benimle bir ilgisi olmadığını göstermeye, aramıza bir sınır çekmeye bu kadar mı acele ediyor? Her şey bir ipe bağlanmış durumda ve hâlâ kendini korumak için çekip gideceğini, beni öylece terk edebileceğini mi sanıyor?”


   Görevli cevap vermeye cesaret edemedi fakat yanında diz çökmüş olan muhafız komutanı kendini tutamadı. "Efendim, bu çok açık! Dün gece bu astınızın gördüğü kesinlikle veliaht hazretlerinin tılsımıydı. Bu şekilde geçişlerine izin verdim. Gerçekten bunu beklemiyordum..."


   "Yeter!" Han Zhongwen onun sözünü kesti. "Şimdi bunu konuşmanın ne anlamı var? Chu Mingyun ve Su Shiyu’yu bıraktınız çoktan. Söylemeye gerek yok ki güney kışlasına uzun zaman önce varmış olmalılar. Zhang You işler sarpa sardığında benimle teması kesti. Artık güney sınır ordusu tamamen onların elinde, ne yapmamı istiyorsun?"


   Muhafız komutanı tek bir nefes bile almaya cesaret edemeyerek başını öne eğdi. İçeriye ölüm sessizliği hakim oldu. Bir süre sonra Han Zhongwen biraz sakinleşti. Onlara aldırış etmeyerek salondan dışarı çıktı. Ana avludan geçerek arka avluya kadar yürüdü. Odada Liu Yunzi kışlıkları dikiyordu. Onun geldiğini görünce ayağa kalkarak gülümsedi. "Kocacığım."


   "Canım." Han Zhongwen onun elini tutarak sımsıkı kavradı. Derin bir sesle, "Hemen gidip toparlan.” dedi. “Ziming'i al ve Shouchun'dan ayrıl. Henüz annenlerin evine dönme. Önce güvenli bir yer bul..."


   "Ziming'i yanımda götüreceğim de sen ne olacaksın kocacığım?" diye sordu Liu Yunzi telaşla. "Madem gidiyoruz, kocam da bizimle gelecek."


   Han Zhongwen başını salladı. "Ben kalmak zorundayım. Gitmeme izin vermezler. Eğer gidersem sen de bu işe bulaşırsın. Daha sonra bundan nasıl kurtulabilirsin?"


   "O zaman kocamla kalacağım!" dedi Liu Yunzi.


   "Canım!" dedi Han Zhongwen ciddiyetle. "Burada kalırsan bir hiç uğruna öldürüleceksin. Bunun ne anlamı var? Beni dinle ve mümkün olan en kısa sürede Ziming’i alıp git. Varsay ki bu kanımı kurtarmanın kısmen bir yolu olsun.”


   "Ziming'i başka biri götürsün. Ben gitmeyeceğim." Liu Yunzi ona inatla baktı. "Kendimi bildim bileli kocamın yanındayım. Üzerimdeki elbiseleri kocam seçti, saçımdaki tokayı kocam taktı. Tüm benliğim kocamındır. Sen olmazsan bu dünyada tek başıma nasıl yaşayabilirim bilmiyorum."


   Han Zhongwen iç geçirmekten kendini alamadı. Onu kollarının arasına aldı ve alnından nazikçe öptü. "Canım. Han Zhongwen'in ne gibi bir erdemi ve yeteneği var ki ölümünde kendisine eşlik etmene yüreği elversin?”


   Liu Yunzi başını salladı. Her zamanki gibi nazikçe gülümsedi.


   Tam bu sırada dışarıdan bir görevli aniden içeri daldı, o kadar heyecanlıydı ki görgü kurallarını bile unutmuştu. "Efendim! Efendim! Takviye kuvvetlerindeki komutanlık nişanı bulundu!" diye bağırdı.


   "Bulundu mu?!" Han Zhongwen Liu Yunzi'yi bırakarak görevlinin sunduğu nişanı aldı.  "Bu kadar uzun zamandır bulunamamıştı. Nereye saklanmış?"


   "Efendime cevabımdır: Onu daha önce bulamamamıza şaşmamalı. Luo Xin nişanı yutmuş meğer! Cesedi ortadan kaldırırken onu kestikten sonra midesinde bulduk!"


   Başparmağını dikkatle nişanın üzerine sürttü, üzerindeki bazı çizgiler bulanıklaşmış olsa da bu onu etkilemiyordu. Han Zhongwen'in gözleri yavaş yavaş çelik gibi kararlı hale geldi. Komutanlık nişanını kavrayıverdi. "Güzel. Gökler bana yardım ediyor. O halde bir kumar daha oynayacağım!"


   "Kocacığım, yapma." Liu Yunzi onun kolunu çekti. "Teslim olalım. Durum karara vardı. Hâlâ elimizde bir miktar koz varken neden Chu Bey ve Su Bey’den gitmemize izin vermeleri için yalvararak takas teklifinde bulunmuyoruz?”


   "Çok safça düşünüyorsun canım. O ikisi nasıl insanlar? Yoksa Chu Mingyun ve Su Shiyu'nun gerçekten erdemli insanlar olduğunu mu düşünüyorsun? Dahası, o gece onları neredeyse öldürecektim. Teslim olduktan sonra bedenimi bine bölmezlerse ancak merhamet gösterdikleri düşünülebilir. Bizi nasıl bağışlayabilirler?”


   "Ama kocacığım..."


   "Söylediğin şey bir şekilde mümkün olsa bile hayatımı ve ailemi onların kaprislerine nasıl bırakabilirim? Durum karara mı varmış? Hayır, henüz her şey bitmedi! Hâlâ ölümüne savaşabilirim, hâlâ hayatta kalma şansım var!” Han Zhongwen bunu söyledikten sonra görevliye dönerek emretti: "Xiling Valisi’ni görmeye tekrar git ve ona yenilirsem de onun kurtulmasına izin vermeyeceğimi açıkça söyle. Böylece beni yalnız bırakma fikrinden tamamen vazgeçecek ve beni desteklemek için derhal birlikler gönderecek!"


   "Kocacığım..."


   Han Zhongwen Liu Yunzi'ye derin gözlerle baktı. Ardından zorla elini çekti ve arkasına bakmadan dışarı çıktı. Odada sadece Liu Yunzi kalmıştı. Gözlerindeki parıltılar nihayet yoğunlaşarak yaşlara dönüştü. Yavaşça ellerini kaldırıp yüzünü örttü. Dizlerinin üzerine çöktü. Hıçkırıklara boğuldu.


   Dış odadaki gürültü iç odada uyuyan Han Ziming'i uyandırmıştı. Uykusunda kaymış olan uzun ömür kolyesini düzeltti. Yataktan kalkıp dışarı çıktı. Şaşkınlıkla Liu Yunzi'nin kolunu çekiştirdi. "Anne, neyin var?" Bir ıslaklığa dokunduğunda telaşla, "Ağlama..." dedi.


   Liu Yunzi çocuğa sıkıca sarıldı. Gözyaşları sel gibi aktı.



   Yer hafifçe titriyor, zırhlı atlar soğuk nehirler gibi çağlıyordu. Kalabalık bir süvari birliği kışlaya dörtnala yaklaşıyordu. Uzaklarda atların toynaklarının kaldırdığı engin bir duman ve toz bulutu görülebiliyordu.


   "Rapor!.. General, düşman yaklaşıyor, sadece yirmi li uzakta!"


   "Anlaşıldı. Birliklere kışlanın dışında hiza almalarını söyle. Düşünmeden harekete geçmeyin. Emrimi bekleyin."


   "Emredersiniz!"


   Gözcü emirleri yerine getirmek üzere merkez çadırdan çıkarken Su Shiyu yanındaki Chu Mingyun'a baktı. Ağzını açmadan edemedi. "Han Zhongwen o sıralarda birliklerini peşimizden hemen göndermek yerine güçlü bir şekilde saldırmak için şimdiye kadar bekledi. Sarayın takviye kuvvetlerinin kontrolünü ele geçirmiş olmalı. Hâlâ ağır yaralısın. Bırak da bu savaşta senin yerini alayım."


   "Savaşacağım dedim mi ben?" dedi Chu Mingyun gülümseyerek. "Han Zhongwen panikle hareket ediyor. Beynini bile kullanmıyor. Otuz bin kişilik takviye kuvvetlerinin bile ona faydası olmaz."


   "Nasıl yani?" diye sordu Su Shiyu.


   "Hangi birlikleri göndermiştir sence?"


   Su Shiyu bir süre düşündü. "Hem takviye kuvvetler hem de Shouchun garnizonu, hepsini kontrol etmeyi zorlaştıran dengesiz faktörlere sahip. Güvende kalması adına şehirde bıraktığı hâlâ isyancılar olsa gerek. Savaşmak için gönderdiği bu iki birlik olmalı.”


   Chu Mingyun gülümseyerek, "Benim Shiyu'm çok akıllı." dedi ve bunu söylerken yüzünün yanını öptü.


   Arkalarında duran Su Bai, kör olacakmış gibi hissederek sessizce yüzünü çevirdi.


   Chu Mingyun aniden arkasını dönerek ona doğru baktı. Su Bai onunla göz göze geldiğinde ne yapacağını bilemedi. Tereddüt etti. ‘Hanımefendi, sizin ve genç efendimin mutlu olması ne güzel.’ demek üzereydi ki Chu Mingyun'un, "Geçen seferki kadını bul, çabuk ol.” diye emrettiğini duydu.


   "...Ha?" Su Bai bir an tepki veremedi. Chu Mingyun'un bakışlarını görünce aniden kendine geldi. "Emredersiniz!" Koşarak dışarı çıkarken hızlı adımlarla çadıra giren Xu Shen ile çarpışıyordu neredeyse.


   Xu Shen saygılarını sunarak, "Generalim, düşman yaklaşıyor, lütfen emir verin!" dedi.


   Chu Mingyun hafifçe güldü. "Savaşa hazırlık için davulları çalın ve generallik sancağımı kaldırın."



   Sarayın takviye kuvvetleri ile Shouchun garnizonunun süvarileri toplanarak bir araya gelmişti. Binlerce adam uygun adımda hızla yürüyor, at toynakları engin güçleriyle gök gürültüsünü andırarak yeri göğü inletiyordu. Kışlanın önünde boru sesleri duyuldu aniden. Coşkulu ve gözü pek borular uzaklara yayılıyordu. Zhao Kejing gözlerini kaldırdı. Altındaki at durmaksızın mesafeyi kısaltıyordu. Gittikçe daha net görmeye başladı. Kışlanın dışında askerler aralarında su sızmayacak şekilde birbiri birbiri ardına dizilmişti. Kasvetli, soğuk gökyüzünde sancaklar dalgalanıyor, üzerinde her nasılsa “Chu” yazıyordu. Boş boş bakakaldı.


   Takviye kuvvetlerinin komutanı olarak her ne kadar Su Shiyu'nun istekleri doğrultusunda Luo Xin’i atamış da olsa Chu Mingyun orduyu ona tüm güveniyle vermeyecekti. Yani komutan yardımcısı olan Zhao Kejing, doğal olarak Chu Mingyun'un adamıydı. O gün Shouchun'a vardığında isyancılarla savaşırken yanlışlıkla bir tuzağa düşmüş, Luo Xin'in emirlerini yerine getirerek birliklerini saklanmak için dağlara çekilmeye yönlendirmişti. Bu birkaç ay boyunca çok zorluk çekmişler, yemek için atlarını bile kesmek zorunda kalmışlardı. Buna rağmen çok sayıda askerin ölümüne engel olamamıştı. Neyse ki ana kuvvet hâlâ yerindeydi. Nihayet komutanlık nişanı yeniden ortaya çıkana kadar hayatta kalabilmişler, dağdan aşağı inebilmişlerdi. Kısa bir süre dinlenmişlerdi ki tekrar savaş emri verilmişti. Üstelik hedef güneydeki kışla idi. Zhao Kejing şüphelerle dolu olmasına rağmen elçinin ona hiçbir şey açıklamaya niyeti yoktu. Zhao Kejing'in emre uymaktan başka çaresi kalmamıştı. Ancak şimdi gözlerinin önünde dalgalanan generallik sancağına çok aşinaydı. Üç eyalet ve birkaç vilayette, yüzlerce li boyunca barbar çöllerinde, bu sancak altında kan revan içinde savaşlar vermişti kesinlikle.


   Arkasından alçak sesli tartışma sesleri geliyordu. Anlaşılan diğer süvariler de generallik sancağını görmüşler, akılları karışmıştı. Diğer tarafa çoktan yaklaşmışlardı. Zhao Kejing aniden atını dizginleyerek sağ elini kaldırdı. Yanındaki asker emri alarak komuta bayrağını salladı. Takviye kuvvetleri hareketlerini yavaşlattı. Shouchun garnizonu da durumu görünce boş boş durdu. Uzaktan güney sınır ordusu ile karşı karşıya geldiler. Borular hâlâ uğulduyordu. İki taraf da bir çıkmaza girmişti. Kimse kımıldamıyordu.


   "Ne yapıyorsun? İzinsiz durmanı kim söyledi sana?!" Hiddetli bir bağırış yaklaştı ve öfkeyle yanında durdu.


   Zhao Kejing yanına baktı. Gelen, komutanlık nişanını elinde tutan elçiydi. Shouchun garnizonuna liderlik ediyordu ve aynı zamanda bu harekatın ana generaliydi. Adını hatırlamıyordu. Yalnızca Huainan’ın başka bir bölgesinden gelmiş bir general olduğunu anımsıyordu hayal meyal. "Her şeyi açıklığa kavuşturmalıyım önce. Düşüncesizce harekete geçemem.”


   "Saçmalık! Bir general olarak askerî emirlerin dağlar ağırlığında olduğunu bilmiyor musun?" diye böğürdü bölge generali komutanlık nişanını kaldırarak. "Saldırıya devam edin!"


   Zhao Kejing kılını bile kıpırdatmadı. Başını çevirerek uzakta dalgalanan generallik sancağına baktı.


   Bölge generali öfkeyle köpürdü. “Dikkatli bak, komutanlık nişanı burada, emirlere itaatsizlik etmeye mi çalışıyorsun?" Atının başını çevirdi. Komutanlık nişanını havaya kaldırarak askerlere bağırdı. "İlerlemeye devam edin ve kışlayı alın!"


   Askerler arasında, özellikle de ne olup bittiğini bilmeyen Shouchun garnizonu içinde belirsiz bir kıpırtı vardı. Fakat hepsi tereddüt ediyor ve herhangi bir eylemde bulunmuyordu.


   "Piçler!" Bölge generali Zhao Kejing'in yakasını çekti. "Askerî kurallara göre onu şu anda öldürebilirim..."


   Siyah bir gölge neredeyse Zhao Kejing'in bile zamanında tepki veremeyeceği kadar hızlı bir şekilde içeri girdiğinde bölge generali bir anda onu bıraktı ve kendi göğsüne saplanan oka inanamayarak baktı. Ağzını açtığında bir dolu kan karşısındaki adamın zırhına sıçradı. Atından yere sırt üstü düştü.


   Ordu bir anda kargaşaya kapıldı.


   Zhao Kejing kapı kulesinde yay tutan adamı gördüğünde çok sevindi. "...Efendim," dedi yüksek sesle. "General Chu! O gerçekten de General Chu! Tetikte olmamıza gerek yok!"


   Shouchun garnizonundakiler ne yapacaklarını bilemeden kafa karışıklığı içinde birbirlerine baktılar. Onların aksine yan taraflarında uğultular yükseliyordu. Başlangıçta düzensiz ve kaotikti fakat yavaş yavaş birleşerek netlik kazanıyordu.


   Aylarca ölüm kalım mücadelesi içinde belirsizlikte yaşamışlardı. Gelecekleri muammaydı. Soğuk iklimde bitkiler solup gitmişti. Yoldaşlarının birer birer hastalıktan veya açlıktan ölmesini seyretmişlerdi. Takviye kuvvetleri neredeyse umutsuzluğa kapılmıştı. Artık Changan'a dönmeyi ummaya bile cesaret edemez olmuşlardı. Fakat Chu Mingyun'u burada görmeyi hiç beklemiyorlardı. Daha önce komutanlık nişanını gördüklerinde bile sakin kalmışlarken aniden gelen bu anda takviye kuvvetleri neredeyse gözyaşlarına boğulmuştu. Kollarını kaldırıp neşeyle haykırmaktan kendilerini alamıyorlardı. “General Chu! General Chu!”


   Su Shiyu kışlada durmuş, kapı kulesindeki Chu Mingyun'un sırtına bakıyordu. Kışlanın ortasında, uzakta olmasına rağmen dövüş sanatları sayesinde dışarıdaki sesleri açık açık duyabiliyordu elbette. Bu dağ gibi sesler içsel gücü olmayan birisinin bile duyabileceği düzeydeydi üstelik. Bu haykırışlar sevinç ve heyecanla taşıyordu. Su Shiyu’nun gözleri ise yoğunlaştıkça yoğunlaşıyor, karanlığı mürekkebi andırıyordu. Bu kasvetli gölün aydınlanması hayal dahi edilemezdi.


   Birden, uzun zaman önce Chu Mingyun'a, komutanlık nişanı ile onun emirleri aynı anda ortaya çıkarsa ordunun hangisine uyacağını sorduğunu hatırladı.


   Cevap tüm açıklığıyla ortaya serilmişti.


   Ve bu, bir başkomutan veya generalin sahip olması gereken itibarın çok ötesindeydi.



   "Astınız nihayet sizi görebildi..." diye mırıldandı Zhao Kejing kışlanın dışında. Atını ileri sürmek üzereyken karşıdaki birlikler aniden bir yol açtı, bir kadın dışarı çıkıp iki ordunun arasında durarak onlara baktı. 


   Daha önce hiçbir kadın savaş alanında görünmemişti. Zhao Kejing şaşırmıştı fakat Shouchun garnizonu ondan daha da şaşırmıştı. Yun Hanım’ın kocası Shouchun garnizonu içinde çok seviliyodu ve birçok kişi Yun Hanım’ı tanıyordu. Generallerden bazılarını evinde ağırlamış, akşam yemeği verip içkiler sunmuştu. Şu anda hepsi hayretler içindeydi. Onun neden birdenbire burada, düşman karargahında ortaya çıktığını anlamamışlardı.


   Yun Hanım kollarındaki kılıca sımsıkı sarıldı, sanki soğuk demir kılıçtan sıcaklık alabilecekmiş gibi. Etrafına baktı, derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı ve o kanlı, karanlık geceye geri döndü. Gür bir sesle konuşuyordu, sözleri netti, hiçbir belirsizlik olmadan ince detayları da anlatarak konuşmasını bitirdi.


   O bir kadındı. Dövüş sanatları becerileri pek iyi değildi. Sesi de doğal olarak çok yüksek çıkmıyordu. Önde duran süvariler duyduklarını arkalarındakilere aktarırlarken ifadeleri şaşkınlıktan dehşete, ardından öfkeye büründü. Nihayet katliam anını duyduklarında askerlerin gözleri kıpkırmızı oldu. Dişlerini gıcırdatıyorlardı. Öfkeden delirecek gibilerdi.


   Orduya isteyerek girmişler, canlarını feda etmişler, yalnızca vatanlarının istikrarı ve ailelerinin sağlığı için çabalamışlarken şimdi tüm akrabaları vahşice katledilmişti ve üstelik hâlâ katil tarafından oyuna getiriliyorlardı!


   O anda Han Zhongwen'in komutanlık nişanı ile kontrol ettiği takviye kuvvetleri ve yalanlarla kullandığı Shouchun garnizonu tamamen ona karşı dönmüş, durum tamamen değişmişti.


   Chu Mingyun birlikleri yeniden düzenledikten sonra durumdan faydalanarak Shouchun’a karşı saldırı emri verdi.


   Güney sınır ordusu, Shouchun garnizonu ve sarayın takviye kuvvetleri toplanarak sürpriz bir saldırı başlattı. İsyancılar şehri kapatarak direndi. Savaş davulları gökyüzünü sarstı, kılıçlar çınladı, oklar yağmur gibi yağdı, şehir duvarları boyunca akıtılan gaz yağı hiddetle yandı. Şiddetli çatışma akşamın alacakaranlığına kadar sürdü. Göğü kaplayan bulutların güneşi yansıtan kızıllığı altında şehrin kapısı kırıldı.


   Şehre girdiklerinde Han Zhongwen'in ailesi kaçmaya fırsat bulamadan isyancılar tarafından öldürüldü. Shouchun garnizonu öfkeyle içeri akın etti, cesedini bile parçalara ayırdı. Geri kalan isyancılar ya anında öldürüldü ya da teslim olmalarıyla yakalandı.


   Daha sonra kaçaklar şehre döndüğünde kimisi garnizondaki akrabalarıyla bir araya gelerek kucaklaştı, kimisi ise her şeyin yerinde olduğu fakat tanıdıklarının kalmadığı evlerinin önünde acı acı ağladı. İnsanların her hali bir bakışta görülebiliyordu.


   Alacakaranlığın ağırlığı altındaki vali konağında Su Shiyu tek kelime etmeden durmuş, derin düşüncelere dalmış görünüyordu. Han Zhongwen’in ölümünün daha önceki Huainan Valisi’ninkiyle aynı koşullar altında olduğunu görebilmek Chu Mingyun için zor değildi. Adamın ölmesiyle karanlığa düşmüşler, tüm ipuçlarını kaybetmişlerdi. Perde arkasındaki adam hâlâ uzaklarda, yoğun bir sisin içindeydi, görülmesi zordu.


   Chu Mingyun ona arkadan sarıldı ve çenesini omzuna yasladı. Bir şey söylemek istiyordu ki Su Shiyu aniden başını çevirerek yana baktı. Chu Mingyun onun gözlerini takip ettiğinde mermer zeminin üzerindeki kan gölünün içinde uzanmış, gümüşten yapılma bir uzun ömür kolyesi gördü. Işıltısı artık kanla lekelenmişti.