Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 71: Göz diktiğim o bir parçacık mutluluğun da yeter.

 

   Yonghe'nin hükümdarlığının dokuzuncu yılında, sonbaharın sonlarında, birkaç ayın ardından Huainan isyanı davası nihayet sonuca vardı. Soruşturmanın ardından otuzdan fazla kişi idam edildi. Davaya karışan yüz kadar memur tutuklandı. Haberlerin Changan’a ulaşmasıyla hükûmet sarsıldı, tüm ülke hayretler içinde kaldı.


   Bu memurların tümü Huainan Valisi’nin idam edilmesinden sonra hükûmet tarafından gönderilip atanmıştı. Ancak şimdi iğrenç bir suça karışmışlardı. Tabii ki affedilemezlerdi. Xiling Valisi de hükûmetin otoriter cezalandırmasına müdahele etmedi. Asıl suçlu Han Zhongwen ölmüştü ve peşine düşmenin bir yolu yoktu, bu yüzden caydırıcı olması için düzinelerce suçlunun kafalarının kesilmesi emredildi. Geri kalanlar ise yargılanıp bir karara varılmak üzere başkente götürülecekti. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra başmüfettiş ve başkomutan başkente dönmek üzere yola koyuldu.


   Konvoy uzun olmasına rağmen çok hızlı yol alıyorlardı. Dağlardan ve ovalardan geçiyorlar, nehirleri aşıyorladı. Birkaç gün içinde Changan'a varacaklardı.


   Geceyi geçirmek için dinlenme tesisinde durmuşlardı. Görevli seyahat programını bildirdi ve saygıyla geri çekildi. Su Shiyu odaya geri döndüğünde aniden manidar bir şekilde konuştu: "Bu iki gündür her nasılsa sürekli bu saatte işleri bildirmeye gelen insanlar var gibi görünüyor."


   "Öyle mi? Dikkat etmedim." Chu Mingyun masada oturmuş, boş boş bir kitabı karıştırıyordu.


   Su Shiyu masanın üzerindeki boş ilaç kasesine baktı. "İlacın nerede?"


   "İçtim."


   "Yine nereye döktün?"


   Chu Mingyun sanki hiçbir şey duymamış gibi başını kaldırmadan kitabın sayfasını çevirdi.


   Su Shiyu usulca iç çekti. İlaç kasesini alarak tekrar doldurdu. Masanın üzerine koyar koymaz güçlü bir rüzgar esti,  kase yatay olarak uçtu ve pencere pervazına sabit bir şekilde indi, ancak bir damla bile dökülmedi. Su Shiyu hazırlıksız yakalanmış, bir anda sarılınarak ters dönmüş ve masaya bastırılmıştı. Yüzünü kaldırdığında Chu Mingyun’un tepeden bakan, gülen gözleriyle karşılaştı. 


   "..." Su Shiyu çaresizdi. "Yaraların iyileşti mi artık?"


   Chu Mingyun bir elini Su Shiyu'nun başının yanına koydu, diğer eliyle ise onun elini tutarak kendi beline bastırdı. Belirsiz bir gülümsemeyle, "İyi olup olmadığından emin değilim, neden bir kontrol etmiyorsun?” dedi.


   Chu Mingyun ile bu kadar uzun süre birlikte kaldıktan sonra Su Shiyu'nun anlama yeteneği her geçen gün artmaktaydı. Ancak anlamak, bununla başa çıkabileceği anlamına gelmiyordu. Rahatsız bir şekilde başını eğdi sadece. Chu Mingyun Su Shiyu'nun çenesini çimdikleyerek ona bakmasını sağladı. Aniden ciddiyetle, "Son birkaç gündür aklında bir şeyler var gibi geliyor bana. Hâlâ Han Zhongwen'i kimin kışkırttığını mı düşünüyorsun?"


   Su Shiyu'nun dikkati başka yöne çekildi. Hafifçe kaşlarını çatmaktan kendini alamadı. "Bir sefer Xiling Valisi’dir diye düşünmüştüm. Dikkatlice düşündükten sonra öyle olmadığını hissettim ama aklıma başka şüpheli biri gelmiyor."


   Chu Mingyun eğilerek onun omzu ile boynunu öptü. "Ne demek istiyorsun?"


   "Huainan'daki durum doğrusu pek akıllıca değil. Başkentten fazlasıyla uzaktalar. Bizden gizlenebilirlerdi. Han Zhongwen Shouchun garnizonuyla yüzleşirken biraz isteksiz görünüyordu. O halde Xiling Valisi’ni nasıl aldatabilirdi? Ve ikimizi ağırladıkları güne bakarsak veliaht hazretleri ile Han Zhongwen birbirlerine epey aşinalardı. Durum böyleyken eliyle göklerden tüm şehri kontrol edebilecek olan veliahtın, kendisi Huainan’ın işlerinden sorumluyken bu konuda en ufak bir şeyi nasıl bilmemesi mümkün olabilir?" Böylesine belirsiz bir pozisyonda, Su Shiyu derin düşüncelere dalarak mırıldandı. "Ama Xiling Valisi olamaz. Bunu yapması için hiçbir nedeni yok. Huainan zaten onun derebeyliği. Kargaşa ve koltuk değişimi ona fayda sağlamaz, aksine daha fazla kayıp verir. Ayrıca veliaht o gece ziyafete gelmedi. Daha sonra Xiling Valisi ile benim aramdaki mektuplaşmayı da gördün. Veliahtın bir süre önce bir şeye öfkelendiği için kaçtığını söylüyordu. Huainan'la ilgilenmek için kendisi pek bir şey yapmamıştı ve Han Zhongwen hakkında hiçbir fikri yok gibi görünüyordu..."


   Sesi sonlara doğru aniden titredi. Ağzını açmış omzunu kemiren, emip öpücüklere boğan Chu Mingyun’un marifetiydi. Su Shiyu bilinçsizce kollarını sıktı. Aklını toparlamak için elinden geleni yaptı ve sesini dalgalandırmadan devam etti: "...Dahası, tıpkı Han Hanım’a söylediğin gibi, Han Zhongwen isyancı grubu tek başına harekete geçiremezdi. Yani diğer tarafın Huainan Valisi ile ilgisi olması gerekir ki isyancıları kendi tarafına çekip kontrol altına alabilsin. Ama aklıma henüz onun kim olabileceğine dair bir şey gelmiyor.”


   Chu Mingyun boynundan yukarıya doğru hafif öpücükler kondurdu. Kısık bir sesle güldü, sıcak nefesi boynunun yan tarafına düştü. "Neden bu kadar düşünüyorsun? Sen burada bu kadar endişeleniyorken o da yerinde oturamayacaktır. Sonuçta dava büyüdükçe saklanması da o kadar zorlaşacaktır.”


   "Doğru." Su Shiyu iç geçirdi. "Kesin kanıtlar olmadan, sadece varsayım ve tahminlere dayalı sonuçlara güvenemeyiz."


   Chu Mingyun Su Shiyu'nun çenesini öptü. Bir an durakladı. Bu kısacık mesafede gözleri Su Shiyu'nun yüz hatlarında özenle gezindi. Tekrar öptü. Dudakları ve dilleri birbirlerininkine dolandı. Su Shiyu hafifçe soludu. Yine de onu biraz itti.


   Su Shiyu Chu Mingyun'a baktı. "İlacı gerçekten dökmüşsün."


   Chu Mingyun: "..."


   Chu Mingyun artık pişmanlık duymanın ne anlama geldiğini biliyordu. Yara aldığı o geceden beri Su Shiyu, uyurken Chu Mingyun'un yarasına dokunacağından korktuğu için artık onunla yatmayı reddediyordu. O ise utanmadan cilveli davranıyor, daima muziplik ediyordu. Nihayet Su Shiyu gönülsüzce başıyla onaylamıştı. Sonuç olarak Su Shiyu gece boyunca gözünü bile kırpmadan yalnızca Chu Mingyun’a göz kulak olmuştu. Chu Mingyun'un ayrı ayrı yatmayı kabul etmekten başka seçeneği kalmamıştı. Nitekim bu birkaç gündür onu öpüp kucaklamaktan başka bir şey yapamıyordu. Kendini karmaşık ve biraz kederli hissediyordu.


   "Yaraların tamamen iyileştirilmesi gerekir ki gelecekte bu eski yaralar birikerek temele zarar vermesin.” dedi Su Shiyu ciddiyetle.


   "...Tamam." Chu Mingyun teslimiyetle iç çekti. Su Shiyu'yu bıraktı. İlaç kasesini aldı ve kaşlarını çatarak hepsini tek seferde içti. Başını çevirerek kendisini izlemekte olan Su Shiyu'ya baktığında gülmeden edemedi. "Shiyu, neden hâlâ bu ifadeyi takınıyorsun da bana gülümsemiyorsun?"


   Su Shiyu bir süre cevap vermedi. Chu Mingyun ileri yürüdü, uzanıp Su Shiyu'nun yüzünü kavradı. Ona gülümseyerek baktı. Sonra birden yüzünü çimdikleyerek ovuşturdu, dudaklarını keskin bir kavis haline getirdi. Büyük bir memnuniyetle, "Hadi, bana bir gülümseme ver." dedi.


   Su Shiyu onun elini aşağı çekmek istedi. "...Bırak."


   "Hey, kaşlarını çatma. Karşılık olarak senin de çimdiklemene izin versem olur mu?” Chu Mingyun gülümsemeye devam ederek onun yüzünü bıraktı. Sonra onun elini tutarak kendi yanağına koydu.


  "Beni senin kadar çocuksu mu sanıyorsun?" Su Shiyu gülmeden edemedi. Parmaklarıyla yüzünü hafifçe çimdikledi. Chu Mingyun’un dudakları kıvrıldı. Uslu uslu gözlerini kapattı. Efendisinin ovuşturmasına hazırmış gibi görünüyordu.


   Su Shiyu aniden suskunlaştı.


   Aklı gerçekten de endişelerle doluydu fakat sadece dava konusunda değildi.


   Pencerenin ardında mehtap tüm berraklığıyla geceyi aydınlatıyor, uzaklardaki dağların karanlık hatlarını gösteriyordu. Dağlardaki tapınakların çanları uzaktan belli belirsiz duyuluyordu. Heybetli Changan çoktandır hemen gözlerinin önündeydi.


   Su üzerindeki ay parçalanacak, çiçeklerin yansıması dağılacak, oynadıkları oyun önünde sonunda nihayete erecekti.


   Bu hayattaki aklı başındalığım hayal kırıklığı yaşatıyor bana. Açıkça farkındayım yalanların. Yine de inatla tutunuyorum. Sanki susuzluğumu gidermek uğruna zehir içiyorum. Derinlere batıyor, batıyor ve batıyorum.


   ...Oysa sen arzulanamayacak bir rüyasın. Göz diktiğim o bir parçacık mutluluğun da yeter.


   Sonunda yavaşça, neredeyse bir hazine gibi hafifçe kaldırdı başını, Chu Mingyun'un alnına bir öpücük kondurdu. Sonra elini bıraktı. Dışarı çıkmak üzere arkasını döndü. Sesi her zamanki gibi nazikti. "Yarın başkente dönmüş olacağız. Erkenden dinlen.”


   Chu Mingyun parmaklarını alnına bastırdı. Yavaşça gözlerini açtı. Başını çevirerek onun sırtına baktı. Sessizce gülümsedi.


***


   Kimsesiz topraklarda tek başına duruyordu. Sağanak yağmur yeri göğü sırılsıklam ediyordu. Kırılmış sancaklar, sere serpe cesetler, ölü atlar, her biri toprakla bir olmuştu. Yağmura karışan kan ile çamur dere olmuş, çizmelerinin yanlarından akıp gidiyordu. Birisi ona seslendi. Arkasını döndüğünde ansızın bir el onu boynundan tutup onu kaldırdı.


   Adamın yüzü gözlerinin önünde buruşmuş, acımasız görünüyordu. Ayakları havada sallanırken elleri adamın parmaklarını ölesiye kavramıştı. Boğazı bıçakla kesilir gibi acıyordu. Tek bir hece dahi çıkaramıyordu. Beyaz çadırın tepesi gözünün önünde bir görünüyor, bir kayboluyorken adamın alay ettiğini duydu.


   "Gücünü sakla küçük kız. Seni teslim etmeden önce sakat bırakmak istemiyorum."


   Neredeyse boğulmak üzereyken sesi dalgalandı, bir uzaklaşıp bir yakınlaştı.


   Adamın eli aniden gücünü kaybettiğinde yere düştü. Zar zor ayağa kalkabildi. Boynundan fışkıran sıcak ve yapışkan kan tüm yüzüne sıçradı; midesini yakıp alt üst etti. Neredeyse kusmayı istiyordu. Kafanın yuvarlanarak uzaklaşmasını, ilerideki bir adamın ayaklarına çarparak durmasını seyretti.


   Su Jue yere baktı. Ardından gözlerini kaldırarak ona döndü. Diz çöktü, alçak sesle "Baba." dedi.

   "Bize yalan söyledi ve onları öldürdü, yetmiş bir adamın her birini…”


   "Ne yetmiş bir adamı? Neredeymiş yetmiş bir adam?" Su Jue onun sözünü keserek azarladı. "Emrin altında dört bin adam vardı! Onları öldüren o muydu? Onları öldüren sendin!"


   "...Baba?" Şaşkınlıkla Su Jue'ye baktı.


   "Sana o askeri düzeni öğrettim ve sen bunu bozdun. Kazanabilecekken neden kaybettin?" Su Jue bir adım daha yaklaştı. "Kulakların ve gözlerin var. Tespit edip yargılayabilirsin. Neden kendi muhakemenden vazgeçip başka birisinin sözlerine güvendin? O dört bin askerin komutanı tam olarak kim?!"


   "...Benim." Eğildi. Zayıf bedeni hafifçe titremekten kendini alamıyordu. Alnını sert zemine bastırdı. Göğsü acıyla ağrıyordu. Gözleri ise kuru ve acıydı. "Benim hatamdı."


   Su Jue hiçbir şey söylemedi. Gözlerini indirmiş ona bakıyordu. Uzun bir sessizliğin ardından uzanıp onu yukarı çekti. "Başını kaldır da bak. Bir daha hataya düşecek misin?"


   Tereddütle başını kaldırarak Su Jue'nin işaret ettiği yöne baktı. Kafa hâlâ olduğu yerdeydi. Fakat kafadaki yüz birden değişmişti.


   Bu Chu Mingyun'un yüzüydü.


   Kan kokusu aniden boğazına yükseldi. Dehşet içinde geriye doğru sendeledi. Ayağını kaldırır kaldırmaz uçurumdan aşağı yuvarlandı.


   Sivri kayalar onu kanlar içinde bıraktı ve sonunda uçurumun dibine düştü. Tüm kemikleri paramparça olmuş gibiydi. Uçurumun sisli tepesine baktığında karşılıklı duran iki adam gördü. Birden soğuk bir ışığın parlamasıyla keskin mi keskin kılıç içlerinden birinin göğsüne saplandı. Adam doğrudan uçurumdan aşağı, ağır bir şekilde yanına düştü.


   Uçurumdaki sis o kadar yoğundu ki yüzünü seçemiyordu. Tek görebildiği, kılıcı tutan adam arkasını döndüğünde kolunun köşesindeki kan rengi nilüferdi. Yüzünü çevirip kendi yanına baktığında gözlerine yansıyan o solgun yüz, yüzünün tıpatıp aynısıydı.


   Su Shiyu aniden uyanarak doğrulup oturdu. Gece yarısının sessizliğinde tek duyabildiği kendi soluklanışıydı. Elini kaldırarak yüzünü örttü. Soğuk terlerle dolu alnına dokundu. Gözlerini sıkıca kapattı. Sesi hafifçe titriyordu.


   "...Hataya düşmeyeceğim bir daha… Baba, düşmeyeceğim bir daha."


***


   Yolculuklarına dair öngörüleri yerindeydi. Ertesi gün öğleden hemen sonra konvoy Changan’a varmıştı. 


   Qin Zhao haberi aldığında bir iş için dışarıdaydı. Hemen geri döndü. Konağın kapısında mavi elbiseli bir hizmetçi durmuş, onu bekliyordu. Atından indiğini görür görmez aceleyle onu karşıladı. "Yüce efendimiz geri döndü! Kendisi çalışma odasında bekliyor. Konağa döner dönmez oraya gitmenizi söyledi!"


   Qin Zhao hızlı adımlarla çalışma odasına gitti, kapıyı iterek içeri girdi. “Sonunda dönmüşsün abi.”


   "Evet." Chu Mingyun gözlerini indirmiş, belgelere bakıyordu.


   Qin Zhao yürümeyi bıraktı. Aniden ortamın biraz tuhaf olduğunu hissederek “Abi?” dedi şaşkınlıkla.


   Chu Mingyun yavaşça gözlerini kaldırdı. Elini kaldırarak belgeleri masaya çarptı. Duygudan eser kalmamış bir sesle, "Neler oluyor?" diye sordu.


   "Ne?"


   “Saraydaki güçlerin nasıl gevşek kumlar gibi dağılabildiğine girmeyeceğim. Sana tek soracağım, Zhou Yi’yi benim onayım olmadan batı bölgelerinden geri çağırma cüretini kimin gösterdiği.” dedi Chu Mingyun soğuk bir sesle. “Ancak Loulan prensesinin ölümü sayesinde onu batı bölgelerindeki birliklerin kontrolünü alması üzere atama fırsatını bulabilmiştim. Şimdi durum istikrara kavuştuğunda tekrar geri çağrılmış. Nedir bu? Bedavadan bir gezi mi?" Dosdoğru Qin Zhao'ya bakıyordu. "Emri kim verdi ve sen neden mektubunda bu konudan bahsetmedin?”


   Qin Zhao şaşkına döndü. "...Senin isteğin değil miydi bu?"


   Chu Mingyun kaşlarını çattı. “Benim mi isteğim?”


   "Her şeyi senin talimatların doğrultusunda yaparız. Eskiden olduğu gibi şimdi de aynı. Bunlar senin mektubundaki emirler. Zhou Yi'yi geri çağırmak da..." Qin Zhao Chu Mingyun'un ifadesine bakarken eminliğini azar azar yitirdi. Kolundan gizli bir emir çıkararak uzandı. "Bunu kısa süre önce aldım."


   Chu Mingyun gizli emri açtı. Yüzü baştan başa karardı. Uzun bir süre sonra gözlerini indirerek kendi kendine mırıldandı. "...Demek ortadan kaybolduğunda yaptığı şey buydu."


   "Kim?" Qin Zhao’nun yüreği titredi. "Abi, bunu... sen yazmadın mı yoksa?"


   Keskin bir yırtılmayla mektup kağıdı parçalara ayrıldı, zemine karlar gibi saçıldı.


   “Aklına gelmiyor mu?” Chu Mingyun ellerine baktı. Sesinde ince bir gülümseme yer almakla birlikte dişleri de gıcırdıyordu. "Evet ya, aklıma bile gelmezdi. Siyah kuşu nasıl engelleyebildiği bir yana, bu dünyada bu el yazısını, bu vurgulamaları, kardeşimin bile gerçeği sahteden ayırt edemeyeceği kadar benzetebilen adam başka kim olabilir ki?”


   Qin Zhao hâlâ kabullenmekte zorlanıyordu. Bu sözleri duyduğunda bile hiçbir fikri yoktu. Fakat onun görünüşüne baktığında bir cevap kendiliğinden yüreğinde yükselerek su yüzüne çıktı. "...Su Shiyu mu?"


   Chu Mingyun ona baktı.


   Qin Zhao iç geçirdi. "Abi, daha önce onu öldürelim demiştim..."


   Chu Mingyun tek kelime etmeden bir anda dışarı çıktı. O yanında geçerken Qin Zhao arkasını dönerek onu tutmak istedi. Ne var ki eli boşluğu kavramıştı. Şaşkınlıkla baktı. Sadece göz açıp kapayıncaya kadarlık bir zamanda Chu Mingyun’un figürü ana avludan kaybolup gitmişti. Issızlığın içinde yalnızca solmuş yapraklar dallarından dökülmekteydi.