Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 73: Su ailemiz, ister sivil memur olsun ister komutan, ölene dek sadakat gösterecektir.

 

   On üç yıl öncesinde kalmış bu eski olay, ne hanedanlık ne de Su ailesi için pek onur verici bir olay değildi. Harbiye Nazırlığı'nın kayıtlarından silinmiş, onun anılarında da tozlanmıştı. Bugün tozları silkeleyip tekrar açığa çıkardığında elinde olmadan birçok şeyi hatırladı.


   Su Shiyu koltuğuna yaslandı. Parmaklarını hafifçe şakaklarına bastırdı. Kaşında gözünde bir yorgunluk izi vardı. Odanın dışında sonbahar yağmuru yavaş yavaş yağmaya başladı, yağmurun pıtırtıları hafif bir serinlik getirdi.


   O zamanlar savaş henüz bitmeden babası onu Changan'a dönene kadar hapsetmişti. Su Shiyu'nun kıyafetlerini beyazlarla değiştirtmiş ve bir daha biriyle dövüşmesini kesinlikle yasaklamıştı.


   Ancak genç insanlar az çok isyankarlık gösterirdi. Dahası kendi benliğinde inatçılık vardı. Yalnız nazik mizacından dolayı pek belli olmuyordu.


   O sırada amcası Su Xing henüz başkentten sürgün edilmemişti. Salonda oturmuş, Su Jue ile bazı işler hakkında konuşuyordu. Genç Su Shiyu koridordan geçmiş, selam vererek onu karşıladıktan sonra ayrılmak üzereyken Su Jue onu durdurmuştu.


   "Yu, oğlum, buraya gel."


   Su Shiyu salona girerek onların önünde durmuştu.


   "Kolunu kaldır." demişti Su Jue.


   Su Shiyu babasına bakmış, bir an tereddüt etmiş fakat hemen sonra yavaşça kolunu kaldırmıştı. Beyaz kolunun iç kısmında küçük bir su lekesi vardı. Açık bir kırmızıydı ve belli belirsiz kan kokuyordu.


   Su Jue yüzünü karartmıştı. "Sana ne söyledim ben?"


   Su Shiyu gözlerini indirmiş, cevap vermemişti.


   "Hey abi, unut gitsin." Su Xing karışmadan edememişti. "Başkentin son zamanlarda huzurlu olmadığının farkında değilsin. Hunlar bölgede başıboş durumda ve diğer insanlar da müdahale etmek istiyor. Yu kocaman oldu artık. Kendini koruyabilir. Birileri onu ölümüne kovalarken bile elini kaldırmamasını mı istiyorsun?”


   "Zaten el kaldırması başına bela getirir. Kendini düzgünce koruyabilecek olsa ona neden yasak koyayım?” Su Jue dönüp Su Shiyu'ya bakmıştı. "Artık babanın sözünü dinlemeyecek kadar mı yürek yedin?


   Su Shiyu, "Cüret edemem.” diye fısıldamıştı.


   "Daha önce fark etmemiştim. Bu ilk mi?"


   Su Shiyu bir an durakladıktan sonra, "Hayır." demişti.


   "Diz çök."


   Karşılık olarak diz çökmüştü. Su Jue yanlarındaki bir hizmetçiye işaret etmiş, hizmetçi ona bir kırbaç getirmişti. Su Xing'in yüzü anında değişmiş ve ayağa kalkmıştı. "Zaten itiraf etmişken neden dövmek istiyorsun? Abi, Yu hâlâ küçük”


   Su Jue, "Az önce kocaman olduğunu söylemiyor muydun?" demişti.


   Su Xing: "..."


   "On beş on altı yaşlarında. Kılıç kuşanıp insan öldürmüş. Her şeyin açıkça farkında. Neresi küçükmüş?" demişti Su Jue kırbacını kavrayarak. "Artık ne olursa olsun. Değişmedikçe bir gün kendini öldürtecek.”


   "Ama..." diyordu ki Su Xing, Su Shiyu'nun sessizlik içinde elini kaldırarak elbisesinin yakalarını açtığını görmüştü. Aceleyle, "Dayak yerken üzerinin çıkarman gerektiği söylendi mi? Hava buz gibi. Üzerini ne çıkarıyorsun? Yeterince acı çekememekten mi korkuyorsun? Hâlâ mı giyinmiyorsun?!” demişti.


   Su Shiyu göz ucuyla Su Jue’ye bakmış ve Su Jue hiçbir şey söylememişti. Razı olmuş görünüyordu.


   Su Shiyu daha sonra yakasını düzelterek, "Teşekkür ederim amca." diye fısıldamıştı.


   Su Xing belirsizce mırıldanmış, Su Jue'nin bakışlarına bakarken mahcubiyetle tekrar yerine oturmuştu.


   "Yu, yavrum." Su Jue arkasında durmuştu. Hamle yapmak için acele etmiyordu. "Dövüş sanatlarını sana neden yasakladığımı biliyor musun?"


   Su Shiyu, "Biliyorum." demişti.


   Su Jue başını sallamıştı. "Az önce amcanla konuştum. Annene söylediğimde o da kabul etti. Seni bir daha asla savaş meydanına götürmeyeceğim. Bundan sonra sadece sivil bir memur olmayı öğrenmen gerekiyor."


   Su Shiyu bir anda şaşkına dönmüş, inanamayarak gözlerini kaldırmıştı.


   "Bir sorun mu var?" diye sormuştu Su Jue derin bir sesle.


   Hiç tereddüt etmeden, "İstemiyorum." demişti.


   Kırbaç şaklayarak inmiş, delikanlının sırtında anında bir kan izi belirmişti. Titremesine engel olamamasına rağmen dişlerini sıkarak tekrarlamıştı. "İstemiyorum."


   "Yu, evlat!" Su Xing telaşla ayağa kalkmıştı.


   "Oğul hatalıydı. Cezamı çekmişken neden böyle bir karar alıyorsunuz baba?” Su Jue biraz bile merhamet göstermemişti. Kırbaç izleri beyaz kıyafetlerinin üzerinde birbirine geçmişti. Sırtında yakıcı bir ağrı vardı. Yine de sesini yükselterek konuşuyordu. "Su ailemiz dört nesildir orduya önderlik ediyor. Birçok ünlü general yetiştirdi. Neredeyse hiç kimse devlet memurluğundan gitmeyi seçmedi. Babam ve amcam da savaş meydanlarında yaşamış insanlar.  Öyleyse neden devlet memuru olmamı istiyorsunuz?"


   "Kararımı verdim çoktan. Daha fazla konuşmana gerek yok."


   "Neden böyle karar verdiniz baba?" diye sormuştu Su Shiyu.


   Su Jue sırtına bir kırbaç daha indirmişti. Daha fazla dayanamayarak, “Su Ailesi’nin dört nesli boyunca general eksiğimiz olmadı, sana ihtiyacımız yok!” demişti.


   Su Shiyu birden Su Jue'ye bakmıştı. Son derece şaşkındı. "Baba..."


   "Diz çök!" Su Jue sert bir bağırışla onun sözünü kesmişti.


   "Çabuk gidip yengemi çağır." diye emretmişti Su Xing sesini alçaltarak. Soğuk terler içinde kalan yeğenine bakmaktan kendini alamıyordu. Hizmetçilerin hepsi korku içinde nefeslerini tutmuşlardı. Salonda kalan tek ses birbiri ardına yankılanan kırbaç sesleriydi.


   Su Jue durmuştu. Nefes nefese kalmıştı. Yorgun mu yoksa kızgın mı olduğu belli değildi. Su Shiyu'ya iyice bakmıştı. "Hatanı kabul etmen için sana bir şans vereceğim."


   Sıska delikanlının yüzü solgun, dudakları gergindi. “Oğul hatasının nerede olduğunu bilmiyor.”


   Su Xing'in yüreği titremişti. Ağabeyinin yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu. Alçak bir sesle “Yu, evlat!” diye bağırmıştı.


   Su Shiyu onu duymazdan gelerek konuşmaya devam etmişti. "Çocukluğumdan beri babamın öğretilerini dinledim, her zaman savaş meydanlarında savaşmayı arzuladım. Ülkem için ölmeye hazırım. Tüm gün sarayda oturup entrikalar çevirmek istemiyorum. Neresi yanlış bunun? Bana uygun adım yürümeyi, savaş sanatını öğreten sizsiniz. Altın sunak önünde hükümdara rapor vermenin, yeşim ejderhayı hükümdar adına beraberinde götürmenin ne anlama geldiğini bana defalarca anlatan da sizsiniz.”


[Altın sunak önünde hükümdara rapor vermek, yeşim ejderhayı hükümdar adına beraberinde götürmek; 雁门太守行 adlı eserden. Şair, hanedanlığa hizmet etmekteki kararlılığı anlatmak, askerlerin kahraman ruhlarını ifade etmek ve yabancıların işgaline karşı duranların vatanseverliğini göstermek için yazmış. Yeşim ejderha kılıcı simgeler. Altın sunak nedir bulamadım.]


   "Ya peki savaşmak için bir orduya önderlik edebilir misin?" diye öfkeyle bağırmıştı Su Jue. Kırbacı sıkıca kavrayan eli titriyordu. Kırbaçtan boncuk boncuk kanlar akıyordu. "Yalnızca o dört bin can sebebiyle bile uzun zaman önce meydana çıkarılıp kellenin alınması gerekirdi! Şu anki haline iyi bak. Birilerini öldürdüğün an kendi hayatına daha da az kıymet veriyorsun. Kimseye inanmak istemiyorsun. Savaş meydanına çıkmana izin versem bile tüm savaşları yalnız kendi başına üstlenebilir misin? Sen kimsin ki o askerlerin seni dinlemesini ve sana inanmasını sağlayacaksın? General olacak ne niteliğin var şu an?”


   Yan tarafındaki elini yumruk yapan Su Shiyu tek kelime bile etmemişti. Sırtı yaralarla kaplıydı. Tertemiz beyaz elbiseleri neredeyse kanla boyanmıştı. Ama yine de başını eğmeyi reddediyordu.


   Su Jue ona bakıyordu. Kırbacı birden atarak duvarda asılı olan kılıcı çekip çıkarmıştı. "Anlaşılan sözlerimi dinlemiyorsun. İyi. Er ya da geç diğer insanların elinde öleceğine göre en iyisi bu asi oğlu babasının erkenden kesmesi olur!”


   Kılıcın ışığı karlar gibiydi. Su Shiyu'nun yüzüne yansıyordu.


   Su Xing fazla düşünmeye gerek duymadan Su Jue’yi durdurmak için atıldı. "Abi!"


   "Canım!" Su Hanım aceleyle içeri girerek Su Shiyu'yu aceleyle kollarının arasına almıştı. Yaralarına daha yakından bile bakamadan gözleri yaşlarla dolmuştu. "Yu, oğlum..."


   Su Shiyu Su Hanım’ın elini tutmuştu. Avuçları soğuk olmasına rağmen dudaklarını kıvırarak ona sıcacık gülümsemişti.


   Su Jue Su Xing'i itip uzaklaştırmıştı. Bir süre sessizce ona bakmış, ardından kılıcı Su Shiyu'nun önüne atmıştı. "Atalar salonuna gidip iyice düşün. Kimsenin ona yiyecek veya ilaç vermesine izin yok. Ne zaman ki aklı başına gelir, o zaman çıkar.”


   Hane reisi emir verdiği için atalar salonunun muhafızı elbette ki rahat davranmaya cüret edemiyordu. Her ne kadar genç efendisinin yaralı halde içeride diz çökmesine içi gitse de hanımefendisinin karşısında bile emre itaatsizlik edemezdi. Ne yapacağını bilemez haldeydi. "Lütfen affedin hanımefendi, sizi gerçekten içeri alamam!"


   "Oğlum içeride diz çöküyor. Onu görmeye bile iznim yok mu?” Su Hanım’ın sesi nazik, tavrı sertti.


   "Siz de biliyorsunuz ki efendimiz kimsenin içeri girmesine izin vermiyor. Hele ki siz…” Muhafız hanımefendisinin arkasındaki hizmetçinin taşıdığı yiyecek kutusuna bakarak başını sallamıştı.


   Su Hanım iç geçirmişti. Kolundan bir yeşim kolye çıkarmıştı. Yüksek kalite, koyun yağı beyazı bir yeşim, ışıl ışıl renk saçıyordu. Kibar bir sesle, "Sözlerimin artık bir ehemmiyeti yok mu?" diye sormuştu.


   Muhafız aniden telaşa kapılmıştı. "Hanımefendi, siz, siz ne yapıyorsunuz? Yeşim kolyeyi çıkarmayın! Konaktaki statünüzden bahsetmeye bile gerek yok sizin! Astınız size saygısızlık etmeye asla cüret edemez ki!”


   "O halde izin ver de Yu’yu göreyim. Merak etme, uzun kalmayacağım."


   "Ama hanımefendi..."


   "Eğer kocam seni suçlarsa elbette senin adına konuşacağım. Lütfen."


   Muhafız çenesini kapatmıştı. Önce tereddütle yeşim kolyeye, sonra hanımefendisinin hevesli ifadesine bakmış ve sonunda gözlerini başka yöne çevirerek kenara çekilmişti.


   Su Shiyu ataların tabletlerinin önünde diz çökmüş, sunak masasının hemen önünde duran kılıca dalgın dalgın bakarken bir ses duymasıyla arkasına dönmüştü. Su Hanım tam karşısına oturarak hizmetçinin uzattığı yiyecek kutusunu açmıştı. "Bunların hepsi annenin ellerinden çıktı. Yu, oğlum, önce biraz ye, sonra sana ilaç vereceğim. Sorun yok. Amcan babanı ikna etmeye çalışıyor. Bir süreliğine gelmeyecek."


   Su Shiyu ona bakmış, sadece başını iki yana sallayarak "Anne." diye fısıldamıştı.


   Delikanlının berrak tınısı biraz boğuktu. Su Hanım onu duyduğunda yüreği burkulmuş, gözlerinin dolmasına mani olamamıştı. "Neden ısrarla babanı çileden çıkartacak sözler ediyorsun?” Elini kaldırarak Su Shiyu'nun yüzünü okşamıştı. "Onun huysuzluğunu bilmiyor değilsin ya? Özür dile. Başını eğ ve hatanı kabullen. Kendini tutma ayrıca, ağlayıp sızlan. Kalbi yumuşarsa sana nasıl ceza vermeye devam edebilir?”


   Su Shiyu gözlerini indirmiş, hiçbir şey söylememişti.


   Su Hanım iç çekmişti. "Babanı mı suçluyorsun?"


   "Hayır." demişti. "Oğul babasının yüreğinin aslında dayanamadığının farkında. Kırbacı tutan eli titriyordu. Kılıcını çektiğinde beni öldüreceğini söylemesi de buna eli gitmediğindendi. Amcamın onu durdurmasını istiyordu. Ben gözyaşı dökersem babam daha da üzülürdü.”


   Su Hanım şaşakalmıştı. Peşinden Su Shiyu'ya sarılmış, gözyaşları sessizce süzülmüştü. "Benim aptal oğlum. Bu mizacınla kendine acı çektirirsin.”


   Arkasından bir kapı gıcırtısı gelmiş, Su Shiyu hafifçe sırtını sıvazlamıştı. "Anne."


   Su Hanım onu bırakmış, bakmak için başını çevirmişti. Gün ışığı kapı aralığından geçiyor, demet demet salona düşüyordu. Su Jue sırtı ışığa dönük olarak kapının önünde duruyordu. Yüz ifadesi görülemiyordu.


   Su Hanım aceleyle gözyaşlarını silmişti. "Kocacığım, oğlumuzu, Yu’yu bırak..."


   "Az önce duydum." Su Jue elini kaldırarak onun sözünü kesmiş, yavaşça içeri girmişti. Bir anlık duraksamanın ardından diz çökerek Su Shiyu'ya bakmıştı. "Hâlâ hatalı olduğunu düşünmüyorsun anlaşılan, öyle mi?"


   Su Shiyu sessiz kalmıştı.


   “Tek oğlum sensin benim." demişti Su Jue aniden. "Senden ne istediğimi biliyor musun?"


   "Büyük başarılar elde etmek, Su ailesinin şerefini lekelememek."


   Su Jue Su Shiyu'ya uzun uzun, tüm dikkatiyle baktıktan sonra birden gülümseyivermişti. Taş gibi bir suratı vardı, nadiren dostane bir tavır sergilerdi. Şimdiki gülümsemesinin ardında ise bir şefkatin izi görülüyordu. "Yanlış."


   Su Shiyu şaşkınlıkla ona bakmıştı.


   "Dilerim ki iyi bir hayat yaşarsın." Bir yanılsama olup olmadığı meçhul, Su Jue’nin sesi çok daha yumuşamıştı. "Senin vasat, hatta beceriksiz olmanı tercih ederim. Yeter ki tehlikeden uzak olasın. Hayatının geri kalanını başkentte geçirsen ve kendine bir isim yapamasan bile, sen güvende ve mutlu olduğun sürece önemi olmayacaktır.

   Sana karşı her zaman katı davrandım ama şimdi birdenbire, acaba yanılıyor muydum diye düşünmeye başladım. Bana geri döndüğün o gün, senin öldüğünü sanmıştım. Fakat hayatta kalmıştın. Yine de gözlerinde anlayamadığım bir şey vardı. O günlerde ne olduğunu sana sormadım ve sen de bana söylemeyi hiçbir zaman düşünmedin… İhmalkar davrandım, oğlumun değiştiğini ancak daha sonra fark ettim.

   Yu, yavrum, diyerek uzun bir iç çekmişti. "Baban hayatında hiçbir şeyden pişmanlık duymadı, bir savaşı kaybettiğinde ve birileri tarafından tuzağa düşürüldüğünde bile. Ama o gün seni savaş meydanına götürmek, aslında yaptığım tek ve en pişmanlık verici şey oldu."


   "Baba…"


   "İsteksiz olduğunu biliyorum ama savaş meydanları sana göre değil artık." Su Jue ona bakıyordu. "Altın sunak önünde hükümdara rapor vermek, yeşim ejderhayı hükümdar adına beraberinde götürmek, bu sözler saray içinde de aynen geçerlidir. Meselenin özü şu ki Su ailemiz, ister sivil memur olsun ister komutan, ölene dek sadakat gösterecektir."


   Delikanlı uzunca bir süre sessiz kalmış, ancak Su Hanım elini tuttuğunda kendine gelir gibi olmuştu. Su Shiyu alçak bir sesle, "Evet." diye cevap vermişti.


***


   Başkomutan ve başmüfettiş saraya döndüğünde, çeşitli devlet dairelerinin yetkilileri işleri derhal geri devretti. Huainan'da daha önce iletişimin ulaklarla yapılması sebebiyle resmi işlerin sayısında çokluk yoktu. Sabah divanlarında hâlâ Huainan’daki meseleler üstünde duruluyordu.


   Xiling Valisi ağır bir hediye ve memurların bir listesini sunmak üzere bir elçi göndererek Huainan'ı devralacak adayların hepsinin hazırlandığını, imparator hazretlerinin bugünlerde kendisi için çok çalıştığını söylemiş, güney sınırı ordusunu Huainan’dan çekmelerini kibarca dile getirmişti.


   Han Zhongwen ve diğerleri görevdeyken sarayın Huainan üzerinde hâlâ yargı yetkisi vardı. Böylece o bölge sahiden Xiling Valisi’nin yönetimine bırakılmıştı. Huainan Xiling’in eyaleti olarak belirlendiğinden yetkililerin tabii olarak Li Chenghua tarafından atanması gerekiyordu. Özen göstererek rapor vermeye gelmeleri saraya yeterince saygınlık kazandırıyordu. Evvelsinde sarayın gönderdiği yetkililerin bir araya gelerek böylesi büyük bir felakete yol açmış olması bir yana, Li Chenghua daha önce hiçbir zaman kendiliğinden bir şeyleri bildirmezdi. Nasıl düşünülürse düşünülsün onu reddetmek için hiçbir neden yoktu.


   Bunu davaya karışan yetkililerin cezalandırılması ve Luo Xin'e cömert bir cenaze töreni hazırlanması meselesi izledi. Pek çok nazır o günlerde kalabalıklar halinde hiddetle Luo Xin’i isyan etmekle suçladıklarını hatırladıklarında yüzleri kızarmadan edemedi. Li Yanzhen içerideki havanın ağırlaştığını gördüğünde birden alakasızca birkaç gün sonra Qianqiu Festivali’nin kutlanacağından bahsederek Chu Mingyun ve Su Shiyu’nun tam zamanında saraya döndüğünü, şehir dışındaki imparatorluk konağında büyük bir ziyafet vermenin en iyisi olacağını söyledi. Sivil ve askeri yetkililer suskun bir şekilde ona baktılar. Yüzleri iyi görünmüyordu.


   Sabah divanı dağıldıktan sonra Ceza Nazırı Lu Shi, Su Shiyu ile birlikte dışarı çıktı. "Su Bey, Huainan'dan yola çıkan mahkum kafilesi geldi. Korkarım size özel düzenlemeleri tekrar sormam gerekecek."


   "Kibarlık göstermenize gerek yok Lu Bey. Bir şeye ihtiyacınız olursa bana sorun." diyerek gülümsedi Su Shiyu.


   "Başüstüne. O halde şimdiden size teşekkür edeceğim." Lu Shi uzun bir iç çekti. "Lafı açılmışken, bu mahkumların çoğuyla ben de ilgilenmiştim. Onlarla hükûmet içinde çalıştığımda hepsinin iyi ve düzgün insanlar olduğunu görüyordum. Huainan'a gittiklerinde nasıl bu hale gelmiş olabilirler?"


   Su Shiyu duydukları karşısında kaşlarını hafifçe çattı. Fakat henüz konuşamadan yan taraftan başka bir ses geldi. "Çünkü bu insanların başlangıçta kötü niyetleri bile olsa Changan imparatorun ayağının dibinde olduğu için henüz pervasızca hareket etmeye cesaret edemiyorlar."


   Bayındırlık Nazırı Yue Yuxuan yanlarına gelerek onlara gülümsedi. "Su Bey. Lu Bey." Sanki bir şey fark etmiş gibi etrafına bakınarak Su Shiyu'ya, "Garip, neden Chu Bey’i göremiyorum?” diye sordu.


   Su Shiyu hafifçe durakladı. Lu Shi önce davranarak konuşmaktan kendini alamadı. "Yue Bey’in sözleri tuhaf. Neden bize gelip Başkomutan Chu’yu soruyorsunuz?"


   "Daha önceki divanlarda Su Bey her zaman Chu Bey ile olmaz mıydı? Lu Bey buna gülebilir fakat onunla konuşmak istediğim birkaç seferde Chu Bey öyle soğuk bakışlar atmıştı ki korkup geri dönmüştüm!” Yue Yuxuan gülmesine rağmen biraz da kafası karışmıştı. "Neden? Su Bey, onunla birlikte giderek uzun bir süre Huainan’daki davayı araştırdınız. Yol boyunca, sabah akşam yakınlık kurdunuz. İlişkinizin daha iyiye gitmesi gerekmez miydi? Düşünmüştüm ki sizler geri döndüğünüzde Chu partisi ile Su partisi muhtemelen el sıkışıp barışacak. Neden durum şimdi daha da kötü görünüyor?"


   Su Shiyu hafifçe gülümsedi. "Önceden nasılsak yine öyleyiz. Fazla kafaya takıyorsunuz Yue Bey."


   Yue Yuxuan ona manidar bir bakış attı. Daha fazla soru sormadı.


***


   Chu Mingyun çalışma odasında, başkentten ayrıldıktan sonra yazılan tüm belge ve raporları sabırla okuyordu. Qin Zhao bir yığın gizli emirle içeri girdiğinde elini alnına dayamış halde Zhou Yi'nin batı sınırından geri çağrıldığına dair transfer emrine bakıyordu. Hareketi duyunca sakince gözlerini kaldırdı. Anlaşılmaz bir ifadeyle bir an Qin Zhao'ya baktı. “Ne demeye getirdin?” diye sordu.


   Qin Zhao yıllardır değişmeyen felçli, buz küpü suratını takınarak emirleri ona verdi. “Durumu anlaman için.”


   "Keyfimi kaçırmaya mı çalışıyorsun?" Chu Mingyun arkasına yaslandı. Kalın mektup yığınını itti. "Okumayacağım."


   Qin Zhao "Neden?" diye sordu.


   "Neden okuyayım ki? İçindekiler arasında hangi emirlerin benim yerime verildiği tahmin edilebilir. Okumak beni kışkırtmaktan başka ne işe yarayabilir ki?" Chu Mingyun güldü. Parmaklarını çenesine koyarak Qin Zhao'ya ilgiyle baktı. "Kardeşim, gerçekten anlamıyorum. Shiyu'm seni kışkırtıyor fakat benim ona karşı o kadar da derin düşüncelerim yok. Önce benim onu öldürmem için şimdi onun sahte mektuplarını getiriyorsun. Beni pes ettirmeye mi niyetlisin?”


   Düşünceleri doğrudan ortaya serilen Qin Zhao bir anlığına utandı ve hemen sonra şaşkınlık gösterdi. "Yine de pes etmeyecek misin?"


   "Hayır." Chu Mingyun yavaşça gözlerini kapattı. "Nasıl desem, hâlâ az çok kızgınım. Ama kızgın olsam bile aklım onunla dolu."


   Qin Zhao gerçekten anlayamıyordu. Uyanması için onu azarlama dürtüsü yükseldi boğazında fakat sözleri dışarıya yalnızca kupkuru bir cümle olarak çıktı. "Aklını kaçırmışsın!"


   Chu Mingyun kayıtsızca güldü. "Benim iflah olmaz biri olduğumu da söyleyebilirsin."


   Qin Zhao çenesini kapatarak onu görmezden geldi.


   "Kardeşim." Chu Mingyun yavaşça gözlerini açtı. İfadesi ciddileşti. "Daha fazla zaman kaybetmek istemiyorum. Yakında harekete geçeceğim."


   "Harekete geçmek mi?" Qin Qin Zhao tepki veremedi.


   "Evet, Daxia'nın son on yılda aslında hiç değişmediğine iyice şahit oldum. On üç yıl önce Hunlar birliklerini toplayıp güneye akın ettiklerinde valiler şehirleri terk edip kaçtılar, onların astlarından bahsetmeye bile gerek yok. Sayısız asker ihanet edip düşman saflarına katıldı. On üç yılın ardından hilekar bir adamın azıcık kışkırtmasıyla yüzlerce memur isyan edip koca bir şehri katlettiler. Onların kişiliklerini bir kenara bırakalım. Sorun hanedanlığın idaresinin ta kendisinde. Temelleri çürümüş. Bunca yıl bir ayağı çukurda yaşadıktan sonra ölmesi gerekiyor.”


   Qin Zhao ona baktı. "...Gerçekten bu noktaya gelmek zorunda mıyız?"


   "Li ailesinin hanedanlığı kuran imparatoru başnazırlığı lağvettiğinde değişmez bir kural koydu: Ataların yasaları değiştirilemez." Chu Mingyun küçümserce gülümsedi. "Sence Li Yanzhen atalarının emirlerine karşı çıkmaya cesaret edebilir mi? Yahut soyluların ordularına karşı koyabilir mi?”


   Qin Zhao bir süre sessiz kaldıktan sonra, "Onu tahttan çekilmeye mi zorlayacaksın?" diye sordu.


   Chu Mingyun başını iki yana salladı. "Shiyu ne yapmak istediğimi zaten bildiğinden onun korumasız kalması pek olası değil. Kuvvetlerimin daha yeni hasar gördüğünü söylememe bile gerek yok. Onu tahttan çekilmeye zorlamak şu anda izlenecek en akılsızca yol. Li Yanzhen birkaç gün içinde şehirden ayrılarak imparatorluk konağında Qianqiu Festivali için ziyafet hazırlatacak. Birilerini alıp bölgede pusu kurarak beklersin. O öldüğü sürece tüm yetkililerin tahtı benim almam için yalvarmalarını sağlayacak bir yolum olacak elbette.”


   "Emrin olur."


   "İmparatorluk ordusu zaten benim elimde. Ayrıntılar için daha fazla düzenleme yapacağım. O zaman, harekete geçmek için dönüş yolculuğunu beklerseniz de çok geç olmayacak. Bırakalım da küçük imparator son anlarına kadar iyi vakit geçirsin." Chu Mingyun'un dudaklarında soğuk bir gülümseme belirdi. Yavaşça, "Ne yaşam vakitlidir ne de ölüm, bu kulağa oldukça hoş geliyor, değil mi?" dedi.