Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 75: "Geri adım atmak diye bir şey yok."

 

   Weiyang Sarayı'nda Başcariye Jiang Yuan aynanın önünde oturmuş, hizmetçilerin onu hazırlamasına bırakmıştı kendini.


   Saçlarını bağlayan genç saray hizmetçisi, aynada yansıyan güzel yüze bakıp gülümseyerek, "Herkes dün gece dans eden dansçı kadının güzel olduğunu söylüyor ama bendenizin fikrince hanımım, siz çok daha güzelsiniz. Majesteleri gözlerini sizden alamıyor bile!” dedi.


   Jiang Yuan gülmeden edememekle beraber öfke göstererek, "Horozların bile yeni uyandığı şu saatlerde neler saçmalıyorsun?" dedi.


   "Bendenizin hangi sözü saçmalık? Dün geceki heyelan çok tehlikeliydi ama majesteleri hanımımı kollarına alarak korudu. Diğer cariyeler bu lütfa mazhar olmayı düşünmeye bile cesaret edemezler muhtemelen." diyerek güldü hizmetçi. "Dahası majesteleri yine size eşlik etmeye gelmiyor mu?"


   "Çok akıllısın." Jiang Yuan ona baktı. Gülümsemesi genişledi. "Git ve majestelerinin doğum günümde bana verdiği taşlı tokayı getir."


   "Emredersiniz." Genç hizmetçi tarağı bıraktı, kutuyu almak için dışarı çıktı.


   Yanında sessizlik içinde duran diğer hizmetçi aniden makyaj yapmayı bıraktı. Öne çıkarak gizlice kolundan Jiang Yuan'a bir kağıt parçası uzattı.


   Jiang Yuan bir anlığına şaşkına döndü. Kağıdı açtığında yüzündeki gülümseme aniden durgunlaştı. Aniden başını kaldırdı, ifadesi belirsizleşti. Dar, ince kağıdın üzerinde anlaşılması zor olmayan tek bir cümle vardı. Kağıdı ellerinde sertçe buruşturdu, elini göğsüne götürdü.


   Bu sırada genç hizmetçi kutuyla geri geldi. Kutuyu açtı ve gülümseyerek, "Hanımım, bendeniz sizin için taksın mı bunu?” diye sordu.


   "Hayır." Jiang Yuan kendine gelir gibi oldu. Aceleyle ağzını açtı. "Gidip majestelerine de ki sakın gelmesin... Evet, sakın ha sakın gelmesin. Hasta olup dinlendiğimi, kimseyi göremeyeceğimi söyle!”


   Genç hizmetçi ona şaşkınlıkla baktıysa da daha fazla soru sormaya cesaret edemedi. Emri kabul ederek mırıldandı, çıkmaya yeltendi.


   "Bekle, dur!" Jiang Yuan birden sesini yükselterek ona seslendi. Genç hizmetçi durup baktığında yalnızca başcariyenin sırtının titrediğini, sonra derin bir nefes alarak sakinleştiğini gördü. Derin bir sesle, "Gitme, geri gel." dedi.


   Genç hizmetçi kafası karışarak onun yanına doğru yürüdü.


   Jiang Yuan aynada kendine bakarak yavaşça gülümsedi. Gözlerinde bir hüzün parladı. "Benim için tokayı tak hadi. Sonra elbiselerimi değiştir. Ardından yiyecek ve içecekleri hazırla. Majestelerini güzel karşılayalım."


   Kısa bir süre sonra Li Yanzhen geldi. Salona girip Jiang Yuan'ı görünce gözleri ışıl ışıl parlayıverdi. Gülümseyerek, "Ne şık giyinmişsin sevgilim! Güzel bir şey mi oldu?" dedi.


   Jiang Yuan elini kaldırarak hizmetçilere geri çekilmelerini işaret etti. Li Yanzhen'e gülümsedi. "Majestelerinin gelmiş olması en güzel şey değil mi?"


   "Pekala." Li Yanzhen gülümsedi. Arkasını dönerek hadımlara ve görevlilere gitmelerini emretti. Salonda sadece ikisi kalmıştı. Jiang Yuan'ın elini tutarak oturdu. Lezzetlerle dolu masayı süzdü. Ona tekrar bakmaktan kendini alamadı. "Gerçekten söyleyeceğin bir şey yok mu?"


   Jiang Yuan bir an sessiz kaldı. "Majesteleri bu kadar soruyorsa madem, söyleyeceğim bir şey var." Li Yanzhen'e baktı. "Dün akşam durum son derece tehlikeliyken majesteleri beni kollarına çekti. Majestelerinin o sırada ne düşündüğünü sorma cüretini gösterebilir miyim?"


   Li Yanzhen gülmeden edemedi. "Bunu neden sormak istiyorsun?"


   "...Birdenbire merak sardı."


   Li Yanzhen başını salladı. "O sırada hiçbir şey düşünmemiştim. Sevgilimin de söylediği gibi, durum tehlikeliydi ve düşünecek zamanım yoktu. Sen hemen yanımdaydın, tehlikede olmana nasıl izin verebilirdim?"


   Bu sefer Jiang Yuan uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra yavaşça konuştu. "Geriye dönüp baktığımda, bendeniz saraya girdiğinden bu yana neredeyse bir yıl geçti. Majesteleri, bana karşı her zaman özel bir teveccüh gösterdiniz. Bana daima güvendiniz. Gerçekten borcumu nasıl ödeyeceğimi bilmiyorum…”


   Li Yanzhen bunu duyduğunda yüksek sesle güldü. "Sevgilim, aptalca konuşuyorsun. Zatımın yanında olman yeterli. Daha ne borcundan bahsediyorsun?”


   Tüm ülke onun emri altında olsa da Li Yanzhen nihayetinde gençti ve tahta geçeli çok olmamıştı. Yüz hatlarında narinlik ve gençlik vardı. Gülümsediğinde delikanlı havası daha da açığa çıkıyordu. Jiang Yuan bir anlık düşüncelere daldı. Kalbine dolan acılık gözyaşlarına dönüştü. Aceleyle başını indirdi, kendini sakinleştirdi, gözlerini tekrar kaldırdı ve gülümsedi. Şarap testisini alarak bir fincan şarap doldurdu. "O halde bu şarap bendenizin duygularını ifade etmek için olsun. Hayatımın geri kalanında majesteleriyle birlikte olmak istiyorum."


   Li Yanzhen fincandaki berrak şaraba baktı. Sonra tuhaf bir bakışla Jiang Yuan'a döndü. Nihayet gülümsedi, fincanı kaldırarak hepsini tek seferde içti. O farkında değilken Jiang Yuan gözlerini indirdi. Gözyaşları düşüyor, altın işlemeli kollarını ıslatarak koyu renkli benekler bırakıyordu.


   Hâlâ halledilmeyi bekleyen hükûmet işleri olduğu için Li Yanzhen uzun süre kalmadı. Jiang Yuan onu saraydan uğurladı. İmparatorluk tahtırevanının ağır ağır görüş alanından kaybolmasını izledi. Yavaşça, bitkin halde yere diz çöktü. "Aptal çocuk..." Gülümserken hıçkırıklara boğuldu. Kolundan porselen bir şişe çıkardı, başını kaldırarak tüm hapları yuttu. Gözleri ise sıcacık ve neşeliydi. "Senden önce ineceğim aşağı. Umarım bundan sonraki hayatımızda senin ablan olabilirim. Sana borçlu olduğum her şeyi ödeyeceğim, hayatının geri kalanında seni güvende tutacağım..."


   Jiang Yuan öne doğru eğildi, yavaşça secdeye kapanarak alnını yere dayadı. O kadar sessizdi ki çıt çıkmıyordu. Dudaklarının köşesinden mermer zemine kan damlıyor, kıpkırmızı parlıyordu.


   Saray yolundaki imparatorluk tahtırevanından aniden korkunç bir öksürük duyuldu. Sesi yürek parçalayıcıydı. Görevli alelacele perdeyi açtığında işlemeli halının üzerine büyük bir kan birikintisi gördü. Li Yanzhen’in gözleri sımsıkı kapanmış, kendisi kenara doğru düşmüştü. Yüzü ölü gibi solgundu. Bilincini kaybetmişti.


***


   Bugün izin günüydü ancak Changan’ın önemli mevkilerdeki yetkilileri aynı anda acil bir emir almış; gizlice saraya girmeleri gerektiğini, yüce divanın toplanacağını duymuşlardı.


   Yüce divan, sabah divanından farklıydı. Başkomutan ve başmüfettiş beraber başkanlık eder, yalnızca hanedanlığın mühim yetkilileri katılırdı. Tartışma konusu daima devletin en önemli meseleleri olurdu. Yüce divanda bir görüşe varıldıktan sonra sonuçlar rapor edilir, divan huzurunda imparatorun nihai kararına sunulurdu. Bu seferki yüce divan bildirisi ansızın ve son derece aciliyetle verilmişti. Yetkililer savsaklamaya cesaret edemediler, aceleyle resmî cübbelerini giyinerek birer birer saraya koşturdular. Ancak sarayın salonundan içeri girdiklerinde durumun muhtemelen düşündüklerinden çok daha ciddi olduğunu fark ettiler.


   Başkomutan Chu sol başköşede oturuyordu. Gözleri aşağıda, kimseye bakmadan elindeki katlanır yelpazeyle oynuyordu. Su Bey ise sağ başköşede oturuyor, elinde bir fincan çay tutuyordu. Uzun bir süre kimseden çıt çıkmadı. Orada bulunan nazırlar, nazır yardımcıları ve vekil müfettiş birbirlerine baktılar. Ses çıkarmaya cesaret edemediler. Yalnızca huzursuzca bekliyorlardı. Geniş salon neredeyse ölüm sessizliğine bürünmüştü.


   Sonunda Su Shiyu elini kaldırdı, saray hadımlarının hepsi geri çekilerek salonun kapılarını sımsıkı kapattı. Ayağa kalktı. Etrafını süzdükten sonra, "Hepinizi buraya aceleyle çağırdım, durum gerçekten de aciliyet gösteriyor. Sizin de kendinizi hazırladığınıza inanıyorum. Ama lütfen bir şey daha söylememe izin verin: Bugün sarayda yaşananların tek bir kelimesi bile dışarıya sızdırılamaz." dedi.


   Yetkililer hep bir ağızdan “Evet,” cevabını verdiler.


   Su Shiyu bir an duraksadı, Chu Mingyun'a baktı. O hâlâ sandal ağacından yapılma yelpazesini açıp kapatıyordu, umursamaz bir duruşu vardı, ağzını açmaya en ufak bir niyeti yoktu. Su Shiyu gözlerini ondan aldı. İç geçirerek devam etti. "Majesteleri az önce sarayda zehirlendi ve komaya girdi. İmparatorluk doktorları kendisini iyileştirmek için ellerinden geleni yapsalar da durum pek iç açıcı değil."


   Kötü bir şey olduğunu hissetmiş olmalarına rağmen kimse bu tür bir haberi beklemiyordu. Ortalık anında karıştı. Ceza Nazırı Lu Shi'nin tepkisi daha bir sertti. Telaşla, "Sarayda mı zehirlendi?! Ne tür bir insan bu kadar pervasız olmaya cesaret edebilir? Katili yakalayabilir miyiz?" diye sordu.


   Diğerleri de uğultuyla konuşuyordu. "Dün gece konakta bir kaza yaşandı ve bugün de majesteleri sarayda bir felaketle karşılaştı. Su Bey, böylesine vicdansız ve cüretkar bir kişi ağır bir şekilde cezalandırılmalıdır ya! Katilin izini hâlâ bulamadınız mı?"


   "Herkes sakin olsun.” dedi Su Shiyu. "Olayın nedenini bulmak ve gerçek suçluyu yakalamak imparatorluk ordusunun sorumluluğudur, bizim önceliğimiz bu hengameyle nasıl başa çıkacağımızdır. Korkarım majesteleri bu günlerde tahta oturamayacak. Sarayın istikrarsızlığını nasıl önleyebiliriz, fırsattan yararlanmak isteyenlerin içeri girmesine nasıl mani oluruz, bir fikriniz var mı?"


   Herkes birbirine baktı. Hiçbirinin fikri yoktu. Sonuçta haberi yeni öğrenmişlerdi, çoğu hâlâ kafa karışıklığı içindeydi. Ağzını ilk açan yakınında duran vekil müfettiş oldu. "Sizin aklınızda ne var acaba efendim?"


   Su Shiyu kalabalığın bakışlarına karşılık verdi. Aynı zamanda hafif bir sesle, "Fikrimce, majestelerinin koma haberi gizlenmeli ve bir mazeretle sabah divanı geçici olarak askıya alınmalı. Önemli meselelerin karara varılması yüce divana bırakılmalı, nazırlıklar istikrarlı bir şekilde hareket etmeli ve halkın kalbinin çalkantılı olmasını önlemek için her zamankinden farklı olmamaya çalışmalıdır. Düşmanın kafasını karıştırabilirseniz düşüncesizce hareket etmeye cesaret edemezler. Herhangi bir değişiklik olursa da umarım ki hepiniz ihtiyatlı davranır, keyfi kararlar almazsınız." dedi.


   "Su Bey’in fikrine katılıyorum." Lu Shi doğrudan başını salladı.


   Vekil müfettiş de, "Buna hiçbir itirazım yok." dedi.


   Su partisi yetkilileri birbiri ardına desteklerini açıkça ortaya koyarken Chu partisi yetkilileri sessizce birbirlerine bakıp sessiz kaldılar. Ve beklendiği gibi yavaş bir ses duyuldu.


   "Bunun uygun olduğunu düşünmüyorum."


   Su Shiyu gözlerini hafifçe kıstı, Chu Mingyun'a bakmak için başını çevirdi. Hâlâ yelpazesiyle oynuyordu, indirilmiş kirpikleri ifadesini saklıyordu. Farkında olmadan sesini yumuşatarak, "Chu Bey, hangi kısmı uygun bulmuyorsunuz?” diye sordu.


   “Uygun tek bir tarafı yok.” Chu Mingyun duygusuzca kıkırdadı. "Su Bey saraydaki haberleri çabucak engelledi. Ancak Başcariye Jiang’ı kışkırtan kişi neler olduğunu bilmeyecek mi? Sizden mi haber bekleyecek sanki?”


   “Peki sizin aklınızda ne var Chu Bey?”


  “İşe koyulduğuna göre bir planı olsa gerek. Bu bir isyanın habercisi gibi görünüyor bana. Zamanında müdahale edebilmek için derhal şehir dışından elli bin seçkin askeri başkente getirmeli ve tüm mühimmatı hazırlamalıyız."


   "Elli bin seçkin asker mi?!" diye alçak sesle haykırdı biri.


   Chu Mingyun gözlerini kaldırmadan Harbiye Nazırı Zheng Ran'a, "Siz ne düşünüyorsunuz Zheng Bey?" diye sordu.


   “Bu naçizane, Chu Bey’in söylediklerinin son derece doğru olduğunu düşünüyor." diyerek cevapladı Zheng Ran. "Sadece bu iki günde yaşanan olaylardan bile karşı tarafın kurtça hırslarının gün gibi ortada olduğunu ve bundan kaçınılamayacağını görebiliyoruz!" 


   "Zheng Bey her zaman Chu Bey’le hemfikir olmuştur. Korkarım onun görüşleri yeterince ikna edici değil." diyerek alay etti Lu Shi.


   Harbiye Nazırı Yardımcısı Xu Yin de alaycı bir kahkaha attı. “Lu Beyin bu sözleri çok garip. Bizim Harbiye Nazırlığı’nın görüşleri yeterli güveni vermiyor da sizin Ceza Nazırlığı güven mi saçıyormuş?” diyerek onu hicvetti. “Ayrıca Su Bey henüz ağzını bile açmadan Su partisinin Lu Bey’i karşılık vermeye niçin bu kadar telaş ediyor?”

 

   "Seni!.."


   "Yüce divanda kavga mı edeceksiniz?" dedi Su Shiyu sakince.


   "...Kusura bakmayın." Lu Shi asıl yerine geri döndü. Xu Yin yüzündeki ifadeyi değiştirmeden Su Shiyu'ya gülümseyerek ağzını kapattı.


   Hava bir an için biraz yoğunlaştı. Su Shiyu Chu Mingyun'a baktı ve usulca içini çekti. "Gerçekten Chu Bey’in öngördüğü gibi olsa bile diğer taraf henüz harekete geçmedi. Tebaa olarak bizlerin izin almaksızın askerleri şehre sokması muhtemelen diğer tarafın şüphelenmesine neden olacak ve hamle yapması için eline mazeret vermiş olacağız.”


   Chu Mingyun alçak sesle güldü. "Sonuç olarak Su Bey’in endişesi halkın güvenini kaybetmek mi yoksa hükûmetten birinin çok fazla askeri güce sahip olması mı?”


   Bu sözlerin anlamı daha da açık olamazdı. Orada bulunan tüm erkanın kalbi sıkıştı, salon tamamen sessizliğe büründü.


   Su Shiyu bir an sessiz kaldı. Sonra daha yavaş bir ses tonuyla, "Herkesin kendi görüşünde diretmesi bir başarı getirmeyecektir. Uzlaşmamız daha iyi olur. Siz de biz de bir adım geri atalım..."


   "Geri adım atmak diye bir şey yok." Chu Mingyun onun sözünü kesti. "Elli bin seçkin asker lafı ağzımdan öylesine çıkmış değil. Tek biri bile eksik olmayacak. Peki siz nasıl uzlaşmak istiyorsunuz Su Bey? Hiçbir sorun yokmuş gibi davranarak mı? Başkente asker sevk etmek için bir neden yok mu? Askerler başkentte konuşlandırıldıktan sonra sabah divanında kim hâlâ sakin kalabilir diye mi düşünüyorsunuz? Tek bir seçeneğiniz var: Kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz?” 


   Su Shiyu'nun gözleri derinleşti. Sessizdi.


   Aniden yumuşak bir ‘pat’ sesi duyuldu, Chu Mingyun sandal ağacından yelpazesini kapatmıştı. Sonunda gözlerini kaldırarak Su Shiyu'ya baktı, gözleri denizler kadar derindi. Salondaki saray erkanının bakışlarına aldırmadan ayağa kalktı, yavaşça Su Shiyu'ya doğru yürüdü.


   Su Shiyu hafifçe kaşlarını çattı, hareketsiz kaldı. Chu Mingyun onun önünde durdu. Usulca eğilerek kulağına yaklaştı. Tüy kadar hafif bir iç geçirdi. Sıcak nefesi, konuşmasıyla tenine düştü. “Şu anki bu görünümün gerçekten biraz sevimsiz ah.”


   Su Shiyu afalladı. Chu Mingyun başını kaldırarak ona tekrar baktı, sonra arkasını dönerek dışarı çıktı.


   Diğerleri fısıltıları duyamadı, yalnızca Chu Mingyun'un gidişini izliyorlardı. Xu Yin ise telaşlandı ve aceleyle sesini yükseltti. "Chu Bey, neden gidiyorsunuz? Sonuç henüz kararlaştırılmadı!"


   Chu Mingyun salonun kapısından çıktı. Başını bile çevirmeden, "Fikrimi değiştirmeyeceğim. Tartışılacak bir şey yok." dedi.


   Hepsi bir ağızdan Su Shiyu'ya baktılar. Su Shiyu kendine geldi ve çaresizce iç çekti.


***


   Daha sonra konağa döner dönmez Su Bai onu selamladı ve sesini alçalttı. "Genç efendi, eve getirdiğiniz Linglong Hanım siz yokken kendi başına çalışma odasına gitti. Astınız talimatlarınıza göre her şeyi toparlamıştı. Onun gördüğü şey tamamen sahte belgelerdi. Tahmin ettiğiniz gibi birisiyle gizlice iletişim kuruyor."


   Su Shiyu başını salladı. "Bu doğrultuda araştırmaya devam edin, fark edilmemek için dikkatli olun."


   "Biliyorum, hepsi gizli!"


   Su Shiyu gülerek ona baktı. "Peki ya senden hazırlamanı istediğim şey?"


   "Hazır." Su Bai güzel kokulu ahşaptan yapılma küçük bir kutu uzattı.


   Su Bai raporunu sunduktan sonra kendi başına ayrıldı. Çalışma odasına geri döndü. Bir süre sonra kapı hafifçe çalındı. Beyaz elbiseli kız elinde bir tepsiyle içeri girdi. Ona bakmaya cesaret edemeyerek başını eğdi, utangaç bir şekilde gülümsedi. "Efendim."


   Su Shiyu fırçasını bir kenara bırakarak hafifçe gülümsedi. "Burada yaşamaya alışabildin mi?”


   Linglong başını salladı. "Hem de nasıl." Yaklaştı. "Bendeniz aslında sabah erkenden sizi görmeye gelmek istemişti fakat siz aceleyle çıktınız..."


   "Beyaz kıyafetleri seviyor musun?" diye aniden sordu Su Shiyu. Linglong bir an şaşkına döndü. Belirsizce ona baktı. Su Shiyu anlayarak ona gülümsedi. "Tercihleri karşılamak için bu kadar özel bir çaba sarf etmene gerek yok."


   Bu sözlerde bir mana vardı. Linglong açıkça şaşırmıştı. Bir şey söylemek üzereyken onun nazik bir sesle, "Kıpırdama." dediğini duydu.


   Linglong kaskatı kesildi. Su Shiyu'nun elindeki zarif ahşap kutuyu açıp yeşimi parıldayan, kırmızı yeşim kakmalı gümüş bir saç tokası çıkarmasını izledi. Su Shiyu biraz daha yaklaştı, düşünüyor gibi görünüyordu. Linglong başını kaldırıp da ifadesine bakmaya cesaret edemedi. Tek görebildiği gümüş işlemeli bembeyaz bir yakaydı. Yatıştırıcı tütsünün kokusunu duydu. Vücudu daha da sertleşti. "Efendim..."


   Saçlarına hafifçe serin bir dokunuş dokundu. Su Shiyu'nun geri çekildiğini gördü. Ona iyice bir baktı ve, "Gerçekten. Sana beyazdan daha çok yakıştı." dedi.


   Linglong'un yüzü hafifçe kızardı. "Teşekkür ederim efendim." Bunu söyledikten sonra başını tekrar eğmeden edemedi. Ancak o zaman elindeki tepsiyi bırakmadığını fark etti. Aceleyle, "Bu arada, bendeniz atıştırmalık hazırlamıştı. Tadına bakmak ister misiniz efendim?” diye sordu.


   "Üzgünüm, çalışma odasında yemek yemiyorum..." diyordu ki Su Shiyu aniden bir şeyi hatırladı. Kendini tutamayıp başını sallayarak gülümsedi. "Boş ver. Uzun zaman önce bir istisna yapmıştım. Bırak gitsin."


   Linglong kendisine söylendiği gibi atıştırmalıkları bıraktı. Ona dikkatlice baktı ve kendini tutamayarak, “Birini mi düşünüyorsunuz efendim?” diye sordu.


   "Gerçekten de birini düşünüyorum." dedi Su Shiyu.


   "Efendimizin gülümsemesi çok güzel. Öncekiler gibi değil." Linglong alt dudağını ısırdı ve "Sevgilinizi düşünüyor olabilir misiniz?" diye şaka yaptı.


   Su Shiyu onun sözleri karşısında hafifçe irkildi. Sonra gülümseyerek, "Evet." dedi.


   Linglong böyle bir cevap almayı beklemiyordu. Bir an duraksadı, kirpikleri titredi. Biraz hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu. Fısıldayarak, "Efendimizin sevgilisi olabilmek büyük bir lütuf. Eminim ki nazik ve dünya güzelidir de.” dedi.


   "Güzel olmasına güzel, inanılmaz güzel. Nezakete gelince..." Su Shiyu ender görülen uzunlukta bir sessizliğe büründü. Tekrar konuştuğunda ses tonunda anlaşılması güç incelikte bir dargınlık vardı. "...Biraz bile nasibini almamış. "


***


   Nezaket yoksunu Chu Mingyun sandalyeye yaslanmış, ifadesiz bir yüzle vekil müfettişe bakıyordu.


   Chu Mingyun'un izinsiz ayrılması nedeniyle yüce divan karara bağlanmadan dağıldığıyla kalmıştı. Vekil müfettiş ona karşı hoşnutsuzluk besliyordu ama nihayetinde Su Shiyu'nun emriyle gelmişti. Böylece işine sadık kalarak ağzını açtı. "Bu naçiz memur aldığı emre göre, efendimizin dikkatli müzakerelerden sonra Chu Bey ile aynı fikirde olduğunu iletmeye geldi. Ancak yine de kabul edebileceğinizi umduğumuz iki şart var." Durakladı ve Chu Mingyun'un sessizliğini görünce devam etti. "İlk olarak, ne olursa olsun, Chu Bey’den majestelerinin koma meselesini gizli tutmasını istiyoruz. İkincisi, elli bin seçkin askerin konuşlandırılmasına ve generallerin seçimine karar vermek size kalmış. Başka hiç kimse buna karışmayacak. Ancak Changan’a girmelerine izin verilmeyecek. Ne diyorsunuz Chu Bey?”


   Chu Mingyun kayıtsızca gözlerini ondan aldı. "Olur."


   Beklediğinin ötesinde gelen bu çabuk ve açık cevap karşısında vekil müfettiş şaşırıp kaldı. Fakat bu tam da istediği şeydi. Bu yüzden ona daha fazla bir şey söylemeye gerek duymadı ve doğrudan oradan ayrıldı. Vekil müfettiş ayrılır ayrılmaz Qin Zhao kapıyı iterek içeri girdi.


   "Abi, başkent içinde ve dışındaki ticari malların arama kapsamını altı ay kadar genişlettik ama hâlâ barutla ilgili bir şey bulamadık. Yue Yuxuan Bayındırlık Nazırı görevine geldikten sonra su taşımacılığındaki kaçaklara bile son vermiş. Herhangi bir anormallik yok."


   "Bulamıyor musunuz?" Chu Mingyun kaşlarını hafifçe çattı. Aniden kendi kendine mırıldandı. "Barut, kaçakçılık, Bayındırlık Nazırı… Tan Jing?"


   "Tan Jing mi? Uzun zaman önce idam edilen eski Bayındırlık Nazırı mı?" diye sordu Qin Zhao.


   "Ahh, sahiden ihmalkar davrandım." Chu Mingyun elini çenesine koydu. "Git de Tan Jing'in barut deposuna ne olduğunu öğren."


   "Başüstüne." diyerek cevap verdi Qin Zhao. Başını kaldırdığında abisinin kayıtsızca gözlerini indirdiğini ve bir şeyler düşündüğünü gördü. Az önce kapının dışındayken vekil müfettişin söylediklerini hatırladı. Açıkça istenen sonucu elde etmişti fakat Chu Mingyun hiç de mutlu görünmüyordu. Qin Zhao'nun zihni fırtına gibi esti, açıkça konuşmaktan kendini alamadı: "Su Shiyu daha yeni bir güzelliğe kavuştu. Evinde onunla birlikte olsa gerek. Bu yüzden siyasi işler için şahsen gelmeyecektir. Belki de çok geçmeden Su ailesinin bir tane daha küçük genç efendisi olur…”


   Chu Mingyun gözlerini kaldırarak ona baktığında Qin Zhao yüzünü kaskatı keserek son kelimelerini yuttu.


   Bir anlık sessizliğin ardından Chu Mingyun alçak sesle güldü. "Bu konuda endişelenmiyorum. Shiyu'nun taştan bir kafası var. O dansçı çırılçıplak soyunup karşısına dikilse bile bunu pek düşünmez."


   "Korkarım sen de onun önünde anadan üryan dursan aynı şey olurdu." Qin Zhao yine ağzının tadını kaçırmaktan geri durmadı.


   "Bu tam olarak doğru değil." Chu Mingyun başını hafifçe eğdi. Bir süre düşündü. "Benim gerçekten rahatsız olduğumu düşünürdü."