Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 78: "Neden öldürmüyorsun beni?"

 

   Bundan sonraki yedi gün boyunca Su Shiyu'dan hiçbir haber çıkmadı. Nihayet uzaklaştırma cezasının bittiği gün Chu Mingyun onu sabah divanında gördü.


   Su Shiyu sağ başta duruyor, her zamanki gibi hafifçe kapadığı gözleriyle zarafetini sergiliyordu. Chu Mingyun ona bir baktığında biraz daha zayıf göründüğünü hissetti. Çene kemiğinin hatlarından muntazam bir çizgi çekiliyor da belirgin boyun hatlarında sığ vuruşlar bırakıyordu.


   Sabah divanının ardından Li Yanzhen Su Shiyu’yu bir şeyler sormak için çağırdı, Chu Mingyun sarayın kapısından tek başına çıktı. Adımları hafifçe durakladı, sonra sessizce kırmızı saray duvarına yaslandı.


   Changan’da hava gittikçe soğuyordu. Bulutlar alçalmış, çamlar yoğunlaşmıştı. Titreten rüzgarın içinde kar taneleri uçuşuyor, minik pırıltılarla omuzlarına dökülüyor ve hafif bir ıslaklık bırakıyordu. Chu Mingyun düşüncelere dalmış, kendinde değilken gözleri ulaşılmaz ufuğa bakıyor gibi görünüyordu.


   Ne kadar beklediğini bilmiyordu ki Chu Mingyun tanıdık ayak seslerini duydu. O henüz başını çeviremeden sessizliğin içinde aniden yumuşak bir ses çınladı.


   “Su Abi!”


   Yoktan yere ortaya çıkan genç bir hanım koşturarak onu karşıladı. Parmak uçlarında yükseldi, yeşil bir şemsiyeyi kaldırarak rüzgar ile karı engelledi, aynı zamanda şahsı tamamen şemsiyenin altına aldı. Tek görebildiği, karlar gibi beyaz kıyafetleriydi.


   Chu Mingyun hafifçe kaşlarını çattı, sonra onun Xiangyang’daki qin çalgıcısı olduğunu hatırladı.


   Lan Yi öylesine başını çevirdiğinde onu tam karşısında görünce bir anlığına şaşkına dönmekten kendini alamadı. Onun tuhaf ifadesini gören Su Shiyu elindeki şemsiyeyi alarak kaldırdı, baktığında ise pofuduk karın üzerinde silik ayak izleri olduğunu, sarayın kızıl duvarının su iziyle lekelendiğini fakat kimsenin olmadığını gördü. “Ne oldu?”


   Lan Yi arkasını döndü, tereddütle başını salladı. "Bir şey yok."


   Su Shiyu bunun üzerinde durmak yerine, "Neden aniden başkente geldin?" diye sordu.


   "Genç efendi…" diye sesini alçalttı Lan Yi. "Bir şey oldu."


   Su Shiyu etrafına bakınarak ona sessiz olmasını işaret etti. Ancak konağa dönüp çalışma odasına girdiğinde cübbesindeki karları temizleyerek konuşmaya başladı. "Rapor vermek için bizzat senin başkente gelmene ve bir an bile gecikmeye cesarert edemeyerek sarayın önünde beklemene bakılırsa büyük bir mesele var sanırım. Doğru mu?”


   Lan Yi doğruca, "Genç efendi, gerçekten de majesteleri kısa bir süre önce zehirlenip komaya mı girdi?" diye sordu.


   Su Shiyu duraklayarak ona baktı. "Bunu nereden öğrendin?"


   "Yani bu doğru mu?" Lan Yi biraz ciddi görünüyordu. "Birkaç gün önce Luoyang'a uğradım, özel bir ziyafet için qin çalmaya davet edilmiştim. Benim dışımda sadece iki üç konuk vardı. Daha sonra çok fazla içtiler, benim orada olduğumu tamamen unuttular. Konuşmalarını dinlediğimde ziyafet sahibinin aslında Hejian Valisi’nin başvekili Yuan Min olduğunu fark ettim. Majestelerinin zehirlenme meselesini konuşuyorlardı.”


   "Bu konuya dair haberleri derhal engellemiştim. Hükûmet içinde bunu az sayıda kişi biliyor. Ta uzaktaki derebeyliktekiler bunu nasıl bilebilir?” diyerek düşündü Su Shiyu. "Xiling Valisi’nin de bununla bir alakası olabilir mi? Yoksa soylular bir isyan çıkarmak için güçlerini birleştirmeyi mi planlıyor?"


   "İsyan çıkaracaklarını sanmıyorum" Lan Yi başını salladı. "Yuan Min'in sözleri endişe doluydu. Ayrıca duyduğuma göre sarayın, majestelerinin zehirlenmesinin soyluların başının altından çıktığından şüphelendiğini ve asker göndererek onları tamamen temizlemek istediklerini söyleyen gizli bir mesaj almış. Genç efendi, biliyorsunuz ki Lütuf Fermanı’ndan bu yana derebeyliklerin toprakları bölündü. Varis oğulları ile kardeşleri birbirleriyle savaş halinde. Epeydir kumlar gibi dağılmış durumdalar. Hejian Valisi hükûmetin derebeylikleri parçalama niyetinde olduğunu biliyor, bu sefer gerçekten hepsini öldürmek istediğinizden korkuyor."


   Su Shiyu hafifçe kaşlarını çattı. "Sarayın derebeylikler üzerine yürümek gibi bir niyeti yok. Aldıkları haber sadece birileri tarafından kasıtlı olarak yayılmış."


   "Bir de genç efendi, haberi alan sadece Hejian Valisi değil. Yuan Min’in söylediğine göre bu seferki gelişinin sebebi yem atmakmış. Hejian Valisi’ne güvenen birkaç vali adına yola çıkmış. Üzerindeki baskı o kadar büyük ki eğer işler yolunda gitmezse geri dönmeye yüzü olmayacak." 


   "İşler yolunda gitmezse mi?" Su Shiyu'nun gözleri hafifçe kısıldı. "Ne olması gerekecekmiş?"


   "Bunu bilmiyorum." dedi Lan Yi. "Yuan Min biraz korkmuş gibi görünüyor, konuşurken belli kelimelerden özellikle kaçındı.”


   Su Shiyu uzun süre düşünerek iç geçirdi. "Daha fazla dikkat edeceğim. Eline sağlık, çok zahmet ettin."


   Lan Yi gülümsedi. "Lafı mı olur genç efendi..."


   Bu sırada Su Bai aniden kapıyı iterek içeri girdi. "Genç efendi, Bayındırlık Nazırı Yue..." Lan Yi'yi gördüğü anda sesi değişti. Gözlerindeki şaşkınlık açıkça görülmesine karşın dudaklarının köşeleri aşağı kıvrılmıştı. "Hey, Changan’a ne diye geldin?”


   Lan Yi ona baktı, sonra başka tarafa dönerek homurdandı. "Seni görmeye gelmiş değilim herhalde.” 


   “Senin beni görüp görmemen kimin umurunda?” Su Bai’nin sesinden tiksinti akıyordu. "Bana kızma da yine mi şişmanladın sen?”


   Lan Yi aniden başını çevirdi. Gözlerini belertti. "Seni kör!.."


   "Siz ikiniz daha sonra kavgaya tutuşun." Su Shiyu çaresiz görünüyordu. Su Bai'ye baktı. "Ne oldu?"


   Su Bai aceleyle bakışlarını ondan aldı. "Yue Bey sizi bir restoranda yemeğe davet ediyor.” 


   "Ne için olduğunu söyledi mi?" diye sordu Su Shiyu.


   "Hayır, sadece oraya mutlaka gitmenizi umduğunu söylüyordu."


***


   Ayaz şehri sarıyordu. Yeşil tuğlalar ve siyah kiremitler rüzgarla uçuşan beyaz karlara karşı zıtlık oluşturuyordu. Fırça serbestçe yuvarlanmış da bir resim çizmiş gibiydi sanki. Rüzgarın sesi dünya koşuşturmacasını alıp götürüyordu. Şehir kapıları nispeten daha bir sakin, yan sokaktaki bir restoran ise olabildiğine ıssızdı. Lobide tek bir müşterisi bile yoktu. Keza restoran sahibi de iz bırakmadan geri çekilmişti. Siyahlara bürünmüş gölge muhafızlar merdivenlerin her iki yanına dikilmişlerdi. Üst kattaki tek özel odada iki kişi karşılıklı oturuyordu.


   Orta yaşlı, nazik yüzlü adam tahta kutuyu masanın üzerine koyarak itti. "Lütfen." 


   Saf beyaz parmaklar seladon şarap küpünü gevşetti. Chu Mingyun gelişigüzel bir şekilde uzanıp ahşap kapağı kaldırdı. Saf altınla dolu kutu parıldadı. İfadesizce tekrar kapattı. "Yuan Bey, bununla ne demek istiyorsunuz?"


   Hejian Valisi’nin başvekili Yuan Min gülümsedi. "Minnettarlığımızın küçük bir göstergesi, samimiyetimizi göstermek için."


   Chu Mingyun şarap küpünü tekrar kavrayarak fincanı doldurdu. "Anlamıyorum, neden söyleyeceklerinizi söylemiyorsunuz?"


   "Chu Bey gerçekten açık sözlü." Yuan Min durakladıktan sonra ihtiyatla devam etti. "Buraya valimin emriyle geldim. Umarız Chu Bey kriz zamanlarında yardım elini uzatabilir."


   Chu Mingyun yarım yamalak bir gülümsemeyle ona baktı. "Bana felaket getirmeye mi niyetlisin?”


   Yuan Min'in ifadesi sertleşti. "...Demenize bakılırsa, öyle görünüyor ki edindiğimiz bilgiler doğru." Uzun bir iç çekti. "Madem ikimiz de her şeyin açıkça farkındayız, dosdoğru söze gireceğim. Valimin sadakati gece gündüz demeden görülebilir. Değersiz bir adamın günahları yüzünden bu işe bulaşmış olmak gerçekten çok üzücü olur.”


   "Bunun benimle ne ilgisi var?"


   "Bugünlerde ülkedeki herkes askeri gücün sizin kontrolünüz altında olduğunu biliyor. Hiç kimsenin sözleri bizim için Chu Bey'inkiler kadar güven verici değil." dedi Yuan Min.


   "Benden sizi korumamı istiyorsunuz ama bunun bana ne faydası var?" Chu Mingyun parmaklarını fincanın üzerinde gezdirdi. "Ayrıca, sadık mı sadık olduğunuzu söylüyorsunuz fakat kanıt olmadan size nasıl inanabilirim?"


   Yuan Min doğrudan ona baktı. "Chu Bey ne istiyor?"


   Chu Mingyun usulca kıkırdadı. Yavaşça gözlerini kaldırdı. "Derebeyliğinizdeki askeri gücü istiyorum, onu bana vermeye razı mısınız?"


   Yuan Min'in oturuşu anında gerildi. Elleri birbirine kenetlendi. Bir süre cevap vermedi.


   Tüm şarabı içip bir tane daha ekleyen Chu Mingyun yavaşça konuştu. "Saraya olan sadakatinizi kanıtlamanın en iyi yolu bu değil mi? Zaten askeri güç uzun zamandır varisler arasında dağıtılmış durumda ve elinizdeki o zavallı parçayla hiçbir şey yapamazsınız. Elinizde tutmanın içinizi rahatlatmaktan başka ne anlamı var?” 


   Yuan Min kalbinde şiddetle mücadele ediyordu. Konuşmaya çalıştı. "Chu Bey..."


   "Sadece bunu istiyorum." diye sözünü kesti Chu Mingyun. İşaret parmağını kaldırıp dudaklarına götürdü ve sarhoş bir tavırla gözlerini hafifçe kıstı. "Pazarlık yapmaktan hoşlanmam. Eğer bunu veremiyorsanız gidin. Burada bulunmamışsınız gibi davranabilirim."


   Yuan Min aniden sakinleşerek, "O halde Chu Bey kendini garanti altına almak için ne yapacak?" diye sordu.


   Bu, bir uzlaşmanın iması idi. Chu Mingyun gülümseyerek, "Çok basit, askeri güç benim elimde ve sizler benimle aynı menfaatleri paylaşıyorsunuz. Bu Yuan Bey’e güven vermek için yeterli değil mi?" dedi.


   Yuan Min'in ifadesi birkaç kez değişti, sonunda ayağa kalkıp onu selamladı. "Bu durumda, zahmeti için Chu Bey’e teşekkür etmek isterim. Başkalarının gözüne çarpmayı önlemek adına yakında ayrılacağım. Döndüğümde valime rapor vereceğim.”


   Chu Mingyun başını eğerek gülümsedi. “İyi yolculuklar.”


   Yuan Min veda edip ayrıldı ve ayak sesleri merdivenlerin sonunda kayboldu. Chu Mingyun başka bir küp daha şarap aldı. Rüzgarı engelleyen perdeyi gelişigüzel çekti. İnce karla sarılmış soğuk rüzgar aniden içeri girerek zihninin hafifçe açılmasını sağladı. "Dışarı çık."


   Arkasından bir ses geldi. Yuan Min çok uzun zamandır perdeye bakıyordu ama sonunda perdenin arkasında gizli bir bölme olduğunu fark edememişti. Zhao Kejing dışarı çıktı. “Efendim.”


   "Birkaç gün içinde seni Changan'dan göndermek için bir bahane bulacağım. Hejing Valisi’nin askeri gücünü devralacaksın. Ancak çok aceleci olmaya gerek yok. O sırada haberler sadece Hejing Valisi’ne yayılmadı. Diğer valileri de yakında bekleyip göreceğiz. Çok geçmeden aynısını yapacaklar. Hepsini sana teslim edeceğim.”


   "Emredersiniz." dedi Zhao Kejing. "Ama korkarım ki Xiling Valisi askeri gücünü teslim etmeyecek, değil mi?"


   Chu Mingyun fincanını kaldırarak tekte bitirdi. Gülümseyerek, "Bunu onun için yapmıyor muyum? Diğer tüm derebeyleri askeri güçlerinden vazgeçerken onun yalnız kalması garip görünmeyecek mi?" dedi.

   "Verirse başka nasıl savaşacak? Ama vermezse de saray ve derebeyleri arasındaki ittifak adına ona saldırabilirim. Bu zor bir seçim. Fark etmez. Ona düşünmesi için zaman vereceğim."


   Zhao Kejing başını salladı. Chu Mingyun bu birkaç kelime sırasında yine çok fazla şarap içmişti. Tereddütle ağzını açtı: “Efendim, siz…”


   "Yapacak başka bir şeyin yoksa geri dön." Chu Mingyun onun sözünü kesti.


   Zhao Kejing sözlerini yuttu ve saygıyla geri çekildi.


   Restoranın odasında sadece şarapla yalnız başına oturan Chu Mingyun başını boş boş eğdi, karla kaplı uzun caddenin dışındaki binaya rastgele düştü bakışları. Rüzgarın savurduğu lapa lapa kar manzarayı dolduruyordu. Aniden uçsuz bucaksız beyazlığın içinde siyah bir nokta yaklaşarak karşısındaki restoranın önünde durdu. Birisi perdeyi çekip arabadan indi. Sanki yeşimden bir ağaç, sanki orkideydi. 


   Chu Mingyun'un fincanı tutan eli istemsizce kasıldı. Gözlerini ondan ayırmadan restorana adım atışını seyretti. Kısa bir süre sonra karşıdaki şık odada yeniden belirdi. Konuştuğu adamın figürü perdenin arkasında kalmıştı. Ne konuşuyorlardı, belli değildi. Birden gözlerini kaldırıp baktığında şaşkına döndü.


   Chu Mingyun gözlerini ayırmadı; karlı sokağın karşısındaki Su Shiyu'ya uzaktan baktı.


   Birdenbire, son birkaç gündür birikmiş bunaltıcı duyguların nihayet berrak ve ferahlatıcı şarabın yardımıyla göz açıp kapayıncaya kadar alev aldığını hissetti. Bu sessiz yangın sırasında kalbinin, tüm içinin küle döndüğünü hissetti. Hiçbir duyguyu ayırt edemiyor, yalnızca büyük bir boşluk, bir acı kalıyordu.


   Sonra Su Shiyu'nun arkasından güzel bir kızın yaklaştığını gördü. Perde aniden düşerek görüşünü kesti.


   Su Shiyu aniden kendine geldi; bakışlarını perdeyi indirmiş olan Yue Yuxuan'a çevirerek, "Özür dilerim Yue Bey, az önce ne demiştiniz?" diye sordu.


   Yue Yuxuan elini kaldırarak odadaki diğer iki kişiyi işaret etti. Gülümseyerek, "Su Bey, lütfen başkaları adına hareket ettiğim için kusuruma bakmayın.” dedi.


   Su Shiyu arkasını döndüğünde genç kızı ve yanındaki neredeyse çekingen orta yaşlı adamı gördü. İçini çekti ve orta yaşlı adama şöyle dedi: "Xiang Bey, bu kadar sıcak davrandığınız için minnettarım ancak bir aile kurmak gibi bir niyetim olmadığını uzun zaman önce size açıkça belirtmiştim. Benimle zaman kaybetmeseniz daha iyi olur. Başka bir damat seçin lütfen.”


   "Neden bahsediyorsunuz Su Bey?" Xiang Bey giderek daha fazla utanmaya başladı ve kızını Su Shiyu'nun yanına oturması için çekti. "Sadece size sıradan bir yemek ısmarlamak istiyorum, bir yemek!"


   Kız da son derece iyi huylu görünerek utangaç bir şekilde ona başını salladı.


   Su Shiyu başka bir şey söyleyemediyse de elinde olmadan yine kalın örtülü perdelere baktı. Düşüncelere dalıp gitti, aklı Chu Mingyun’un sessiz bakışlarıyla ve… masasının üzerindeki darmadağınık şarap küpleriyle dolmuştu.


   Şarap ve yiyecekler birbiri ardına masayı doldururken Xiang Bey kızına göz kırpıp duruyordu. Su Shiyu ansızın ayağa kalktı. "Gerçekten üzgünüm. Aniden yapmam gereken önemli bir şey olduğunu hatırladım. Önce ben müsaadenizi isteyeceğim. Başka bir gün siz beyefendilere özrümü sunacağım.”


   "Hey, bekleyin Su Bey..." Xiang Bey şaşkınlıkla kalkarak onu durdurmaya çalıştı. Su Shiyu ona hafifçe başını salladı, sonra hızla ayrıldı. Bir an orada kalakaldıktan sonra Yue Yuxuan'a endişeyle baktı. "Yue Bey, bir şansımız olduğunu açıkça söylememiş miydiniz siz? Su Bey neden öylece çekip gitti? Neden yardım edip bir şey söylemediniz..."


   Yue Yuxuan perdeyi kaldırarak dışarı baktı. Su Shiyu'nun kar örtüsü içinde yolun karşısına geçtiğini gördü. Arkasını dönerek Xiang Bey’e gülümsedi, bir cevap vermedi. 


***


   Bina sessizlik içindeydi. Merdivenlerin her iki tarafını tutan gölge muhafızlar kıllarını bile kımırdatmaksızın, sanki görmüyorlarmış gibi Su Shiyu’nun içeri girmesine müsaade etti.


   Kapı yumuşak bir gümbürtüyle kapandı. Su Shiyu adımlarını durdurmaktan kendini alamadı. Chu Mingyun bir eliyle başını desteklerken sesi takip ederek ona baktı. Dudaklarının köşeleri yavaşça yukarı kıvrıldı. Gözleri ışıldadı. Ne sarhoş gibi görünüyordu ne de ayık. "Neden bu kadar uzakta duruyorsun? Seni yiyeceğimden mi korkuyorsun?" diye sordu. Avucu yukarı bakar şekilde elini Su Shiyu’ya uzattı, kar beyazı bileğinin bir kısmı açığa çıktı. Alçak, boğuk bir sesle, "Gelsene buraya…" dedi.


   Su Shiyu bakışlarını ondan aldı, masanın diğer tarafına yürüyerek perdeyi indirdi. Soğuk rüzgar ve uçuşan karın kesilmesiyle oda nihayet hafiften bir sıcaklığa kavuştu. Durdu. Chu Mingyun'un önündeki şarabı aldı. Parmak uçları küpün gövdesine dokunduğunda ürperdi, şarabın gerçekten soğuk olduğunu fark etti. Su Shiyu hafifçe kaşlarını çattı. Sonunda çaresizce iç çekti. "Dondurucu kış günlerinde soğuk şarap içmek vücuda zarar verir.”


   Chu Mingyun boş eline baktı, sanki boşluktaki bir şeyi tutuyormuş gibi yavaşça kapattı. Elini indirerek gülümsedi. Sesini hafifçe uzatarak, "Şu anda benimle nasıl bir ilişkin var ki hâlâ bana nasihat etmeye geliyorsun?" dedi.


   “Buna nasihat denemez. Duyması hoşunuza gitmese bile hâlâ…”


   “Güç bir durumdayım.” Chu Mingyun onun sözünü kesti. "Gerçekten göremiyor musun yoksa numara mı yapıyorsun? Su Shiyu, sen aptal mısın?"


   "..." Su Shiyu bir an cevap veremedi.


   Chu Mingyun boş şarap fincanıyla oynadı, gözlerini indirerek ona bakmayı bıraktı. "Sırf bunu söylemek için mi orayı terk edip geldin buraya?”


   Su Shiyu içini çekti. "Evet."


   “Nedir bu, meslektaşınla ​​ilgilenmek mi?" diyerek alaycılıkla güldü Chu Mingyun. Bir durduktan sonra "Bana açıklamak istediğin bir şey yok mu?" diye fısıldadı aniden.


   Su Shiyu'nun kafası karışmıştı. "Neyi açıklayacağım?"


   Chu Mingyun elini kaldırdı, şarap fincanını yere çarpmasıyla kulak tırmalayan bir ses yankılandı. Yavaşça gözlerini kaldırarak Su Shiyu'ya dikti bakışlarını. "Neden?"


   Bir anda ayağa kalktığında vücudu dengesizce sallandı. Su Shiyu hızlı refleksleri ve elleriyle ona hemen destek oldu. Chu Mingyun elini tersine çevirip Su Shiyu'nun bileğini sımsıkı kavrayarak devam etti. "Neden öldürmüyorsun beni?”


   Su Shiyu aniden irkildi. Chu Mingyun'un kendisine inatla baktığını görünce kaşları çatıldı. "Neden öldürmüyorsun beni?”


   Yüreğini bir burukluk doldurdu. Nefesi kesildi kesilecekti. Zar zor aklını toparlayarak takındığı kayıtsızlığı, onunla yüz yüze geldiği anda kontrolü dışına çıkmıştı artık. Soğukkanlılığı, sakinliği hiçliğe karışmıştı. Çaresizce, zırhı çıkarılmış halde onun karşısında durmak geliyordu elinden yalnız. Kıyaslanamaz bir bunalım içinde, yine de bırakmayı reddederek sormaya zorluyordu kendini. “Madem kalbinde bana yer yok, neden öldürmüyorsun beni, neden karanlıkta bırakıyorsun?"


   "Neden?" Chu Mingyun derin gözlerini dosdoğru Su Shiyu'ya dikti. Sanki gözlerinin içine bakarak kalbini görmek, açıkça anlamak istiyordu. “Becerilerin kötü değil. Sen istemedikçe kim seni zorlayabilir ki? Kollarıma aldım seni, öpücüklere boğdum; sayısız fırsatın varken neden beni öldürmedin? Kalbinde bana bir yer yoksa neden beni, bu hain adamı doğrudan öldürerek temizlemedin?” Adım adım ilerledi. Su Shiyu’nun ağzını açmasını beklemeden alaycı bir kahkaha attı. Sesindeki acımasızlık iliklere işliyordu. "Yoksa tatmin edici bir görünüşe sahip olduğu müddetçe kendini, kim olduğunu bile umursamadan birilerinin kollarına mı atarsın? Kimliğimin bir önemi yok muydu esasında?”


   "...Aklınızı toplayın." Su Shiyu sesini yavaşlattı.


   “Yüzüm mü gözlerine hitap ediyordu?” Chu Mingyun Su Shiyu'nun elini tutarak yakasından aşağı doğru yokladı. “Seni yine kollarıma alayım ister misin?” 


   Su Shiyu elini aceleyle geri çekse de Chu Mingyun sıkıca kavradı. Cübbesinin gevşemesiyle yakası açılmış, Su Shiyu'nun gözlerinin önünde beyaz göğsü bir parça ortaya çıkmıştı. Avucunun altındaki cilt sıcaktı, ardındaki kalbi gümbür gümbür atıyordu.


   Chu Mingyun bir adım daha ileri attı, alnını alnına dayayarak kelimelerin üstüne bastı. "İster misin?"


   Su Shiyu gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. "Chu Bey..."


   "Su Shiyu!" Chu Mingyun keder dolu bir sesle onun sözünü kesti, elini gevşeterek çenesini çimdikledi. "Sen gerçekten kan ve gözyaşı dökmekten aciz, kalpsiz misin?.."


   Su Shiyu elini kaldırarak onun gözlerini kapattı, diğer eliyle yakasını kavradı, dönüp onu arkasındaki duvara bastırarak öptü.


   Chu Mingyun aniden donakaldı. Ne hareket edebiliyor, ne bir şey görebiliyordu. Dışarıda esen rüzgarın, yağan karın sesini duyamıyordu. Tüm duyuları ondan uzaklaşırken yalnızca dudaklarındaki dokunma hissi yavaş yavaş derinleşiyordu.


   Su Shiyu onu baskılamak için hatırı sayılır bir kuvvet uyguluyordu. Parmakları sertçe köprücük kemiğine basıyor, hatta belli belirsiz bir öfkeyi açığa çıkarıyordu. Ancak Su Shiyu’nun öpücüğü tamamen aksiydi, nezaket ve sabrın zirvesindeydi. Dudakları titizlikle ovuşturuyor, dili aşkla, ayrılmamacasına dolanıyor, azar azar yalıyordu. Sanki onu teselli ediyordu. Ağızlarının bir araya geldiği noktada saf, soğuk şarabın aromasını yutkunuyor, neredeyse yığılıyordu.


   Sabrının sınırlarına ulaşanın yalnızca o olmadığı, başmüfettişin de aslında bu denli pervasız olacağı kimin aklına gelirdi? Bunun nasıl sonlanacağını bilmiyor, yalnızca aralarındaki ilişkinin artık çözülemeyecek kadar karışarak kördüğüm olmaya mahkum olduğunu biliyordu. Su Shiyu da gözlerini kapattı, aklını neredeyse tamamen boşalttı. Artık tek bir şey bile düşünmüyor, aşinalıktan fazlasını bilmediği bu adamı öpmeye odaklanıyordu yalnızca. 


   Sanki süzülen bulutlar toplanıp dağılıyor, çiçekler kuruyup da toza dönüyor gibi bir sonsuzluktalardı. Su Shiyu onu bırakarak nefesini düzene soktu. Gözleri sessizdi, hoşgörüyle doluydu. Chu Mingyun bir süre sessiz kaldıktan sonra nihayet diline kavuştu, hafif mi hafif bir tonda, "...Bana acıyor musun?" diye sordu.


   “Sakinleştin mi?” diye sordu Su Shiyu.


   Chu Mingyun gözlerini kapatan elini aşağı indirdi. Çoktandır kırmızılara bürünmüş gözleri her halükarda ona bakıyor, biraz bile ayrılmıyordu. 


   Su Shiyu bir anlığına şaşkına döndü. Ne yapacağını bilemez haldeydi. "Sen..."


   "Shiyu…" Chu Mingyun elini kaldırarak gözlerinin kenarını ovuşturdu. "Az önce kafamı vurdun, acıyor."


   “...Özür dilerim."


   "Heh, sana takılıyorum sadece." diyerek gülümsedi Chu Mingyun. Bir anlık duraklamanın ardından, "Az önce seni korkuttum mu?" diye sordu.


   Su Shiyu elini bıraktı, biraz geri çekilerek ona baktı. "Sarhoşsun sen."


   "...Evet." Chu Mingyun arkasındaki duvara yaslandı. Elini kaldırarak alnına bastırdı. "Çok sarhoşum."


   "Ne kadar içtin?" diye nezaketle sordu Su Shiyu.


   Chu Mingyun uzun süre kafa karışıklığı içinde düşündü. "Emin değilim."


   Su Shiyu etrafa dağılmış bir sürü boş şarap küpünün olduğu masaya baktığında aniden bir şeyin farkına vardı. "Bu kadar uzaktaki bir restorana gelip de diğer insanları göndermekle ne yapmaya çalışıyorsun? Burada bir tek sen mi varsın?"


   Ancak o anda sarhoşluğu artmış, sersemlik içindeki Chu Mingyun onun sözlerini hiç dinlememişti. Kendi alnına bastırarak cıkladı. Kaşlarını çattı. “Başım ağrıyor.”


   "..." Su Shiyu sonunda çaresizce gülümsedi. "Rüzgar içeri eserken soğuk şarap içiyorsun. Baş ağrısı çekmeyi hak ediyorsun." Böyle söylemesine rağmen yaklaştı, elini kaldırarak Chu Mingyun'un şakaklarına bastırıp nazikçe ovaladı. "Kımıldama."


   Belki gerçekten sarhoştu. Chu Mingyun başını huzurla indirdi. Uzun bir süre sonra aniden Su Shiyu'nun elini tuttu, yumuşak ve boğuk bir sesle, "Shiyu,” diye seslendi. “Ben..." Kalan sesi dudaklarının arasında bulanıklaştı. Gözleri tamamen kapandı ve doğruca Su Shiyu'nun üzerine düştü.


   Su Shiyu tam zamanında onu kucakladı. Gözlerini indirerek ona baktı. Açıkça derin bir uykuya dalmıştı fakat hâlâ kaşlarını çatıyordu. Su Shiyu uzunca bir süre, tek kelime etmeden Chu Mingyun’u seyretti. Nihayet sessizce iç geçirdi, onu taşımak için yatay şekilde kucağına alıp kaldırdı. 


   Alt katta nöbet tutan gölge muhafızlar ikisini gördüklerinde artık karmaşık bir ifade sergilemekten kendilerini alamadılar. Su Shiyu, Chu Mingyun'u yavaşça arabanın yumuşak minderlerine yerleştirdi. Ayrılmadan önce aniden bir şey hatırladı. Arkasını dönerek hafif bir gülümsemeyle ona baktı. Her iki taraftaki gölge muhafızlara, "Eğer olanları hatırlamazsa, uyandıktan sonra ona söylemenize gerek yok." dedi.


   İki gölge muhafız cevap vermeden önce birbirlerine baktılar. "Emredersiniz."