Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 79: On üç yıl evvelinde neden kılıcımı çekip onun yanında durmadım? Neden şehirden tek başıma kaçıp şimdiye kadar yaşadım?

 

   Konağa döndükten sonra Su Shiyu kendine bir fincan çay doldurdu; fincandan yoğun dumanlar yükselirken düşünmeye başladı.


   Ne de olsa Chu Mingyun'un kişiliği, rüzgarlı ve karlı bir günde sadece içki içmek için dışarı çıkmasını imkansız kılıyordu. Dahası şehir kapılarına yakın bir yer seçmiş, olası seyircileri uzaklaştırmış ve yalnızca onu koruyacak gölge muhafızları bırakmıştı. Birisiyle gizli bir toplantı yapmaya niyetlenmiş gibi görünüyordu.


   Bu düşüncenin hemen ardından Su Shiyu'nun zihni aniden odaklandı ve başka bir şeyin farkına vardı:


   O halde neden tam o anda davet edilmişti?


   Xiang Bey onu kızıyla evlendirmek istese bile şehirde sayısız restoran varken neden bu kadar uzaktaki bir yeri, Chu Mingyun’un karşısındaki restoranı seçmişlerdi ki?


   Tesadüfler çoğaldığında birinin elinin değmişliğinin izleri kaçınılmaz olarak ortaya serilirdi.


   Binlerce düşünce iç içe geçip birbirine karıştı, ucu bucağı olmayan yoğun bir sise evrildi. Aniden, görünürde hiçbir neden yokken bir ilham ışığı belirdi zihninde; dağları parçalara ayırdı, okyanusu ikiye böldü, sayısız düşünce zincirini silip süpürdü. Ruhu bir anda berraklığa kavuştu.


   Liang Jin'in Shouchun'da ilaç kullandığı zamanı hatırladı. Liang Jin'in o geceki eylemleri gerçekten bilinmeyen bir amaca yönelikti, hiçbir faydası yoktu. Su Shiyu buna bir anlam verememiş ve davanın sonuçlanmasıyla birlikte yavaş yavaş peşini bırakmıştı. Ama şimdi aniden hatırladığında Su Shiyu başka bir durumu düşünmeden edemedi.


   İlacı aldıktan sonra kurtulmayı başaramasaydı ve Liang Jin'in arzuları doğrultusunda gerçekten dansçıların yumuşak diyarına düşseydi Chu Mingyun muhtemelen bütün gece odasında beklemek zorunda kalacaktı.


   Ve bugünkü, evliliğe vesile olması için verilen ziyafet Chu Mingyun'un gözleri önünde gerçekleşmişti.


   Bu bağlantıyı düşününce bunun bir komplodan ziyade ikisinin arasını açma girişimi olduğu, ayrıca Chu Mingyun ve onun arasındaki ilişkinin sıradan meslektaşlar olmakla sınırlı olmadığını bildikleri ortaya çıkıyordu. 


   Bunu bilen insanların hepsi, iz bırakmadan ortadan kaybolan Li Che dışında, çoktan Huainan’da ölmüştü.


   O sıralarda Chu Mingyun, Li Che'nin Sonsuz Mutluluk Yolu’ndaki Patron Mu olduğundan şüpheleniyordu. Fakat bu sadece bir tahmindi. Ancak şanslarını deneyip bronz tılsımı kullanarak Shouchun’dan çıktıklarında birkaç vakanın birbiriyle iç içe geçtiğini söylemeye bile gerek kalmamıştı. Xiling Valisi Li Chenghua isyan etmeyi planlıyorken onun adına Huainan'dan sorumlu olan Li Che’nin bundan habersiz olması imkansızdı. Li Che ile birlikte çalışan Han Zhongwen’in de bu işe karışmış olması mutlaktı.


   Han Zhongwen, Huainan Valisi’nin geride bir grup insan bıraktığını ve Xiling Valisi’nin kurnazlığı göz önüne alındığında, soruna neden olanın asla kendi halkının olmayacağını itiraf etmişti. Durum böyle olsaydı bu, Huainan Valisi ile özel olarak ittifak kurduğu anlamına gelirdi.


   Su Shiyu çay fincanını sıkıca kavradı. Göz açıp kapayıncaya dek sanki ay ışığı göğü kaplayan bulutları yararak parıldamış, sular kurumuş da kayalar meydana çıkmıştı. Her şey bütün nedenleri ve sonuçları ile nihayet birbirine bağlanmış, parçalar yerine oturmuştu.


   Başlangıçta sahte Song Heng davasıyla bir hapishanenin içine düşmüşler ve bu, onların ihtiyatlı bir kalbe sahip olmalarını sağlamıştı. Ardından Xiling valisi iki büyük davayı, Tan jing ve Su Xing’in davalarını, Chen Siheng’in ağzını, Jiang Yuan’ın memleketini ve Mulahe’nin ölümünü kullanmış, okları Huainan Valisi’ne yöneltmek için mümkün olan her yolu denemiş, aynı zamanda Su Shiyu Huainan Valisi ile görüşemeden onu öldürmüştü. Ardından Li Chenghua saraydan Huainan bölgesini almış, Huainan Valisi’nden kalanları gizlice ittifak adına toplamış, ardından Huainan’da isyan ordusunu güçlendirerek ilçeyi Han Zhongwen’e teslim etmişti. Tuzağa düşürmek için Chu Mingyun ve Su Shiyu’yu istediği gibi çekmiş, şehri kapatıp onları öldürmeyi başaramayınca aynı taktiği kullanıp Han Zhongwen’in ailesini yok ederek Huainan’ın gücünü yine eline almıştı.


   Başarılı yahut başarısız olması fark etmeksizin her adımı onun için faydalıydı. Bütün bu ince hesaplara göre zihninin derin olmadığı söylenemezdi.


   Ne yazık ki bunlar nihayetinde yalnızca çıkarımlardı, ne kadar titiz ve makul olursa olsun bir işe yaramazlardı. Linglong'u kullanarak gizlice bilgi sızdırılması mahkemede delil olarak kullanılamazdı. Somut kanıtlar elde edemedikçe Xiling Valisi’ni tutuklamak için yapacak hiçbir şey olmayacaktı.


   Daha da endişe verici olan ise Li Chenghua'nın saraya ne ölçüde nüfuz ettiğiydi. Bu hamledeki piyon Xiang Bey miydi yoksa Yue Bey mi?


   Çay soğumuştu. Yine de Su Shiyu yavaşça içiyordu. Uzun bir iç çekti, ardından kahya Su Yi'yi çağırarak o iki yetkili memurun nerede olduğuna dikkat etmesini emretti.


   Su Yi emri kabul etti. Su Shiyu bir durduktan hemen sonra, "Hejian Valisi’ne göz kulak olmaları için birini gönderin. Herhangi bir hareket olduğunda hemen bildirin." diye ekledi.


***


   Zhao Kejing'in başkent dışına tayini için gerekli evraklar hızla onaylandı. Sıradan askeri konularda esasında Chu Mingyun’un tek eli gökyüzünü kaplıyordu. Üstelik Zhao Kejing önemli bir konumda değildi. Bu nedenle bu tayin kimsenin dikkatini çekmemişti.


   Başkomutanlık konağında Zhao Kejing mektubu iki eliyle aldı, kabaca okudu ve iç çekmeden edemedi. "Bu derebeyleri askeri güçlerini çok çabuk teslim ettiler. Planınız gerçekten harika."


   "Onlar teslim ettiler ama Li Chenghua'dan herhangi bir hareket yok." Chu Mingyun tayin evraklarını da teslim etti. Ezkaza yüz ifadesini gördüğünde, "Yola çıkmadan önce yılbaşı sonrasına kadar beklemek istersen sorun değil. Onları bir süre bekletsen de bir şey olmaz.” diye ekledi.


   Zhao Kejing minnetle gülümsedi. "Teşekkür ederim efendim."


   Fazla gecikmeden ayrılmak üzereydi ki Chu Mingyun aniden ona seslendi. "Bu arada..."


   "Efendim, lütfen emredin." Zhao Kejing arkasını döndü.


   Chu Mingyun bir elini alnının köşesine bastırdı. "Yuan Min ile buluştuğum gün konağa nasıl döndüm ben?"


   “Astınız bilmiyor. Emir verdikten sonra benden ayrılmamı istediniz.” Zhao Kejing biraz şaşkındı. “Bir sorun mu var?”


   "Uzun zaman önce mi ayrıldın?" Chu Mingyun hafifçe kaşlarını çattı. Ertesi gün uyandığında odasındaydı. Yuan Min'le konuştuklarını hayal meyal hatırlıyordu, geri kalanı ise ağır bir sarhoşluğun ardından gelen keskin bir baş ağrısıydı.


   “Hatırlamıyorsanız, isterseniz başka birilerine sorabilirsiniz.” dedi Zhao Kejing.


   Chu Mingyun elini umursamazca indirdi. "Unut gitsin, zaten o kadar da önemli değil."


***


   Yılbaşı yaklaştıkça zaman su gibi akıp geçiyordu.


   Kasten iletişime geçmedikleri sürece başkomutan ile başmüfettiş pek fazla temas kurmuyor, her biri kendi işine bakıyordu. Sarayın çalışma odasında rapor sunsalar bile çok sık görüşmüyorlardı. Kar yağışı her geçen gün daha da ağırlaşıyor, saçaklar buzlarla kaplanıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar bir yılbaşı arefesine daha varmışlardı.


   Du Yue akşam yemeğinden sonra, gökyüzü karanlığa bürünene dek başını dışarı çevirip duruyordu. Nihayet dayanamayarak bakmak için avludaki koridora koştu. Qin Zhao, "Neye bakıyorsun?" diye sordu.


   Du Yue arkasına bakmadan, "Kuzenime bakıyorum." diye cevap verdi. "Vakit çok geç oldu, neden hâlâ gelmedi?"


   Chu Mingyun bilinçsizce dudaklarını büzdü, tek kelime etmeden gözlerini indirdi.


   Qin Zhao ona şöyle bir baktı ve Du Yue'nin yanına doğru yürüdü. "Otur yerine, gelmeyecek."


   "Kuzenim bu yıl neden gelmiyor?" Du Yue aniden döndü. "Konağında tek başına, neden geçen yılki gibi gelmiyor?"


   Qin Zhao dut yemiş bülbüle döndü.


   Du Yue tekrar salona baktı. "Hey Chu kişisi, kuzenimle ilgilenmiyor musun sen? Neden ondan gelmesini istemiyorsun?"


   Chu Mingyun gözlerini indirmiş, bir mandalina soyuyordu. Ona cevap vermedi.


   Bunun üzerine Du Yue'nin bakışları anlaşılmaz bir şekilde Chu Mingyun ve Qin Zhao'nun üzerinde gezindi. Mırıldanarak ayrılmak için döndü. "Onu çağırmıyorsan ben giderim..."


   "Du Yue." Qin Zhao hızla onu yakaladı. "Gelmeyecek."


   "Sen..." Du Yue o kadar öfkeliydi ki elbisesinin kolunu yırtacaktı neredeyse. "O zaman ona eşlik etmeye kendim gideceğim, tamam mı!"


   Qin Zhao doğrudan bileğini sıkıca kavradı, sessizce ona bakıyordu, tavrı net ve kararlıydı.


   Du Yue, onun gözlerinin içine baktığı anda mağlup oldu. Bir süre içten içe mücadele ettikten sonra arkasını dönerek salona doğru yürüdü, doğruca Chu Mingyun'un yanına oturdu. Sert bir tutum sergileyerek, "Chu kişisi, seninle konuşacağım." dedi.


   Chu Mingyun tamamen elindeki mandalinayı soymaya odaklanarak onu görmezden geldi.


   "Seninle konuşuyorum!" Du Yue elinde olmadan ayağını kaldırıp onu tekmeledi. Ancak o zaman Chu Mingyun gözlerini kaldırıp ona baktı. Sessizce ayağını geri çekti. Sonra Du Yue bir şeylerin ters gittiğini fark etti. Chu Mingyun'un gözlerinin köşesi dar ve uzundu. Yüzünü indirdiğinde kaşları belirsiz bir gölge bırakıyor, dehşet güzelliğine bir soğukluk ve ağırlık katıyordu. Ona uzun süre baktı, sonra neyin yanlış olduğunu anladı.


   O sırada Chu Mingyun, on beş yaşındayken Cangwu Dağı'na ilk vardığında olduğu gibi görünüyordu. Ne yarım yamalak bir gülüş sergiliyor ne de kışkırtıcı laflar ediyordu. Ağzından tek kelime çıkmıyordu; öyle suskundu ki Du Yue onu dilsiz zannediyordu. Ne olursa olsun insanların sözlerini dikkate almıyordu. Gözleri gökyüzünün ışığını, bulutların gölgelerini, taşlı göletleri ve berrak pınarları yansıtıyordu.


   Bunu düşünen Du Yue derin bir iç çekti. Yanındaki Qin Zhao'ya baktı ve ciddiyetle konuşmaya başladı: "Kuzenimle ayrıldınız mı?"


   "..." Qin Zhao bu cümlenin hiç de ciddi olmadığını hissetti. Du Yue'nin ciddi bir yüz takındığını görebiliyordu, bu yüzden ona uyup dinlemeye devam edebilirdi sadece.


   Chu Mingyun'un onu görmezden geldiğini biliyordu, bu yüzden umursamadı. "Söylemiştim ya, kuzenimin çok iyi huylu bir kişiliği var. Çocukluğumdan bu yana onun kimseye öfkelendiğini görmemiştim. Onunla aranı bozabiliyorsan gerçekten yeteneklisindir…”


   Qin Zhao öksürmekten kendini alamadı. "Du Yue."


   Sözleri yarıda kesilen Du Yue bir süre daha düşündükten sonra şöyle dedi: "Çok uzun zamandır Changan'dayım. Senin itibarını duymamış değilim. Bir süre önce kapının önünde bir sürü memur ve asker vardı. Ben aptal değilim. Kardeşine açıkça söyle, bir şeyler mi yapmaya çalışıyorsun da kuzenimin seninle arası açılıyor?” 


   Qin Zhao kendini biraz gergin hissetmekten kendini alamadı. Yine de Chu Mingyun'un hâlâ kıpırdamadan durduğunu ve ağzını açmaya niyeti olmadığını gördü.


   Yanlarındaki küçük sobada kömür ateşi hafifçe çıtırdadı. Du Yue tekrar iç geçirdi. "Anlamsız işler yapmayacağını söylememiş miydin? Baili Usta sana kendi kılıcının bir başkasına asla intikamı öğretmeyeceğini söylememiş miydi? Gerçi daha sonra onu nasıl kandırdığını ve neyin intikamını almak istediğini bilmiyorum ama neden zahmet ediyorsun ki? Baksana şu anda hayatın ne kadar güzel. Büyük bir memursun, sayısız insan senden korkuyor, dilediğini yiyor ve giyiyorsun. Zenginlik içinde yüzüyorsun. İntikam peşine düşmesen olmaz mı? Rahat bir hayat yaşarsın, derdin tasan da kalmaz. Kuzenimle bu kadar ters düşmesen her şey yoluna girer. Artık boş verip her şeyi bırakamaz mısın?”


   "Bırakamam." Chu Mingyun sonunda kararlılıkla ağzını açtı.


   "Neden?" Du Yue anlayamadı. "Sen..."


   "Zevk ve keyif peşinde olsaydım ta buralara yürümeye gerek duymaz, on üç yıl evvel Liangzhou’da ölürdüm." dedi Chu Mingyun sesinde bir dalga dahi olmadan. "Atların toynakları altında ölmek, bir ok karmaşası içinde can vermek yahut şehir kulesine asılmak da olur. Hepsi bana uyar. Neden yaşayıp bugünlere gelmeye gerek duyayım ki?”


   Du Yue bir anlığına şaşkına döndü. Belli belirsiz bir şeyin farkına vararak aceleyle onu teselli etmeye çalıştı. "O zamanlar savaş olduğunu söylemiştin, biliyorum. Ama şimdi öyle değil ki ya, şimdi dünya barış içinde..."


   "Dünya barış içinde mi?" Chu Mingyun onun sözlerini kesti. Alay edercesine kelimenin tadını çıkardı. "Sen gözünün görebildiği kadarıyla dünyanın barış içinde olduğunu söylüyorsun. Tehlikeyi hissedebilmen için ülkenin yok olmasını mı beklemen gerekiyor? Dışarıyı düşmanlar, içeriyi hainler sarmış durumda. Bir dokunsan yıkılacak haldeyiz. Bu devirde Hunların tekrar saldırmasına bile gerek kalmıyor, hanedanlığın kendi halkı şehirleri katlediyor. Daha ne kadar beklemek istiyorsun?”


   "Neden bırakamıyorum?" dedi Chu Mingyun kendi kendine. "On üç yıl evvelinde neden kılıcımı çekip onun yanında durmadım? Neden şehirden tek başıma kaçıp şimdiye kadar yaşadım?"


   Sözleri sert değildi, hatta nazik bile denilebilirdi. Fakat gözleri bariz bir düşmanlık gösteriyordu. Du Yue onun bu görünüşü karşısında ürperdi, kelimeler boğazında düğümlendi.


   Ani bir gürültü salondaki ölüm sessizliğini bozdu. Uçsuz bucaksız karların içinden dalgalandı çanların sesi; gökyüzündeki havai fişekler gözleri kamaştırdı, kestane fişeklerinin gürültüsü yankılanarak şehri neşeyle doldurdu.


   Chu Mingyun bir anda kahkaha attı. Beklenmedikti. Gözlerinde hâlâ sıcaklıktan eser yoktu.


   Du Yue kendini tutamayıp biraz geri çekildi. Onun dengesiz ruh hali yüzünden neredeyse soğuk terler dökecekti.


   "Hata ettim." diyerek usulca güldü Chu Mingyun. "On dört yıl oldu."


***


   Qin Zhao, Du Yue'yi ecza evine geri gönderip tekrar dışarı çıktığında havai fişeklerin ve kestane fişeklerinin sesleri çoktan kesilmiş, soğuk gece sessizliğe bürünmüş, Changan derin bir uykuya dalmıştı. Koridordan geçerken tesadüfen salondaki fenerlerin hâlâ yandığını fark etti. Başını çevirdiğinde avludaki kırmızı bir erik ağacının altında duran uzun bir figür gördü. Kim bilir ne zamandır orada duruyordu? Koridorun altındaki fenerler titriyor, sıcacık ışıkları o adamın saçları ve omuzlarındaki karı halelendiriyordu.


   Qin Zhao ilerlemekte tereddüt etti. Bir anda dallara ağırlık yapan kar yığınlarının titreştiğini, hışırdayarak döküldüğünü gördü. Birkaç kırmızı erik yaprağı usulca etrafta süzülerek Chu Mingyun'un avucuna düştü.


   Rüzgar uğuldayarak pencere kafesinin sallanmasına neden oldu.


   Su Shiyu fırçasını bıraktı, ayağa kalkarak pencereye doğru yürüdü. Uzun rüzgar saçlarını savurdu. Keskin soğukla birlikte sanki bir de zayıfça, soğuk bir erik çiçeği kokusu geliyordu. Hafifçe kokladı ama hayır, ona öyle gelmiş gibi görünüyordu. Su Shiyu pencereyi sıkıca kapatarak masasına oturdu. Mum alevi titreyerek tüm resmi belgeleri aydınlattı.


   Rüzgar ve karla dolu bir geceydi.


***


   Tatil günlerinin geri kalanı sakin ve sıkıcı geçiyordu, ta ki Fener Festivali gelip de başkomutanlık konutu misafirleri ağırlayana değin. Bunlardan biri Chu Mingyun'un uzun zamandır beklediği Xiling Valisi’nin elçisiydi. Saygıyla Xiling'in askeri gücünü teklif etmişti. Sözleri kendini beğenmişlikle doluydu. Diğer derebeylerinden hiçbir farkı yoktu. Chu Mingyun manidar bir gülümseme sergilemiş, hiçbir şey söylememişti. Diğer misafir ise beklentilerinin ötesindeydi.


   Chu Mingyun salondaki kırmızılar içindeki kadına baktı ve doğruca lafa girdi. "Bir sorun mu var?"


   Lu Qinghe eğilerek selam verdi. Gülümseyerek, "Bu basit kızın isteyeceği bir şey var ama endişe etmeyin başkomutan bey, parmağınızı oynatmanızın bile yeteceği düzeyde." dedi.


   Chu Mingyun ona kayıtsızca baktı.


   Lu Qinghe derin bir nefes aldı. Cesaretini toplayarak, "Zatıaliniz beni saraya götürmesi için birini gönderebilir mi?" diye sordu, hemen telaşla ekledi: "Sadece majestelerini görmek istiyorum."


   Fener Festivali gecesi daima aşıkların buluşması için iyi bir zaman olmuştu.


   Chu Mingyun anladı, kaşlarını hafifçe kaldırdı. "O kadar nazik mi görünüyorum?"


   “Bu basit kızın başka hiçbir şeyi yok. Başka bir yetkiliyi aramam mutlak umutsuzluk olurdu." Lu Qinghe ona bakarak gülümsedi. "Fakat başkomutan beyin bana yardım edeceğini düşünüyorum, bu yüzden şansımı denemeye geldim." 


   "Baban Ceza Nazırı. Ona gitmen daha uygun olmaz mıydı?" Chu Mingyun biraz sabırsızdı. "Majestelerine ilgi duyduğuna göre, Lu Shi senin saraya gelin gitmeni kabul etmez mi?"


   Genç kızın düşünceleri açıkça ortaya çıkmıştı. Lu Qinghe'nin yüzü pancar gibi kızardı. Onun sözleri üzerine başını sallayarak gülümsedi. "Yanlış düşünüyorsunuz efendim. Majestelerini özlüyor ve onu görmek istiyorum ama imparatoriçe olmak istemiyorum, o halde neden saraya gelin gitmek isteyeyim ki?"


   Chu Mingyun gözlerini kaldırıp ona bakınca Lu Qinghe parlak gözlerle Chu Mingyun'a gülümsedi. "Bu bir çelişki değil, sadece ondan hoşlanıyorum ve o imparator. Çocukluğumdan beri tek başıma dünyayı dolaşıyorum, şu anda sadece babamın gönlünü rahatlatmak için geçici olarak başkentte kalıyorum. Onu ikna ettikten sonra yolculuğuma devam edeceğim. Majestelerinin yanında olmak harika olurdu ama olmasam da ne fark eder ki? Dilediğim hayata sahibim ben; uzaklarda, dağlar ve nehirlerde yaşıyorum. Bazen aklıma sarayın yükseklerinde yaşayan, kalbimi çalan adam düşecek fakat böylesi de gayet yeterli. Olur da saraya gelin gidersem, bir grup kadınla kıskançlık yarışına girecek ve gece gündüz onun bana geleceği anı gözleyeceksem, bunu yapamam.” Bir durakladıktan sonra, “Lu Qinghe ömrü boyunca dağ ve nehirlerin evladı olacak.” dedi.


   Etrafta başka kimse yoktu. O açık ve net bir şekilde konuşuyorken Chu Mingyun aniden sessizliğe büründü. Gözleri Lu Qinghe'nin üzerine düştü. Sanki onun içinden geçiyor da ulaşamayacağı uzaklıklara bakıyor gibiydi. Alevleri andıran kırmızı elbisesi gözlerinde sessizce yanıyor, belli belirsiz parlayıp sönüyordu.


   Uzun süren suskunluk Lu Qinghe'yi rahatsız etti. Geriye dönüp düşündüğünde yanlış söylediği bir şey bulamadı. Huzursuzca ağzını açmaktan kendini alamadı. "Başkomutan bey?"


   Chu Mingyun bakışlarını ondan alarak elini kaldırdı, birden bir gölge muhafız belirdi. "Onu saraya gönderin."


   "Çok teşekkür ederim efendim!" Lu Qinghe kocaman gülümsedi. "Sadece beni saraya götürün, başka hiçbir şeyle uğraşmanıza gerek yok.”


   Chu Mingyun'un baştan savma tepkisini umursamayarak ona ciddiyetle teşekkür etti. Arkasını döndü, hafif adımlarla ana salondan çıkmak üzereydi ki Lu Qinghe aniden durarak tekrar dönüp ona baktı. "Bu gece Fener Festivali, sizin görmek istediğiniz biri var mı başkomutan bey?"


   "..." Bir süre sessiz kaldı. "Var."


   “O halde gidip de görsenize efendim.” Lu Qinghe ellerini arkasında kavuşturdu. Başını hafifçe eğerek ona baktı. Gülerek, "Bu dünyada size kim mani olabilir?" dedi.


   Chu Mingyun şaşırmıştı.