Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 80: Hayatı boyu kurabileceği tüm hülyalar yalnız ve yalnız onun uğrunda harcanmıştı sanki.

 


   "Genç efendi, az önce Hejian Valisi’nin tarafından haber geldi. Ordunun başgenerali görevinden alınmış ve askeri tılsımına el konulmuş. Başvekil Yuan Min ve Chu partisinin yeni tayin edilen generali Zhao Kejing yakınlarda epeyce dolaşıyorlarmış." Su Yi, çalışma odasında derin bir sesle rapor verdi.


   Su Shiyu imayı aldı. Lan Yi'nin daha önce söylediği 'işler yolunda gitmezse' lafını hatırlayarak Chu Mingyun'un o gün restoranda kiminle özel olarak görüştüğünü hemen tahmin etti. Bir an sessiz kaldı.


   Su Yi sözlerine devam etti. "Hejian Valisi’nin yanı sıra diğer derebeylerinin de ordularında değişiklikler var. Ayrıca tesadüfen, Xiling Valisi’nin elçisinin gizlice başkente girip başkomutanlık konağına gittiği haberini aldık."


   "Tesadüfen mi?" Su Shiyu ona baktı.


   Su Yi, Su Shiyu'nun bakışlarıyla karşılaştı, o tek kelimeyi bir kez daha ağır ağır vurguladı. “Tesadüfen.”


   Su Shiyu anlayarak bakışlarını ondan aldı. Bir durduktan sonra, "Xiling Valisi’nin askeri gücü, birinin tasarımı nedeniyle isteksizce verilmiş olmalı. Buna mani olmak için benim gücümü kullanmak istemesine şaşmamalı." dedi.


   "Genç efendi ne demek istiyor?"


   Su Shiyu kısa bir süre düşündü. "Bu meseleyi gizlice yaptığından ne sarayın ne de benim müdahele edebilmemiz kolay. Üstelik müdahele edebilsek bile orduyla nasıl başa çıkılacağı da bir sorun. Derebeylerine iade etmek derebeylerini sindirme politikasına aykırı, saraya bırakmak ise yalnızca isim değişikliğinden ibaret olacak. Bekleyip ne olacağını görmek daha iyi olur."


   "Emredersiniz."


   "Yue Bey ile Xiang Bey’de farklı bir durum var mı?" diye sordu Su Shiyu.


   "Oraya gönderilen insanlar göz kulak oluyorlar, herhangi bir sorun bulamadılar."


   Su Shiyu başını salladı. Sadece, "Aceleye gerek yok, birkaç gün daha gözetlesinler.” dedi.


   Su Yi onayladı. Su Shiyu'nun tekrar konuşmaya niyeti olmadığını görünce biraz dikkatini topladı. Aniden, "Astınızın söyleyeceği bir şey var, rica ederim kusuruna bakmayın genç efendi.” dedi.


   Su Shiyu nazikçe gülümsedi. "Konuşmanın zararı yok."


   "Astınız, Xiling Valisi’nin saraya büyük zarar vermesiyle birlikte Başkomutan Chu’nun şu anda çok kibirli olduğuna inanıyor. Derebeylerini bastırmak adına Chu partisinin başıboş dolaşmasına izin vermek hiç şüphesiz ki küçük için büyüğü feda etmektir. Genç efendi ileri görüşlüdür, bu tür bir hata yapmamalıdır."


   Su Shiyu'nun yüzündeki gülümseme soldu.


   Su Bai tüm dikkatini genç efendisine adamış ve babasına genç efendi ile Başkomutan Chu hakkında hiçbir şey söylememişti. Ancak Su Yi nihayetinde uzun yıllardır Su ailesindeydi ve genç efendisinin büyümesini izlemişti. Elbette ki bazı olağan dışı durumları fark edebilirdi. Ayrıca konaktaki hizmetkarların genç efendinin yeşim kolyeyi birisine hediye vermesine dair kendi aralarında konuştuklarına da rastlamıştı. "Genç efendi her zaman dürüst ve adil olmuştur. Şahsi duyguları karıştırmanın büyük bir tabu olduğunu en iyi sizin bilmeniz gerekir.”


   Su Shiyu sessizliğe büründü. Su Yi ona baktı, kollarını düzeltti, geri adım attı ve diz çökerek yere kapandı. "Astınız haddini aştı. Cezalandırılmaya hazır."


   Orta yaşlı adamın yere kapandığını gören Su Shiyu yavaşça gülümsedi. İki eliyle onun kalkmasına yardım etti. Alçak bir sesle, "Anlıyorum." dedi.


   Su Yi başka bir şey söylemedi, ayrılmak üzere geri çekildi.


   Pencerenin önünde tek başına durmuş, sessizlik içinde gözlerini kapamıştı. Gökyüzü karardıkça kararıyordu. Çalışma odasında fenerler yanmıyor, içeriyi karanlık bürüyordu. Az ileride Lan Yi koridora bir fener asması için Su Bai'yi çekiyor, ışık üzerlerine gölgeler düşürüyordu.


   Arkasındaki kapı sanki rüzgarla açılmış gibi hafifçe gıcırdadı. Ancak birkaç adım ötesinde başka birisinin nefes alma sesini açıkça duyabiliyordu.


   Su Shiyu'nun sırtı kaskatı kesildi, bir anlık sessizliğin ardından yavaşça arkasına döndü.


   Dolunaylıydı gece. Mehtap, adamın ardından yere süzülüyor, lakin gözlerinin ışıltısına denk düşemiyordu. Gözün gözü görmediği karanlık odada kılını bile kıpırdatmadan, sessizce durmuş bakıyordu.


   Binlerce düşünce bir anda hiçliğe karıştı. Su Shiyu, aniden karmaşaya dönüşen kalp atışlarının etkisiyle konuşmayı unuttu.


   Chu Mingyun ona baktı. Hafifçe gülümsemesiyle gözleri kıvrıldı. Olabildiğince doğal bir şekilde, "Akşam yemeği yedin mi?" diye sordu.


   "..." Su Shiyu böyle bir soru beklemiyordu. Gerçekten şaşkına dönmüştü. "...Henüz yemedim."


   "Güzel öyleyse." Chu Mingyun elini tuttu. "Benimle çıkmaya ne dersin?"


   Su Shiyu soğukkanlılığını yeniden kazandı. "Nezaketiniz için teşekkür ederim Chu Bey. Fakat..."


   "Seninle bir alışveriş yapacağım." diyerek onun sözünü kesti Chu Mingyun. Fısıldayarak, "Seninle bir soru alışverişinde bulunacağım. İster saray ile alakalı olsun ister ordu ile, ne sormak istersen sana doğruyu söyleyeceğim. Senden bir gece alacağım." dedi.


   "Ben…"


  "Sana dokunmayacağım, o yüzden benimle bir yürüyüşe çık. Benden başka hiçbir şeyi düşünme, sadece hâlâ Huainan'daymış gibi davran." dedi. "Olur mu?”


   Ses tonunda yadsınamaz bir sertlik vardı. Elini öyle sıkı kavrıyordu ki Su Shiyu'nun parmak kemikleri belli belirsiz acıyordu. Chu Mingyun bir an gözünü bile kırpmadan ona baktı. Sertçe çatılmış kaşları başlı başına temkinliliğini gösteriyordu. Oldukça zorluydu. 


   Su Yi'nin uyarısı hâlâ odada asılı duruyordu sanki. Su Shiyu ağzını açtı, fakat öyle kurumuştu ki ses çıkaramadı.


   Şahsi duyguları karıştırmak büyük bir tabuydu. 


   Bunu en iyi onun bilmesi gerekiyordu.


   Fakat yüreğinin derinliklerine gömülmüş özlem bu bir çift gözde fısıldaşıyordu. Deliler gibi büyüyen bir sarmaşıktı sanki. Mantığının kısıtlaması yavaş yavaş sindiriliyordu. Hasreti iliklerine işliyordu.


   Hayatı boyu kurabileceği tüm hülyalar yalnız ve yalnız onun uğrunda harcanmıştı sanki.


   Su Shiyu uzun bir süre gözlerini indirerek zihnini toparladı. "Tamam." Ve ekledi: "Ama önce bırak da..."


   Chu Mingyun'un sabrı sadece ilk kelimeyi duymaya yetmişti. Su Shiyu'yu çekerek dışarı çıkarıyordu. Kapıyı itip açmıştı ki bu son kelimeleri duymuştu. Başını çevirip koridorun dışındaki sıra sıra fenerlere baktı. Gülümseyerek, "Yine ortadan kaybolmandan korkuyorum. Bırakmaya nasıl cesaret edebilirim?” dedi.



   Konaktan ayrıldıktan sonra Su Shiyu, Chu Mingyun'un son derece ani sözlerinin sıradan bir sorudan daha fazlası olduğunu fark etti.


   İkisi birlikte restorana oturduklarında Su Shiyu sormadan edemedi: "Bu geç saate kadar yemek yemedin mi?"


   "Yemedim." dedi Chu Mingyun gülümseyerek. "Senin için daha iştahlıyım."


   Masanın yanındaki garson titredi, onlara birkaç kez daha bakmaktan kendini alamadı. Chu Mingyun'un siparişi bitirdiğini görünce aceleyle ve kibarca konuştu. "Hey, genç efendiler, tangyuan yemek istemez misiniz? Bugün Fener Festivali ya! Ailelerin vuslata ermesi için harika bir gün. Neden bir kase tangyuan ile kutlamıyorsunuz?"


   "Olur." Chu Mingyun umursamazca başını salladı. Su Shiyu'ya baktı ve aniden kıkırdadı. "Sonuçta bu akşam, senin ve benim için ender bir vuslat, değil mi?”


   Su Shiyu'nun çay fincanını tutan eli irkildi. Cevap vermeden fincanı yavaşça sıktı.


   Chu Mingyun'un gözleri hafifçe karardı. Dudaklarındaki küçük gülümseme hiçbir iz bırakmadan kayboldu.


   Ortamın havası aniden değişti. Garson neyin yanlış gittiğini anlayamadı, aceleyle bir göz atıp uzaklaştı. İki adam sessizliğe büründü. Yemekler birbiri ardına servis edildi. Nihayet iki kase tangyuan getirildi. Sıcak ve hoş kokuluydu. Kar beyazı ve parlak, yapışkan pirinçten yapılma kabuklar, osmanthus ve susam dolgularına sarılmıştı. Kase toplarla doluydu.


   Chu Mingyun aniden başını çevirerek pencereden dışarı baktı. Su Shiyu onun bakışını takip ettiğinde uzaktaki karanlık gökyüzüne yükselen dilek fenerlerini gördü. Binaların oymalı kiremitleri arasında, sokakları ışıtarak süzülüp gidiyorlardı. Yıldızları andırıyorlardı. Su Shiyu bakışlarını aşağıya çevirdiğinde… sokakta kalabalığın arasına karışmış Su Bai ve Lan Yi’nin durmaksızın etrafa bakınarak kendi taraflarına doğru araştırdıklarını gördü. Belli ki Su Bai onun dışarı sürüklendiğini gördüğünde bir şey olacağından korkmuş, böylece ikisi sinsice onları buraya kadar takip etmişti. Anlaşılan hâlâ Lan Yi'ye güveniyordu. Su Shiyu bir anda çaresiz hissetti. Ayağa kalkarak, "Onlara dönmelerini söyleyeceğim…” dedi.


   Fakat Chu Mingyun bileğini yakaladı. Hâlâ pencereden dışarı bakıyordu. Yüzünde hiçbir ifade yoktu.


   "Restoranın hemen dışı." O cevap vermeyince Su Shiyu bir süre düşünerek ekledi: "Sana söz verdiğime göre kendi başıma ayrılmayacağım elbette."


   Chu Mingyun ancak o zaman ona baktı. Elini bıraktı. Dudakları kıvrılırken kollarını düzeltti. "Seni bekleyeceğim."



   Su Bai ve Lan Yi'nin gönlüne su serpmek yoğun bir çaba gerektirmişti. Onlar nerede eğleneceklerini gürültüyle tartışırken arkalarına bakan Su Shiyu rahat bir nefes aldı. Restorana adım atmıştı ki aniden durarak geri döndü. Yukarıya baktığında binadan çıkıp giden karanlık bir gölge gördü; siyah tüylü kuş gecenin içinde hızla kayboldu. Chu Mingyun gizli bir emir göndermişti.


   Su Shiyu bir an orada durdu. Ayan beyan, gün gibi ortadaydı. Gözlerini hafifçe indirerek kıkırdadı. Hiçbir şey olmamış gibi, sanki hiç bir şey görmemiş gibi merdivenlerden çıkmaya devam etti. 


   Chu Mingyun onun geri döndüğünü görünce sessizce dudaklarını kıvırdı. Yemeklerini yedikten sonra onu sokakta dolaşmaya çıkardı.


   Changan’ın pazarı zaten hareketliydi ve şimdi daha da hayat doluydu. Sokaklar boyunca aralıksız bağırışlar ve müzik vardı. Göz alabildiğine fenerler parlıyor, havai fişekler gökyüzünü dolduruyordu. Gezinen insanlar nehir gibi akıyordu. Aralarına karıştıklarında göze çarpmıyorlardı bile.


   Bir süre sessizce yürüdükten sonra Chu Mingyun ağzını açtı. "Soru konusunda, ne soracağına karar verdin mi?"


   Su Shiyu başını çevirerek ona baktı. Sıcak bir sesle, "Ondan sonra hâlâ başın ağrıyor mu?" diye sordu.


   Chu Mingyun bir anlığına şaşkına döndü. "Ne?"


   Bu tepkiyle birlikte Su Shiyu, ayıldıktan sonra her şeyi tamamen unuttuğunu anlayarak hafifçe gülümsedi. "Yok bir şey.”


   "...Sormayı bitirdin mi?" Chu Mingyun biraz şaşırmıştı. "Soracak başka bir şeyin yok mu?"


   "Yok." dedi Su Shiyu. "Sarayda neler olduğunu bilmek istersem bittabi kendim araştırırım. Özellikle sormama gerek yok."


   Chu Mingyun alaycılıkla güldü. "Özellikle sormana mı gerek yok yoksa sözlerime mi inanmıyorsun?"


   Su Shiyu başını salladı. Neşeli bir ses tonuyla, "Senden başka bir şey düşünmememi söyleyen sen değil miydin?" diye sordu.


   Chu Mingyun’un adımları aniden durdu, iki adım geriye düştü. Az ileride havai fişekler patlayarak binlerce yıldıza dönüştü, kalabalık bir yaygara kopardı. Su Shiyu'nun sırtına baktı. İki hece boğazında titreşti, zar zor dışarı çıktı. “Shiyu.”


   Ses çok, çok hafifti, sanki bir şeyleri uyandırmaktan korkuyormuş gibiydi, yayaların gürültüsü altında boğulup gitmişti. Fakat Chu Mingyun, Su Shiyu'nun onu duyduğundan emindi. Zira sese karşılık olarak durmuş, bir anlık bekleyişin ardından kalabalığın içinde arkasını dönmüştü.


   Chu Mingyun ona baktı, kaşları hafifçe yukarı kalkarken güldü, avucunu açarak elini ona doğru uzattı.


   Su Shiyu'nun gözleri parıldamasına karşın kaşlarını hafifçe çattı. "Bu kadar insan varken sen..."


   "Eğer daha fazla gecikirsen bir süre sonra etrafın gerçekten insanlarla dolacak." Chu Mingyun'un ifadesi değişmedi.


   Su Shiyu etrafına bakındı. Henüz kimse onları fark etmemişti. Çaresizce iç geçirdi, ileri adım atarak Chu Mingyun'un elini tuttu. Hemen ardından diğeri, avuç içleri birbirine değecek şekilde parmaklarını sıkıca kenetleyerek geri çekildi.


   Çok sayıda genç kız ve oğlan, ender görülen festivalleri fırsat bilerek gizlice el ele tutuşmuş, sokak boyunca fenerleri seyrederek yanlarından geçiyordu. Avuç içleri ateş gibi yanıyordu. Yanaklarındaki kızıllık fenerleri geride bırakıyordu. Bu, kalbini pırpır ettiren en sıradan, aynı zamanda en kıymetli şeydi.


   Fenerlerin ışıltısı geceyi güne çeviriyor, neşeli kahkahalar yankılanıyor, ince bir koku süzülüyordu. Chu Mingyun'un kaşları hilal gibi kıvrıldı. Su Shiyu'nun profiline bakarken tekrar dile getirmeden edemedi. "Shiyu."


   "Hm." Su Shiyu ileriyi işaret etti. "Bundan yemek ister misin?"


   Chu Mingyun başını çevirip baktığında şekerleme satıcısının etrafının bir grup çocuk tarafından çevrelendiğini ve gülümseyerek parlak kırmızı, şekerlenmiş şahin demetlerini dağıttığını gördü.


   "..." Chu Mingyun, "Kaç yaşındayım ben?" dedi.


   Su Shiyu dayanamayarak ufak bir kahkaha attı. "Yürüyebilmek için birisinin onun elini tutmasında ısrarcı olan kimdi az önce?"


   Chu Mingyun utanmazca gözlerini kırpıştırdı. Yüzü neşeyle doluydu.


   Farkına bile varamadan çoktan şehrin dışına doğru çıkmışlardı. Nehirde fener yüzdüren ve göğe fener bırakan insanlar burada toplanmıştı. Nehir kıyısı parlak ışıklar yansıtıyordu. Fener satan satıcıların hepsi ellerinden geldiğince yüksek sesle müşteri çekmeye uğraşıyorlardı. Daha büyük bir tezgahtan bir adam çıkagelerek ikisine doğru eğildi. "Genç efendiler, bu taraftan. Her şey emredildiği gibi hazır, sadece ikinizin gelmesini bekliyoruz."


   İki dilek feneri getirip onlara sundular. Diğer insanların genellikle aldığı beyazlardan farklı olarak fenerlerin yüzeyi gök mavisiydi. Solgun mürekkeple boyanmış olan fenerlerin ne kadar zarafet ve özenle yapılmış olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Su Shiyu bir süre inceledi, sonra gülümseyerek, "Çok iyi hazırlanmışsın, fener yakmayı seviyor musun?" diye sordu.


   "Seni seviyorum." dedi Chu Mingyun gözlerini kaldırmadan. Bir kenardaki hazırlanmış fırçayı alarak ona uzattı. "İşte."


   Etraflarında hâlâ ağır ağır süzülüyordu fenerler. İnsanlar gülüşerek başlarını kaldırmış göğe bakıyorlardı; gözleri umutlarla doluydu, sanki fenerlerin taşıdığı dilekler gök kubbeye ulaşabilirmiş, tanrılardan onları gerçekleştirmelerini rica edebilirlermiş gibi.


   Chu Mingyun hemencecik yazdı, fenerdeki mumu yaktı, dilek fenerini yavaşça uçurmak için bileğini kaldırdı. Yine de gözleri Su Shiyu'ya bakıyordu. "Hâlâ bulamadın mı?"


   Fenerin üzerinde ne yazdığını belli belirsiz görmüştü. Su Shiyu fırçayı tekrar mürekkebe daldırdı, lakin o anda fırçayı indirip yazmadı. Chu Mingyun'un sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı, gülümsedi ve sonunda başka bir şey eklemekten vazgeçti; dilek fenerini yakıp uçmasına izin verdi.


   Chu Mingyun iki göz alıcı mavi fenerin yavaş yavaş uzaklaşmasını izledi. Görünüşte öylesine, "Ne yazdın?" diye sordu.


   “Ülkenin refahı ve insanların huzuru.” Su Shiyu'nun yüzünde samimi bir ifade vardı.


   "..." Chu Mingyun bir an sessiz kaldı, sonra tekrar gülümsedi. "Benimkini sormayacak mısın?"


   "Gerek yok." diyerek gülümsedi Su Shiyu. "Dileklerin dile getirildiğinde kabul olunmadığı söylenmiyor mu?”


   Chu Mingyun derin gözlerle ona yan yan baktı. "Eğer kabul olunursa gerçekten tanrılara ve Buda’ya iman etmeliyim." diye fısıldadı. Uzaklara baktı ve aniden, "Beni burada bekle." dedi. Elini henüz bırakıp iki adım atmıştı ki birden dönerek Su Shiyu'nun omuzlarını tuttu. Onun hafif şaşkın yüzüyle bakıştı. "Hiçbir yere gidemezsin. Geri dönmemi bekle. Sadece bir süreliğine. Seni çok uzun bekletmeyeceğim."


   Yeşim taşını andıran yüzündeki şaşkın ifade silindi; Su Shiyu yavaşça gülümsedi. "Tamam."



   Chu Mingyun, Qin Zhao'yu nehir kıyısının ücra bir köşesinde fazla çaba harcamadan buldu. Qin Zhao onu görür görmez ifadesiz bir yüzle ağzını açtı. "Abi, gizli emir bu şekilde kullanman için değil."


   Chu Mingyun çenesini kaldırarak yan tarafta şekerleme almakta olan Du Yue'ye baktı. "O adamı sahiden de yanında getirmiş olamazsın."


   "Kuzeninin fenerinin indirileceğini duyunca gelmekte ısrar etti.” dedi Qin Zhao.


   Chu Mingyun manidar bir “haa” dedi. "Suratının böyle olmasına şaşmamalı."


   Qin Zhao elindeki çoktan sönmüş mavi feneri ona doğru itti. "Gücünü kendine acımak için sakla."


   Chu Mingyun gözlerini indirerek fenerin yüzüne baktı. Su Shiyu'nun sözleri yalnız bir tarafta, kısa ve özdü: İlk dileğim, ülkemiz refaha ersin; ikinci dileğim, halkımız barış bulsun. Sakin ve kayıtsız görünüyordu. Uzun süre, neşe barındırmayan bir tonda güldü. "Gerçekten de ülkenin refahı ve insanların huzuru."


   O konuşurken Du Yue çoktan yanlarına gelmiş, elindeki feneri gözlerine uzatmıştı. "Hey, bu seninki mi?"


   Chu Mingyun gelişigüzel aldı. Fenerin üzerindeki diğerinden daha kısaydı: Su Shiyu. Sadece bu üç heceydi..


   "İntikam yazacağını düşünmüştüm." Du Yue onun yüzüne baktı.


   Gözlerini indirdi ve hiçbir şey söylemeden parmak uçlarını o ismin üzerinde gezdirdi. Du Yue ve Qin Zhao da bir anlığına suskun kaldılar. Gürültülü nehir kıyısından en ufak bir sıcaklık sızamıyor gibiydi. Ta ki Chu Mingyun elini kaldırıp kaşlarını ovuşturana, diğer eliyle onlardan uzaklaşmalarını isteyene kadar.  "Daha uzağa gidin. Yanıma gelip de sorun çıkarmayın.”


   Du Yue onu azarlama dürtüsünü bastırdı, hemen Qin Zhao'yu bir tekne kiralamak için nehre doğru sürükledi. Yolun yarısında aklına birden bir şey geldi; arkasını dönerek az önce Chu Mingyun’un yanındaki yerine geri koşturdu. “...İçimde bir his var.” Du Yue bir nefes aldı. “Çabuk gidip kuzenime bak! Çabuk, çabuk!”


   Chu Mingyun bir anlığına şaşkına döndü, sonra aklına bir şey gelerek arkasını dönüp geldiği yere doğru koştu.


   Onu uzaktan gördü.


   Su Shiyu, ince bedeniyle ıssız bir köşede duruyordu. Dilek fenerleri etrafında sıcak renklerden oluşan bir denize dönüşmüştü. Elindeki sıradan, yalnız beyaz renkli dilek feneri yandı, usulca dönerek gökyüzüne yükseldi. Sanki bir şey fark etmiş gibi, Su Shiyu aniden arkasına baktı. Yüzlerce fenerin alevi altında ışıldıyordu mürekkep karası gözleri. İnsan kalabalığının içinde, gözleri yalnızca kalabalığı yarıp gelen bir adamı görüyordu. Bakışları yumuşadı, sıcacık gülümsedi.


   Tüm dünya gürültü içindeyken bir anda sessizliğe büründü. Mehtabın düştüğü nehir sularını duyabiliyordu kulakları. İşletmelerdeki belirsiz türküleri, uzak dağlardaki soğuk çan seslerini duyabiliyordu. Adım seslerini duyabiliyordu; kendisine yaklaşıyordu. 


   Chu Mingyun kolunu tutarak yukarı baktı. Fener çoktan gökyüzünde yükselen ışık denizine karışmıştı, onu ayırt etmenin bir yolu yoktu.


   "Bir yere gitmiyorum." Su Shiyu ona baktı.


   "Ne yazdın?" Chu Mingyun onu daha yakınına çekti.


   Su Shiyu bir an duraklar gibi oldu. Ardından sakin bir ifadeyle, "Ülkenin refahı ve insanların huzuru." dedi.


   "O zaman neden ikinci kere yazdın?" Chu Mingyun kaşlarını çatarak ona dikkatle baktı. "Ne yazdın?"


   Su Shiyu'nun biraz kafası karışmıştı. Gülerek, "Sadece bir fener, neden bu kadar önemsiyorsun?" dedi.


   Chu Mingyun hiçbir şey söylemedi. Okyanuslar kadar derin gözlerle ona baktı. Bakışları buluştu uzun bir süre. Yavaş yavaş yaklaştı.


   Su Shiyu'nun nefesi biraz durgundu; hiç kımıldamadı. Onun nefesinin yaklaştığını hissetti. Fakat tam ona dokunacağı sırada Chu Mingyun birden durdu. Hafif boğuk bir sesle, kibarca, "İğrendiğini hissedersen uzaklaşabilirsin.” dedi.


   Bu kadar yakınken her kelimesinin nefesi hissedilebiliyordu; sıcaktı, uyuşturuyordu.


   Parmak uçları aniden titredi. Su Shiyu onu ağacın gölgesine çekti. Bir süre sessiz kaldı, yavaşça gözlerini kapattı.


   Hemen ardından bedeni ağaca yaslandı. Yine de Chu Mingyun kendini dizginlemek için elinden geleni yapıyordu. Kaba saba ağaç gövdesinin onu rahatsız etmesinden korkuyordu. Ağacın karanlık gölgesi altında yüzünü bile net göremiyordu. Öne doğru eğildi; Su Shiyu’yu alnından öptü, öpücüklere devam ederek aşağı indi, kaşlarına, gözlerinin köşelerine ulaştı, nihayet dudaklarına vardı. Yavaşça iç çekti, hiç tereddüt etmeden onu öptü.


   Su Shiyu'yu gücendirmekten, onu rahatsız etmekten korkuyormuş gibiydi. Hevesini bastırdı, adeta kibar bir huşuyla öptü dudaklarını. Sonra dişlerini araladı, yalayarak birbirine dolandı. Dokunaklı, tarifsizce dokunaklıydı. En kuvvetli alkollerden bile daha sarhoş ediciydi.



   İnsanlar yavaş yavaş dağıldı. Nehirdeki tekne daha da sessizleşti. Sayısız dilek fenerini uçurdu rüzgar ve tekneyi sıcak bir ışıkla çevreledi. Du Yue teknenin kenarına tutunarak yaklaşan dilek fenerine dokunmak için elini uzattı. Beyaz mı beyaz bir fener yavaşça dönerek yaklaştı, üzerindeki bir dizi kelimeyi ortaya çıkardı. Du Yue okumak için gözlerini kıstı. "Üçüncü dileğim, sevdiğime… Hey, bu yazı tanıdık geliyor- ay Qin Zhao!"


   Qin Zhao hemen tepki vererek neredeyse suya düşecek olan Du Yue'yi geri çekti. Du Yue bir adım geri çekilerek doğruca kollarına düştü. Başını kaldırdığında Qin Zhao'nun gergin gözleriyle karşılaştı. İkisi o anda, bir anlığına şaşkına döndü.


   Du Yue gözlerini kırpıştırdı, soğukkanlılığını yeniden kazandı ve aceleyle uzaklaştı.


   Qin Zhao hâlâ olduğu yerde donakalmış haldeydi. Du Yue başını çevirerek bir an ona baktı. Öksürdü. Tereddütle, "Ah, şey, bir yerine bastım mı?” dedi.


   Qin Zhao kendine gelerek başını salladı. "Hayır."


   "Ha, iyi o zaman." Du Yue uslu uslu oturdu.


   Ulaşmak için elini uzattığı dilek feneri, gökyüzündeki parlak aya doğru dalgalanıyordu.



   İlk dileğim, ülkemiz refaha ersin.


   İkinci dileğim, halkımız barış bulsun.


   Üçüncü dileğim, sevdiğime dert tasa uğramasın, hastalıklardan arınsın, uzun yıllar huzur içinde yaşasın.