Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 81: Esas başmüfettiş noksansız, mükemmel bir adamdı. Fakat şimdiki Su Shiyu’nun bir zayıflığı var artık…

 


   Yonghe'nin hükümdarlığının onuncu yılının baharında, ikinci ayda, Hunların dokuzuncu prensi Yuwen Sun birliklerini toplayarak gece vakti hükümdarın çadırına baskın yaptı; babasını öldürdü ve tahtı gasp ederek Büyük Hun Hükümdarı unvanını aldı.


   Haber Changan'a ulaştığında Chu Mingyun alaycı bir kahkaha attı. "Sahiden de çöpün birinin hükümdar olmasına müsaade ediyorlar. Hunlar yolun sonuna mı varmış?" Bunu hiç ciddiye almadı.


   Aynı anda Bayındırlık Nazırı Yue Yuxuan da haberi aldı, bir süre sonra toparlanarak saraya girdi.


   Sarayın çalışma odasında Li Yanzhen, ahşap bir kadın heykelini titizlikle inceliyordu. Yue Yuxuan'dan, ona göz ucuyla bile dikkatini vermeden, gelişigüzel bir tavırla, belgeleri masaya koymasını istedi.


   Ahşap heykel şimdiden mükemmelliğe ulaşmıştı. Figürü saf ve zarifti; uzun saçları ve işlemeli bir elbisesi vardı. Elleri yeşim taşı gibi narindi. Yüzü hâlâ eksik olsa da son derece güzel bir kadın olacağı görülebiliyordu.


   "Majesteleri, onun yüzüne henüz karar vermediniz mi?" Yue Yuxuan da ahşap heykele baktı.


   "Evet ya, hâlâ üzerinde dikkatle düşünülmesi gerektiğini hissediyorum." Li Yanzhen'in heykele bakan gözleri şefkatli, neredeyse hasret doluydu. "Bazen belli belirsiz bir hisse kapılıyorum, görünüşü aklımda canlanacak gibi oluyor neredeyse fakat daha dikkatli düşündüğümde hatırlayamıyorum."


   Yue Yuxuan iç geçirmeden edemedi. “Yazık.”


   "Yazık mı?" diye sordu Li Yanzhen. Yine de bakışları hâlâ heykelden uzaklaşmamıştı.


   "Bir şey yok, sadece majestelerinin bu kadar usta olmasına iç geçiriyorum. Bir zanaatkar olsaydınız dünyada elinize su dökebilecek kimse bulunamazdı." Yue Yuxuan gülümsedi. "Sadece saçma sapan şeyler düşünüyorum."


   "Bir zanaatkar mı olsaydım?" Li Yanzhen başını sallayıp gülmekten kendini alamadı. "Bunu daha önce düşünmüştüm gerçekten. O zamanlar, henüz yeni veliaht prens olduğum sıralarda, gün boyu pek çok şey öğrenmek zorunda kalıyordum ve ayrıca soylu ağabeylerimin küçüklüklerinden beri okudukları kitapları birkaç yıl içinde telafi etmem gerekiyordu. Ders çalışmaktan o kadar yorulmuştum ki rehberliğimden sorumlu nazırcığım Su’ya şikayetlenmekten kendimi alamamış, saraydan çıkıp marangoz olsam harika olacağını, imparator olmanın gerçekten yorucu ve sıkıcı olduğunu söylemiştim.”


   Yue Yuxuan hemfikir olarak gülümsedi. Onun anılarında kaybolmuş göründüğünü görünce sessizce öne çıktı. Li Yanzhen heykel yaparken ve resim çizerken yalnız kalmayı seviyordu. Nazırların resmi raporları olmadığı sürece kimsenin rahatsız etmesine izin verilmiyordu. Yue Yuxuan'ın hiçbir endişesi yoktu. Uzanıp masanın üzerindeki çay fincanına dokundu, beyaz tozu itinayla çaya döktüğünde tek bir iz bırakmadan eriyip gitti.


   Li Yanzhen olan bitenden bihaberdi. Hâlâ yavaşça anılarında geziniyor, farkında olmadan bir gülümseme sergiliyordu. “Fakat o sırada hemen yakınımda olan saray hizmetçisinin bunu başkalarına anlatacağını ve yayıla yayıla soylu babamın kulağına gitmesini beklemiyordum. Soylu babam küplere binmişti. Beni ve sevgili nazırım Su’yu Doğu Sarayı’nda kitap kopyalamakla cezalandırmıştı. O gece yılbaşı arefesiydi, sevgili nazırım Su benim yüzümden evine dönememişti. Kendimi o kadar suçlu hissediyordum ki tek kelime edemiyordum. Fakat o sadece kızmamakla kalmamış, aksine beni teselli etmişti. Sanki doğasında öfkelenmek yokmuş gibi. Gece yarısına kadar kitap kopyalamıştım, artık bileğim ağrıyordu ve dahası uykusuzluğa dayanamıyordum. Sevgili nazırım Su benden bir süre kestirmemi istemişti. Bir çay içimlik vakit kadar yattıktan sonra beni uyandıracağı ve kopyalamaya devam edeceğim konusunda anlaşmıştık. Sonuç olarak uyandığımda gün çoktan ışımıştı. Üstelik geriye kalan kopya işlerim tamamlanmış, masa bile toparlanmıştı.”

   Li Yanzhen devam etmeden önce bir an durakladı. "O sırada kıymetli nazırım Su’nun masaya dayanmış halde uyuduğunu görmüş; annem ve cariyem dışında bana iyiliğini gösteren tek kişinin muhtemelen o olduğunu düşünmeden edememiştim."


   "Majestelerinin Su Bey’i bu kadar çok sevmesine şaşmamalı." Yue Yuxuan çoktan eski konumuna çekilmiş, saygılı bir ifadeye bürünmüştü.


   Li Yanzhen sonunda arkasını döndü. Çayını alarak birkaç yudum içip gülümsedi. “Benim gönlümde sevgili nazırım Su'nun bir ağabeyden hiçbir farkı yok."


   Yue Yuxuan, Li Yanzhen'in çay içişini izledikten sonra daha fazla kalmadı, ayrılmak üzere geri çekildi.  İlacın etki edeceği saati aklından hesaplayarak saray yerleşkesinden çıktı. Etrafına baktığında aydınlık bahar manzarası gözlerini doldurdu. Gülümsedi.


   Daxia'nın sallantılı iktidarı nihayet tamamen çökecekti.


   Ne yazık ki ahşap heykel asla bir yüze sahip olamayacaktı.


***


   "Abi, imparatorluk ordusundan acil bir haber geldi. Li Yanzhen zehirlenerek komaya girmiş." Qin Zhao hızlı adımlarla çalışma odasına girdi.


   "Yine mi zehirlemişler?" Chu Mingyun kaşlarını hafifçe çattı. "Bu sefer kim yaptı?"


   "Bayındırlık Nazırı Yue Yuxuan en şüpheli kişi. O sırada sarayın çalışma odasında sadece o ve Li Yanzhen varmış. Kazanın ardından ne nazırlıkta ne de evinde görüldü. Muhtemelen kaçmıştır.” dedi Qin Zhao. "Su Shiyu şehir kapılarının kapatılmasını emretti. Tüm şehir onu arıyor.”


   Bu sırada hizmetçi dışarıdaki kapıyı çaldı. "Efendim, saraydan biri Hekim Du'yu davet etmek istiyor."


   Qin Zhao, Chu Mingyun'a baktı.


   Chu Mingyun bir elini çenesine koydu. Gözleri karardı. "Ona Du Yue'nin Cangwu Dağı'na döndüğünü ve burada olmadığını söyle."


   "Abi?" Qin Zhao bir anlığına şaşkına döndü.


   "Eğer o aptal çocuğa yalan söylemek istemiyorsan onu hemen gönder ki Du Yue hiçbir şeyden haberdar olmasın." Chu Mingyun gözlerini kaldırarak ona baktı. "Ne demek istediğimi biliyorsun."


   "Evet." Qin Zhao ayrılmak için döndü. Dayanamayarak adımlarını durdurdu. “Başka bir hamle mi yapacaksın?”


   Chu Mingyun güldü. Ona cevap vermek yerine, "İmparatorluk ordusunun komutanı beni görmeye gelsin." dedi.


***


   Gece çökmüştü. Gün boyunca şehir genelinde yapılan aramalar Changan halkının yüreğini ağzına getirmişti. Gece olur olmaz herkes kapılarını sıkıca kapatıp birilerinin dikkatini çekme korkusuyla erkenden dinlenmeye çekilmişti. Yalnız, mal taşıyan bir araba karanlık bir ara sokaktan yavaşça çıkarak şehir kapısına doğru ilerledi.


   İmparatorluk ordusu tüm şehri kapatmıştı. Şehir kapıları da sıkı bir şekilde korunuyordu. Arabanın önü hemen kesildi.


   “Ne halt yemeye geldiniz? Şehrin kapalı olduğunu bilmiyor musunuz? Geri dönün!"


   Atın üstündeki adam aceleyle aşağı indi. "Aman efendim, lütfen mazur görüp bir torpil yapın. Bunlar sıradan mallar. Kolaylık sağlayın lütfen, bırakın da geçelim.”


   Muhafız kargısını savurdu. "Yukarıdan emir var. Bütün şehir kapatıldı. Kimsenin şehir dışına çıkmasına izin verilmiyor, ticari mallar istisna değil, geri dönün!"


   “Şey ama…”


   "Neler oluyor?" İmparatorluk ordusunun komutanı taraflarındaki gürültüden etkilenerek yanlarına doğru yürüdü.


   Muhafız kargısını geri çekti. "Komutanım, bu araba emirlere aykırı olarak şehri terk ediyor ve geri dönmeyi reddediyor."


   “Lütfen anlayınız efendim. Mallarımın hepsi sözleşmeli, bir günlük gecikme bile bana paraya mal olacak!" Adam, gelenin rütbesinin düşük olmadığını görünce yağ çekmek üzere öne çıktı. Cebinden gümüş çıkararak eline tutuşturdu. "İşinizin kolay olmadığını biliyorum. Bu yüzden gündüz gelmeye cesaret edemeyerek gece yarısına kadar bekledim. Sizin iyiliğinizi de düşünmüş değil miyim? Görüyorsunuz, sadece bu araba, daha fazlasına cesaret edemem!”


   Komutan elindeki gümüşü tarttı. Bir an ne yapacağını bilemedi. "Ama emri başmüfettişten aldım. Bu gerçekten..."


   "Biliyorum!" Adam birkaç tael daha ekledi. Arkasını dönerek arabadaki yük bölümünü işaret etti. "Kurallara göre hareket ediyorsunuz, elbette emre uymak zorundasınız. Gidip kontrol edin, hiç çekinmeyin!”


   Komutan memnuniyetle gülümsedi. Gümüşü ve parayı bir kenara koyarken, "Gidin ve dikkatlice arayın!" diye emretti.


   Muhafızlar ilerleyerek sandıkları tek tek açtılarsa da yalnızca ipek kumaş buldular. Adam ellerini ovuşturarak gülümsedi. "Efendim, ne diyorsunuz?"


   Komutan başını sallayarak elini silkeledi. "Bırakın gitsinler!"


   "Çok teşekkürler efendim. Çok teşekkürler efendim. Efendim, size erken terfi ve zenginlik diliyorum!”


   Araba şehrin dışına doğru yol alarak uçsuz bucaksız gecenin içinde kayboldu. Komutan gözlerini ondan aldı, yanındaki askere göz kırparak bir işaret verdi.



   Ana yolda toynak sesleri yankılanıyordu. Araba yavaşladı, sonunda durdu. Adam aceleyle atından inerek arkaya gitti. Sandıkları yere indirdi. Uzanıp ittiğinde arabanın duvarını açarak içerideki bir bölmeyi ortaya çıkardı. Birisi kalkarak dışarı çıktı, telaşsızca elbiselerini düzeltti. Adama el salladı ve adam da eğilerek selam verip uzaklaştı.


   Yue Yuxuan gökyüzüne baktı. Karar kılınan tekneye doğru yürüdü.


   Gece ilerlemişti. Ağaç gölgeleri zifiri karanlıktı, iç içe geçen dallar ay ışığını kesiyordu. Çeşitli kuşlar ormanda cıvıldaşıyordu. Başından beri tuhaf, sıra dışı bir huzur hakimdi. Birden hafif bir ses yankılandı, yaprakların arasından esen rüzgarı andırıyordu. Yue Yuxuan adımlarını durdurarak kulak kesildi. Farklı bir şey yoktu. İleriye doğru bir adım attığında birden bir gürültü yükseldi, aceleci ve yoğun bir şekilde dört bir yanda yankılandı. Sanki uzaklardaymış gibi lakin meğer yakınmış gibi. 


   Yue Yuxuan'ın kalbi yerinden fırladı. Aceleyle etrafına bakındı. "Kim? Beni almaya geldiyseniz neden ortaya çıkmıyorsunuz? Siz..."


   Etrafında, neredeyse aynı anda keskin ışıklar parladı. Göz açıp kapayıncaya dek tüm vücudu buz kesildi. Siyahlara bürünmüş birkaç adam onu çepeçevre sardı. Uzun kılıçları doğruca vücudunun hayati noktalarına doğrultulmuştu.


   "Siz..." Yue Yuxuan'ın sesi titredi. "Siz beni almaya gelecekler değilsiniz, siz kimsiniz?!"


   Siyahlara bürünmüş adamlar tek kelime etmiyor, heykel gibi duruyorlardı.


   Ve arkadan, gülen bir ses konuştu yavaş yavaş. "Neden bu kadar korkuyorsun? Zehir kullanırkenki cesaretin nereye gitti?"


   Bu tanıdık ses Yue Yuxuan'ın zihninde patladı. Bakmak için dönmek istediyse de hareket edemedi.


   "Pekâlâ, bırakın da dönsün."


   Siyahlara bürünmüş adamlar kılıçlarını indirdi. Yue Yuxuan sertçe arkasını döndü. Ayın parçalanarak dökülen ışığı altında, genç adamın dudaklarını soğuk bir gülümseme süslüyordu. Kıyafetlerindeki nilüfer desenleri kan lekelerini andırıyordu.


   Yalnız bir bakışla, Yue Yuxuan son bir umutla yana doğru koştu. Yüksek bir gürültüyle gökyüzünde havai fişekler patladı. Elindeki sinyal fişeğini göğe doğrultmuşken nefes nefese kalmıştı.


   Gölge muhafızlar kılıçlarını sıkıca kavradı. Dikkatle etraflarına baktılar.


   Uzun bir ölüm sessizliği bürüdü ortamı. Hiçbir hareket yoktu.


   Chu Mingyun ona ilgiyle bakarak güldü. "Özellikle ben göreyim diye havai fişek mi patlatıyorsun?"


   "Nasıl olur?.." Yue Yuxuan inanamayarak teknenin yönüne baktı. Birkaç uzun kılıç hemen boynuna yerleştirildi, ince kesiklerden kan akarken onu diz çökmeye zorladı. Yue Yuxuan'ın ifadesi, Chu Mingyun ona doğru yürüyene kadar durgundu. Aniden bir kahkaha attı. "Anladım, hiç şüphem kalmadı. Bayındırlık Nazırlığı’nın iki nazırı, iki terk edilmiş oğul. Güzel, çok güzel, temiz bir şekilde öleceğim ve artık bana zahmet etmeyecekler!”


   "Çok neşelisin. Neden benimle konuşmuyorsun?" dedi Chu Mingyun yarım yamalak bir gülümsemeyle.


   "Senin gibi gaddar bir insanla konuşmanın ne anlamı var?" Mütevazı yüzünü yırtıp attı. Kalbi tamamen özgürlüğüne kavuşmuştu artık.


   Chu Mingyun kaşlarını hafifçe kaldırdı. Bembeyaz parmaklarını sakince yükseltti. "Sol ayak."


   Buna karşılık gölge muhafız kılıcını savurdu, her yere kan sıçradı. Yue Yuxuan anında sarsıldı. Sefalet dolu çığlığı ormandaki kuşları ürküttü. Şiddetle titredi. Yüzünden soğuk terler akarken önündeki adama baktı.


   Chu Mingyun dudaklarını kıvırdı. "Li Chenghua'nın elinde asker kalmadı. Senden onu zehirlemeni neden istedi?"


   Yue Yuxuan boğuk bir sesle, alay edercesine karşılık verdi. "Eğer sana söylersem... beni… özgür bırakabilir misin?"


   "Hayır." dedi Chu Mingyun. "Ama senin daha çabuk ölmeni sağlayabilirim."


   "Hahaha." Yue Yuxuan güldü. "Ölümün korkulacak nesi var? Yüce amaçların başarılması için birilerinin fedakarlık yapması gerek!"


   "Yüce amaçlar mı?" Chu Mingyun ona küçümseyerek baktı.


   "Bu amaç nasıl yüce olmasın?" Yue Yuxuan başını yukarı kaldırarak doğrudan onun gözlerinin içine baktı. "Bu hükûmetin şimdiye kadar ayakta kalabilmiş olması yalnızca sen ve Su Shiyu sayesinde. Esas başmüfettiş noksansız, mükemmel bir adamdı. Fakat şimdiki Su Shiyu’nun bir zayıflığı var artık…”


   Konuşması bir hırıltıyla kesildi birden. Boğazı sıkılıyordu.


   Chu Mingyun bir eliyle onun boynunu kavradı. İfadesi soğudu. Hafifçe eğilerek, “Su Shiyu’nun neyi var dedin?” diye sordu.


   Elinin gücü giderek arttı. Yue Yuxuan’ın yüzü kızardı. Nefes almakta zorlanmasına rağmen ona kışkırtıcı bir gülümseme gösterdi. Daha fazlasını söylemedi.


   Parmaklarını sıktı. Boğazındaki ince tıkırtıları duyabiliyordu neredeyse. Chu Mingyun birden elini bırakarak Yue Yuxuan'ı uzağa fırlattı. İfadesiz bir yüzle doğruldu.


   Yue Yuxuan boğazını kapadı, ciğerleri parçalanırmış gibi öksürdü. Gözleri kıpkırmızıydı. Bir süre rahatladıktan sonra yürekten bir kahkaha attı. Sesi öyle kısılmıştı ki önceki sözlerine devam ederken tonu değişmişti. "...Sana gelince, hahaha, senin de ölüler diyarına gelmen uzun sürmeyecek!" Aniden kendini yanındaki gölge muhafızın kılıcının üzerine attı. Başı aşağı yuvarlanırken kanı anında fışkırarak Chu Mingyun’un kıyafetlerinin köşelerine sıçradı. Yoğun bir kokusu vardı.


   Chu Mingyun gözlerini yerdeki cesede indirdi. Yüzü sular gibi kasvetliydi.


   Gökyüzünün sessizliğinde ay soğuk ışıklar saçıyor, ormandaki ağaçların gölgeleri salınarak dans ediyordu.


   "Git ve Zhou Yi'ye birlikleri başkente getirmesi için haber ver." dedi Chu Mingyun aniden.


   Li Yanzhen'in Jiang Yuan yüzünden zehirlenip komaya girdiği sıralarda istediği elli bin erlik seçkin ordu hâlâ Changan yakınlarında konuşlanmış, hazırda bekliyordu. Birliklerin komutanı Zhou Yi'den başkası değildi.


   "Abi." Qin Zhao kendini tutamayarak ağzını açtı. "Tam da şüphelendiğin gibi, muhtemelen Xiling Valisi’nin başka bir amacı var. Asıl istediği…”


   "Ondan korkmam mı gerekiyor?" dedi Chu Mingyun uğursuz bir sesle. "Tüm ordusunu kaybetmiş bir adam. Li Chenghua kendi yeteneklerini abartsa ve iskete kuşu rolünü üstlenmek istese bile ben ağustos böceğinin peşindeki peygamber devesi olacak mıyım?”


   Qin Zhao gözlerini indirdi. "Doğru."


   "Ayrıca…" dedi Chu Mingyun, daha yavaş bir ses tonuyla. "Çok önemli bir mesele var."


***


   "Genç efendi, bu sabah şehrin dışındaki teknelerden çok uzak olmayan bir yerde Nazır Yue’nin cesedi bulundu. Epey vahşice ölmüş. Başı ayrı, bedeni ayrı yerdeydi. Ancak başka hiçbir ize rastlanmadı." diyerek rapor verdi Su Yi.


   Su Shiyu düşünceli halde başını salladı. "Majestelerinin durumu nasıl?" diye sordu.


   "Yapabileceğimiz hiçbir şey yok. İmparatorluk doktorları ellerinden geleni yaptılar fakat uyanacağına dair hiçbir işaret yok." dedi Su Yi. "Saray, küçük bey Du'yu davet etmek için başkomutanlık konutuna birini gönderdi fakat küçük beyin Cangwu Dağı’na döndüğünü söylediler. Çabuk gelmesini istemek için birini göndermeli miyiz?" 


   Su Shiyu onun sözleri karşısında kaşlarını hafifçe çattı. Bir an için cevap vermedi. Eğer Du Yue Changan'dan ayrılacak olsaydı yola çıkmadan önce vedalaşmak için mutlaka yanına gelirdi, öyle sessizce çekip gitmezdi. Bu sözlerdeki doğru ile yalan yüreğinde apaçık ayrılmıştı.


   "Du Yue'nin geçen sefer kullandığı reçete hâlâ sarayda duruyor olmalı. İmparatorluk doktorları onu tekrar incelesinler, ellerinden gelenin en iyisini yapsınlar." dedi Su Shiyu.


   Tam Su Yi emri kabul etmek üzereyken çalışma odasının kapısı aniden çalındı. Su Bai cevap beklemeden içeri daldı. Aceleyle babasına baktı, Su Shiyu'ya doğru konuştu. "Genç efendi, baş…başkomutanlık konutu sizi oraya davet ediyor!”


   Su Shiyu bir an afalladı. Hemen sakinleşerek, "Pekala, arabayı hazırlayın." dedi.


   "Bekleyin genç efendi.” diyerek onu durdurdu Su Yi. "Başkomutan Chu’nun sizi şu anda aniden davet etmesi korkarım kötü niyetlidir.”


   Su Shiyu'nun gözleri derinleşti, hafifçe gülümsedi. "Onunla buluşmaya gitmezsem neyin peşinde olduğunu nasıl bilebilirim?"


   "O halde genç efendi kendi güvenliğini de düşünmeli, bu kadar aceleci davranmamalı. Astınız hemen birine size eşlik etmesini emredecek.”


   Su Shiyu başını salladı. "Gerek yok."


   "Genç efendi, lütfen astınızı dinleyin, bu..."


   Su Shiyu’nun bakışları aniden Su Yi'nin ötesine geçerek pencereden dışarı yöneldi. Az ilerideki masmavi gölette bir grup solgun bitki vardı. Nilüferlerin kalıntıları kıvrılarak tomarlanmış, soluk sarı renge dönmüştü. Sapları zayıfça eğrilip büğrülmüştü. Son nefeslerini veriyorlarmış gibi görünüyorlardı. “Çoktan bahara girmiş değil miyiz?”


   Su Yi şaşkınlıkla arkasını döndü. Genç efendisinin bundan neden bahsettiğini bilmemekle birlikte yanıtladı. "Evet. Gelip bakması için birini çağırdım. Söylemesine bakılırsa merhum hanımefendinin o ender çiçekleri diktirdiği zaman göletin suyu ile toprağının yapısı büyük ölçüde değişmiş. Kırmızı nilüferler için elverişli değil. Ekildikten sonra bu kadar büyümesi zaten oldukça iyi fakat korkarım bu yıl hayatta kalması zor olacak."


   Sanki gözlerinin derinliklerine gömülüyordu bir şey. Su Shiyu bir süre suskun kaldı, sonra usulca gülümsedi. "Bu zor bir yaşam olur sadece. Temizlemesi için birilerini gönderin."


   "Hanımefendinin daha önce yetiştirdiği çiçekleri tekrar dikmek ister misiniz?" diye sormadan edemedi Su Bai.


   "Gerek yok." Su Shiyu usulca iç çekti. Dışarı çıkarken, "Boş bırakın gitsin." dedi.


Sonraki Bölüm


   Tosbağa Notu:


   Yonghe'nin hükümdarlığının onuncu yılının baharında, ikinci ayda…
  Herhangi bir yanlışlık yok, Çin takviminde bahar ikinci ayda başlıyor. Bize göre şubat yani.