Sennichi-mae bölgesindeki yüksek binalardan birine çıkmayı deneyin. Doğuya, kuzeydeki Kōzu kayalıklarına ve güneyde onu çevreleyen Ikutama ve Yuuhigaoka kayalıklarına doğru bakarsanız, havayı kirleten duman ve tozun ötesinde, orada hâlâ gür, yeşil bir kütle olduğunu, derinliklerinin sayısız yüzyıllardır olduğu gibi huzurlu ve sessiz olduğunu göreceksiniz.
Burası Osaka'nın halk arasında Uemachi, yani Yukarı Şehir olarak anılan bölgesi. Yukarı Şehir'de doğup büyüyen bizler Semba, Shima-no-uchi veya Sennichi-mae bölgelerine gittiğimizde hep “aşağıya inmekten” söz ederdik. Ancak Yukarı Şehir'in Shitamachi’ye -ya da Aşağı Şehir'e- zıt olduğunu düşünmezdik. Osaka'nın Yukarı Şehri kayalıkların üzerinde yer aldığı için bu şekilde adlandırılsa da kayalık bölge, Tokyo'nun Yamanote veya tepelik bölgesiyle birlikte anılan zarafet veya seçkinlik çağrışımlarından hiçbirine sahip değil. Osaka kayalıklarındaki topluluklar buradaki tapınak ve mabetlerin etrafında ya da eski zamanlarda İmparator Nintoku'nun “Yüksek salonuma çıkıyorum…” diye başlayan şiiri yazdığı Takatsu Sarayı'nın bulunduğu söylenen yerde büyümüştür. Bu tür topluluklar, geçmişin bu gelenekleriyle ilişkili sessiz saygınlığı koruma dereceleriyle övünürlerdi ve gerçekten de bu atmosferden bir şeyler bu bölgelere yapışıp kalmıştı. Ancak Kōzu Tapınağı'nın önündeki ana cadde, İkutama Tapınağı çevresindeki Babasaki bölgesi veya Nakadera-machi'deki Gataro Sokağı bölgesi gibi, on yedinci yüzyıldaki Genroku döneminin başlarında Osaka Aşağı Şehri'nin karakteristik özgürlük ve canlılık havasıyla tamamen aşılanmış başka bölgeler de vardı. Dolayısıyla Yukarı Şehir'de doğmuş olan bizler bile bir anlamda Aşağı Şehir çocukları olarak büyüdük.
Yukarı Şehir'de çok sayıda küçük sokak vardı, yani orada çok sayıda yoksul insan yaşıyordu. Aynı zamanda çok sayıda yamaç ve yükselti vardı ki bu da bölgenin bir kayalık üzerinde yer alması nedeniyle yeterince doğaldı. “Aşağıya inmek” derken bu yamaçlardan batıya inmeyi kastediyorduk. Jizō Yokuşu, Shōgen-ji Yokuşu, Aizen Yokuşu, Kuchinawa Yokuşu isimlerini tekrar tekrar söylemek bile mutlu anıları canlandırıyor. Özellikle Kuchinawa'nın benim için güzel çağrışımları var.
Osaka lehçesinde “kuchinawa” yılanın bir diğer adıdır ve tahmin edilebileceği gibi Kuchinawa Yokuşu, yokuşa çıkan eski taş basamakların, ağaçların arasından geçerken bir yılan gibi aşağı yukarı kıvrılması nedeniyle bu şekilde adlandırılmıştır. Eğer doğrudan Yılan Yokuşu deseydiniz tüm etki mahvolurdu, ama Kuchinawa Yokuşu diyerek ona bir tuhaflık ve mizah hissi veriyorsunuz ve bu nedenle Osaka'daki yokuşları düşündüğümde aklıma gelen ilk isim Kuchinawa oluyor.
Ancak ben çocukken Kuchinawa Yokuşu adının nasıl bir atmosferi çağrıştırdığıyla hiç ilgilenmezdim. Beni cezbeden ve merakımı uyandıran daha ziyade yokuşun tepesindeki alanla ilişkili olan Yuuhigaoka -veya Akşam Güneşi Tepesi- ismiydi. Yuuhigaoka adının çok eskilere dayandığına eminim. Eski zamanlarda buradaki kayalıktan batıya bakarsanız Naniwa Körfezi'nde batan güneşi iyi bir şekilde görebileceğinize şüphe yok. Sanırım Fujiwara no letaka şu şiiri yazmıştı: Kader örmüş ki ağlarını/Naniwa Köyü’ne, memleketime geleceğim/Dalgalar üzerindeki güneşin batışını/Huşu ile seyredeceğim.
Şiiri yazdığı sırada o kayalıkta yaşadığı için, o yerin Akşam Güneşi Tepesi olarak anılması sanırım kaçınılmazdı.
Ama çocukluğumun konusuna dönecek olursam, o zamanlar bu gibi tarihi ya da edebi meseleler beni ilgilendirmiyordu. Kuchinawa Yokuşu'nun yarısının Yuuhigaoka Kız Okulu'nun bulunduğu yer olduğu gerçeği, izlenim sahibi genç beynimi ateşledi. Şimdi bile öğleden sonra hiçbir neden yokken yokuşun başında durup okul üniformalarıyla merdivenlerden çıkan kızları izlediğimi ve yüzümün akşam güneşiyle renklenmiş gibi heyecanla kızardığını hatırlıyorum.
O zamanlar Takatsu Sarayı'nın bulunduğu söylenen yerde yer alan bir ortaokulda öğrenciydim. Ancak ortaokuldan mezun olduktan sonra Kyoto'da bir liseye girdim ve gençlik faaliyetlerimin sahnesi Osaka'dan Kyoto'nun Yoshida bölgesine kaydı. Daha sonra, Kyoto'dan tatile geldiğim nadir zamanlarda, küçük bir çocukken beni heyecanlandıran ve sevindiren Osaka manzaraları, örneğin Komagaike veya Enoki'deki gece tezgahları, solmuş duvar kağıtları gibi umutsuzca sıkıcı ve donuk görünüyordu. Sonra ben Kyoto'da liseye devam ederken annem ve babam öldü. Bu, Osaka'daki evimizin sonunu getirdi, çünkü içinde yaşayacak kimse kalmamıştı ve tüm pratik amaçlar uğruna eski Osaka mahallesiyle olan bağlantılarım sona erdi.
Dünyada tek başıma, kısa sürede bir lojmandan diğerine sürüklenmeye alıştım ve doğduğum yeri tamamen unuttum. Daha sonra birkaç öykümde bölge hakkında yazma fırsatım oldu, ancak her zaman oldukça kurgusal bir şekilde, gerçekte olduğu gibi tanımlamadan. Hakkında yazmama rağmen orayı ziyaret etmek hiç aklıma gelmedi. İşte bu kadar tembeldim.
Ancak geçen yılın ilkbaharının başlarında, Osaka'da doğduğum ve yasal olarak kayıtlı olduğum bölgedeki yerel belediye ofisine uğramamı gerekli kılan bir şey oldu. Bölge ofisine gitmek için de eski mahallemden geçmem gerekiyordu. İşte on yıl sonra ilk kez bir yere bakma şansı diye düşündüm kendi kendime heyecanla. Hangi yoldan gideceğimi düşünmeye başladığımda ayaklarım doğal olarak Kuchinawa Yokuşu yönüne döndü.
Yolda Yuuhigaoka Kız Okulu'nun başka bir yere taşındığını fark ettim; okulun girişinde artık ERKEK ÖZEL OKULU yazan bir tabela vardı. Sadece bir kez, ortaokul öğrencisiyken, normalde benim için tamamen yasak olan girişten geçme fırsatım oldu.
O zamanlar Yuuhigaoka Kız Okulu bir basketbol bölümü kurmuş ve okulumuzdan bazı seçkin oyuncuları öğrencilerine koçluk yapmaları için göndermelerini istemişti. Bu o günlerde insanların yaptığı rahat bir şeydi; bir grup erkeği bir kız okuluna göndermek. Okulumuzun, öğrenci basketbolu alanında Wakayama Ortaokulu'nun ortaokul beyzbolu alanında olduğu kadar önemli bir yere sahip olduğunu açıklayabilirim. Basketbol bölümüne dört gün önce kaydolmuştum, ancak uzmanların peşine takıldım ve bu şekilde Yuuhigaoka Kız Okulu'nun kapısından geçebildim.
Ne var ki koçluk yapmamız gereken öğrenciler arasında Mizuhara adında çok güzel bir kız vardı, o beni tanımasa da ben onu tanıyordum ve bu beni paniğe sürüklemişti. Kaçınılmaz olarak, önde gelen oyunculardan biri olması gereken benim aslında topu tutmada koçluk yapmamız için gönderilen kızlardan daha beceriksiz olduğumu gözlemleme fırsatı buldu ve şüphesiz bu yüzden beni küçümsedi. Her neyse, ondan sonra basketbolu bıraktım ve bir daha kız okulunun kapısından geçme fırsatım olmadı. Tüm bunlar yokuş yukarı yürürken aklıma geldi.
Yokuşun başında bir ara sokak vardı. Sokaktan çıktıktan sonra güneye dönüp Shitennō-ji Tapınağı’na ya da kuzeye, Ikutama Tapınağı'na gidebilirdiniz. Tapınak ve tapınak alanlarını birbirine bağlayan sokaklar geçmişin kokusuyla küflüydü, Budist imgelerin heykeltıraşının önünde asılı duran, sapkınca denebilecek sade tabelada, yalnız SANATÇI kelimesi oyulmuş bir tahtada, sembolize edildiği gibi. On yıldır ilk kez etrafıma baktığımda, mahallenin ne kadar az değişikliğe uğradığını fark ettim. Gataro Sokağı yönünde uzanan gölgeli sokak boyunca kuzeye döndüğümde, geçmişte orada bulunan aynı eski tapınakları, evleri ve ağaçları sevinçle görebiliyordum. Yalnızca evlerin saçakları hatırladığımdan çok daha alçaktı ve bu da sanki garip bir bölgede yürüyormuşum gibi hissetmeme neden oluyordu. Sonra bunun nedeninin on yıl önceki boyumdan oldukça farklı bir boyda olmam olduğunu anladım.
Geta mağazasının yanında eczane, eczanenin yanında da hamam vardı. Hamamın yanında berber vardı. Berberin yanında Budist eşyaları satan bir dükkân vardı. Budist eşyaları satan dükkanın yanında küvet ve kova yapan bir adam vardı. Küvet ve kova yapan adamın yanında isim levhaları yapan adam vardı. İsim levhası yapan adamın yanında da… Aman Tanrım! Kitapçı gitmişti!
Adı Zenshodou, İyi Kitaplar Salonu'ydu. Gençken Genç Adamlar Kulübü ve Karınca Yuvası gibi gençlik dergilerinin hevesli bir okuyucusuydum ve aynı zamanda bu dergilerin okur köşelerine hevesle katkıda bulunurdum. Ne zaman yeni bir sayı çıksa, gönderdiğim komik öykülerden herhangi birinin şans eseri basılıp basılmadığını görmek için her gün kitapçıya iki ya da üç kez giderdim. Zenshodou'da ikinci el kitaplar ve ödünç kitaplar da satılıyordu. Tachikawa'nın ciltsiz kitap serisi de vardı. O zamanlar altıncı sınıf öğrencisiydim ve Kunikida Doppo'nun Dürüst Bir Adam’ı, Morita Souhei'nin Duman’ı ve Arishima Takeo'nun Kabil'in Soyu gibi kitaplarını okumaya dalmıştım. Aslında Zenshodou'nun raflarında o kadar çok zaman geçirmiştim ki neredeyse ortaokula gidemeyecektim.
Ama artık Zenshodou yoktu. Sahibi koca burunlu bir adamdı. Ne zaman ikinci el kitap getirsem ve bunları alıp almayacağını sorsam, burnunun büyüklüğünün nedense beni çok rahatsız ettiğini hatırlıyorum. Bir zamanlar Zenshodou olan yerin önünde durdum ve girişinde asılı olan, Yano Müzik Mağazası yazan tabelaya baktım. Ben bunu yaparken, tabela dükkânındaki yaşlı adam bir ismi yazmasının ortasında durdu ve tıpkı on yıllar önce yaptığı gibi dikkatle bana doğru baktı.
Yüzünü hatırladım çünkü üzerinde çok fazla siğil vardı. Onunla konuşacağımı düşünerek ona doğru gitmeye başladım. Ama beni hiç dikkate almadı ve gözlüklerini çıkardıktan sonra dükkânın arka tarafına doğru gözden kayboldu. Kendimi biraz reddedilmiş hissettim. Yano Müzik Mağazası'nın içine bir göz atmaya karar verdim. Bölge ofisinde olmam gerekmeden önce hâlâ biraz zaman vardı.
Mağazanın içi oldukça karanlıktı. Sokağın parlak öğle ışığından içeri girerken, yönümü bulmaya çalışarak şaşkınlıkla etrafıma bakındım. Net olarak seçebildiğim tek şey Beethoven'ın ölüm maskesi ve bir geminin can simidiydi; her ikisi de duvarda asılıydı ve beyaz renkleri nedeniyle hemen göze çarpıyordu. Dükkânın yüksek kaliteli fonograf plaklarının alımı, satımı ve takası konusunda uzmanlaşmış olduğu anlaşılıyordu. Duvarda bir can simidinin asılı olmasının oldukça tuhaf olduğunu düşündüm. Ama sonra dikkatim, bu sırada ortaya çıkmış olan dükkân sahibine yöneldi. İlk başta yüzünü çok net göremedim, ama gözlerim loş ışığa alıştıkça, bir an onu daha önce bir yerlerde gördüğümü düşündüm, ama nerede olduğunu hatırlayamıyordum.
Burnu çok büyük değildi, kesinlikle Zenshodou'nun sahibininkine benzemiyordu. Ama kalın dudakları vardı ve konuşurken tıpkı bir akvaryum balığının yiyecekleri yalayıp yutması gibi birbirine vuruyordu. Birden aklıma profesyonel hikâye anlatıcısı Tokugawa Musei geldi. Aynı zamanda onu bir hamamda, girişteki kulübede oturmuş hamam ücreti toplarken görüp görmediğimi merak ettim. Elli yaşın üzerinde görünüyordu. Ona nasıl bakarsam bakayım, onu Batı müziği plakları satan lüks bir dükkân işleten bir adam olarak hayal edemiyordum. Zaten dükkânın kendisi de bu mahalleye aitmiş gibi görünmüyordu.
Günün ortasında eski mahallemden geçiyordum ve şehirdeki ofise gidiyordum; plak dinlemeye dalmak için pek de uygun bir zaman değildi. Öte yandan, dükkan sahibinin karşısına geçip eski Zenshodou ve mahalleyle ilgili diğer konular hakkında sorular sormak da pek içimden gelmiyordu. Bu yüzden sessiz kaldım ve birkaç plak seçip dinlemek için özel bir alıcı olarak ayrıcalıklarımdan yararlandım. Çocukken bir keresinde Genç Adamlar Kulübü'ne gönderdiğim komik öykülerden biri için ödül olarak 24 delikli bir mızıka almıştım. Bu, ortaokula başladığımda Limonata Kulübü adında bir mızıka çalışma grubuna kaydolmama ve bir süre müziğe yoğun bir ilgi duymama neden olmuştu. Plakları dinlerken o zamanları hatırladım.
Bitirdiğimde boğazımın kuruduğunu fark ettim. Dükkân sahibine bir bardak su içip içemeyeceğimi sordum. “Elbette alabilirsin!” diyerek suyu getirmeye gitti. O gittiğinde cüzdanımı çıkardım ve ne kadar param olduğunu kontrol ettim. Dükkân sahibi bir bardak suyla geri döndüğünde, onu yere koymadan önce tezgâhın tozunu dikkatlice aldı.
Birkaç plak aldım ve çıkmaya hazırlanırken yağmur yağmaya başladı. Bunun sadece geçici bir sağanak olduğunu ve bir dakika içinde dineceğini tahmin ederek biraz beklemek için arkama yaslandım. Ancak yağmur dinmek şöyle dursun, şiddetli bir şekilde yağmaya başladı. Dükkân sahibi saatime baktığımı fark etti ve acelem varsa bana bir şemsiye ödünç vermekten mutluluk duyacağını söyledi.
Teklifini kabul ettim. Ofisten eve dönüp tramvaya binmek üzereydim ki gözlerim mal sahibinin bana ödünç verdiği şemsiyenin üzerindeki Yano aile mührüne takıldı. Yano! Tabii ki! İlk kez onun kim olduğunu anladım.
Üçüncü Lise ve Kyoto Üniversitesi öğrencilerinin yaşadığı Kyoto'nun Yoshida bölgesinde Yano Seiyouken adında Batı tarzı bir restoran vardı. Restoranı işleten adamın, şemsiyeyi ödünç aldığım müzik dükkanının sahibinden başkası olmadığını şimdi anladım. Aradan on yıl ya da daha fazla zaman geçmişti, bu yüzden yüzü tanıdık gelse de onu nerede gördüğümü hatırlayamamam şaşırtıcı değildi. Ancak bağlantıyı kurduktan sonra onunla ilgili pek çok şeyi hatırlayabildiğimi fark ettim.
Öğrencilik günlerimden beri cüzdanımda ne kadar para olduğundan emin olmadan yiyip içme ya da alışveriş gezilerine çıkma alışkanlığım vardı. Sonuç olarak ödeme zamanı geldiğinde kendimi sık sık büyük bir utanç içinde buluyordum. Yano Seiyouken'de böyle bir durumla karşılaştığımda, işletme sahibi cömertçe hesabı ertelememe izin veriyor ve uygun bir zamanda ödeyebileceğimi garanti ediyordu. Domuz sote dükkanın spesiyalitesiydi, ancak menüdeki diğer ürünler de aynı derecede iyiydi, özellikle sirkeli sebzeler ve istediğiniz kadar kerevizi ücretsiz olarak alabiliyordunuz. Ayrıca, işletme sahibi müşterilerine dinletmek üzere en son çıkan plakları stoklamıştı; bunların hepsi öğrencilerin tercih ettiği türden Batı müziği kayıtlarıydı.
O günleri hatırlayınca, aynı adama tekrar rastlamış olmamın ne büyük bir tesadüf olduğunu düşünmeden edemedim. On gün kadar sonra şemsiyeyi iade etmek üzere plakçıya gittiğimde dükkân sahibine daha önceki tanışıklığımızı hatırlattım.
“Vay, vay, demek sendin. Seni daha önce bir yerde gördüğümü düşünmeme şaşmamalı,” dedi. “Ama şimdi seni zor tanırdım.” Bunu bir iltifat olarak değil, daha ziyade yeni fark ettiği bir gerçek olarak ekledi. Sonra bunun gerçekten de tuhaf bir tesadüf olduğunu kabul ederek bana kendi hayatındaki olayları anlattı.
Bana aslında bir denizci olduğunu söyledi. Küçüklüğünden beri Avrupa'ya sefer yapan gemilerde çalışmış. Makine dairesinde ateşçi, aşçı ya da bulaşıkçı olarak çalışmış ve kırk yaşına geldiğinde deniz hayatını bırakıp Kyoto'nun Yoshida bölgesinde Batı tarzı bir restoran açmış. Ancak aşçılık becerisine belki de biraz fazla güveniyordu. İşi unutmuş ve sadece en iyi malzemeleri nasıl temin edeceğini ve öğrenci müşterilerine en düşük fiyatlarla en lezzetli yemekleri nasıl sunacağını düşünmüştü. Bu onun için bir tür hobi haline gelmişti ve kazancına hiç dikkat etmiyordu, böylece zararlar aydan aya birikti ve sonunda mekanı kapatmak zorunda kaldı.
Ekipmanlardan kurtulmayı ve yarım kalan işleri tamamlamayı bitirdiğinde, öğrenci müşterilerinin dinleyecek bir şeyleri olsun diye her ay istemeye istemeye bu kadar para ödediği devasa bir plak yığınıyla baş başa kaldı. Bunlardan ayrılmaya dayanamadığı için Osaka'ya taşınırken onları da yanında getirmiş ve şimdiki müzik dükkanını açmasına ilham kaynağı olmuşlardı. Sözlerine devamla, bu ücra mahallede iş kurma zahmetine girmesinin nedeninin hızlı bir satış umudu olmadığını, dükkânın ve onunla birlikte gelen yaşam alanlarının kirasının ucuz olmasından kaynaklandığını ekledi. “Kiranın ne kadar olduğu konusunda endişelenmeye başladığında, sanırım bir işadamı olarak yolun sonuna gelmişsin demektir,” diye ekledi kendini küçümseyerek.
“Bir restoran ve bir plak dükkanı işlettim ve kimseye faydası olmayan her türlü şeyi yaparak kendimi yıprattım. Muhtemelen kırk yaşında karaya çıkmam bir hataydı. O şeyi süs olsun diye astığım için şimdi çok üzgünüm,” diye haykırarak duvarda asılı duran can simidini gösterdi. “Yine de henüz elli üç yaşındayım...”
Tam o sırada sırtında okul çantasıyla küçük bir çocuk dükkâna girdi ve babası olduğu anlaşılan dükkân sahibine kısa bir selam mırıldandı.
“Gel bakalım Shinbou, beyefendiye merhaba demeyecek misin?” diye sordu babası, ama çocuk o sırada dükkânın arka tarafında gözden kaybolmuştu.
“Pek konuşkan biri değil,” diye özür diledi dükkân sahibi, ama yüzünde sevinçli bir ifade vardı. “Yakında ortaokula geçecek. Sözlü sınavda ne yapacağından endişeleniyorum,” diye açıkladı aniden sesini alçaltarak. “Babasının aksine, söyleyecek pek bir şeyi yok.”
“Hatırladığım kadarıyla iki çocuğunuz vardı.”
”Evet, büyük kız. Onu tanıdığında hemen hemen oğlanın yaşındaydı. Kız okulunu uzun zaman önce bitirdi ve şimdi Kitahama finans bölgesinde bir şirkette çalışıyor.” Bunu söylerken sesi normal tonuna dönmüştü. Tam gitmeye hazırlanırken yağmur yağmaya başladı. Özür dileyen bir gülümsemeyle, “Bir tür yağmur yağdırıcı gibi görünüyorum,” dedim. Sonuç olarak geri getirdiğim şemsiyeyi bir kez daha ödünç almak zorunda kaldım. Bu, onu iade etmek için bir kez daha gelmem gerektiği anlamına geliyordu; başka bir deyişle, mahalleyi ziyaret etmek için bir bahanem daha olacaktı. Bu tesadüf üzerine düşünürken dükkan sahibinin daha önce, gençliğimin ikinci evresini geçirdiğim Kyoto'daki Yoshida'da iş yaptığı ve şimdi ilk evresini geçirdiğim bu mahalleye taşındığı müzik dükkanının temsil ettiği kaderin daha da garip cilvesini geçirdim aklımdan. Yağmur altında Kuchinawa Yokuşu'ndan inerken, hayatımdaki bu iki loş ve uzak dönem, anıları üst üste bindirilmiş bir şekilde geri geldi.
Bir buçuk ay kadar sonra şemsiyeyi iade etmeye gittiğimde dükkan sahibi beni görür görmez oğlu Shinbou'nun ortaokula giremediğini açıkladı.
“O okuldaki rekabet gerçekten bu kadar sert mi?” diye sordum ve sonra teselli etmek için ekledim: ”Neyse, boş ver. Gelecek yıl tekrar deneyebilir.”
Ancak dükkan sahibi, oğlunu daha fazla okuma fikrinden vazgeçip gazete dağıtıcısı olarak işe girmeye ikna ettiğini söylemekle yetindi. Şaşkınlığımı ifade ettiğimde, kızının kız okuluna gitmesinin önemli olduğunu düşündüğünü, çünkü gitmezse evlenme zamanı geldiğinde büyük bir dezavantaja sahip olacağını açıkladı. “Bir erkek çocuk söz konusu olduğunda, çok fazla eğitim almasa bile, günlük işlerin nasıl yapılacağını bilirse dünyada gayet iyi geçinebilir ve başkalarına faydalı olabilir.” diye beni temin etti. “Bu yüzden, zaten hiçbir zaman iyi olmadığı derslerini bırakmasını ve nasıl çalışacağını öğrenebileceği bu gazete dağıtma işini kabul etmesini sağladım. Bir insanı çocukluğundan itibaren fiziksel çalışma alışkanlığına alıştırmaya başlarsan inanıyorum ki daha iyi bir insan olacaktır!”
Alacakaranlığın sessizliğinde Kuchinawa Yokuşu'nun taş merdivenlerinden inerken aşağıdaki sokaktan merdivenleri çıkmakta olan küçük bir çocukla karşılaştım. Başını hızlıca salladı ve kolunun altında bir yığın gazeteyle yanımdan geçip giderken onun plak dükkânı sahibinin oğlu Shinbou olduğunu gördüm.
Ondan sonra onu birkaç kez gördüm, gazete turundan dükkâna dönerken ayaklarını yorgun bir şekilde sürüklüyordu. Cam panelli kapıyı açarken her zaman sessizdi ve babasıyla bile konuşmadan dükkânın arka tarafında kaybolurdu. Ben orada plak dinliyor olurdum ve acaba benim yüzümden mi konuşmaktan kaçınıyordu yoksa bu onun doğal suskunluğu muydu diye merak ederdim. Kaşları oldukça inceydi ama yüz hatları düzgün ve çekiciydi. Giydiği kısa pantolonun altındaki çıplak bacakları bir kızınki kadar beyazdı.
O işten eve döner dönmez, ev sahibinden her zaman pikabı kapatmasını isterdim. Bunu, dükkan sahibinin oğluyla konuşma fırsatı bulması için yapardım; sık sık yaptığı gibi, onu hamama gitmeye ya da yemek payından gelen kurabiyeleri yemeye çağırırdı. Sözlerine genellikle dükkânın arka tarafından üstünkörü bir homurtuyla karşılık verilirdi. Ama baba ile oğul arasında var olan derin sevgiyi hissedebiliyordum ve bu beni dükkana dinlemek için geldiğim müzikten daha çok etkiliyordu.
Yaz geldiğinde Yedek Askerler Derneği'nin teftiş hazırlıkları ve yedek askeri kuvvetlerle ilgili diğer işlerin yanı sıra kendi özel işlerimle de meşgul oldum ve bir süre plak dükkanını ziyaret etme fırsatım olmadı. Temmuz ayının ilk günü Yuuhigaoka'daki Aizendou tapınağında her yıl düzenlenen festivalin tarihiydi. Plak dükkânının sahibinin kızı bana o gün Osakalı ailelerin bu yaşa gelmiş kızlarının yazlık kimonolarını giyip gönül işlerine bakan Budist tanrısı Aizen Myōō'ya gösteriş yapmaya gittiklerini söylemişti. Ama ben festivale katılamayacak kadar meşguldüm.
9 Temmuz'da İkutama Tapınağı'nda yaz festivali vardı. O zamana kadar askeri tatbikatları bitirmiştim. On yıl sonra ilk kez festivale gitmeye ve plak dükkânı sahibinin oğlunu da yanımda götürmeye karar verdim. Tapınağın bahçesinde kurulacağına şüphe olmayan gece tezgâhlarından ona birkaç küçük şey almayı dört gözle bekliyordum. Bu nedenle onu almak için dükkâna gitmeden önce bilerek akşama kadar bekledim. Ancak oraya vardığımda kısa bir süre önce sivil işçi olarak askere alındığını ve Nagoya'daki bir fabrikada çalışmak üzere görevlendirildiğini, şu anda fabrikaya bağlı bir yatakhanede kaldığını öğrendim. Plak dükkanına giderken bir eczanede durmuş, çocuğun kullanabileceğini düşünerek birkaç Metabolin vitamin hapı almıştım. Bunları babasına teslim ettim, Shinbou'ya göndermesini rica ettim ve sonra durup bir plak dinlemeyi düşünmeden tek başıma festivale doğru yola çıktım.
Bir kez daha işimle meşgul oldum, müzik dükkânını düşünecek zamanım olmadı ve böylece yaz geçti. Böcekler odama girmeye başladığında, yaz mevsiminin hınzırları olduklarını düşünerek onlara yelpazemle vururdum. Ama onlar sadece hafif melankolik bir cıvıltı sesi çıkarıp yere düşüyorlardı. Sonbaharın çoktan kapıda olduğunu fark ettim. Bir gün müzik mağazasından, aradığım bir plağın artık mevcut olduğunu ve istediğim zaman uğrayıp alabileceğimi bildiren bir kartpostal geldi. El yazısına bakılırsa kart kızı tarafından yazılmıştı.
Söz konusu plak, Henri DuParc'ın Baudelaire'in “L'Invitation au voyage” adlı eserinin Charles Panzera tarafından yapılmış eski bir kaydıydı. Kyoto'da öğrenci olarak yaşadığım dönemde bu plağın bir kopyası bende vardı ancak zaman zaman odama gelen bir kız yanlışlıkla plağı kırmıştı. Belki de yaptığına üzüldüğü için bir daha beni görmeye gelmemişti. Tıknaz yapılıydı ve korkunç derecede miyoptu. Yaklaşık iki yıl önce, her nedense tanıştığımızı bilen küçük kız kardeşiyle karşılaştım ve bana kızın öldüğünü söyledi. Bu haber, artık asla hafifletilemeyecek günlerin anılarını geri getirdi. Dolayısıyla bu plağın benim için çok özel çağrışımları vardı. Kendimi yazmaya adamıştım; bu, insanın kaçınılmaz olarak gençlik deneyimlerini düşünmesine yol açması gereken bir uğraştır. Yine de işimle o kadar meşguldüm ki bir süre için kendi gençlik günlerimi tamamen unutmuştum. Ancak kartpostala göz attığımda o günlere dair anılarım bir anda canlandı ve birkaç ay sonra ilk kez Kuchinawa Yokuşu'na doğru yola çıktım.
Müzik dükkanına vardığımda dükkan sahibinin orada olmadığını gördüm. Kızı dükkana tek başına bakıyordu. Babasının önceki akşam Nagoya'ya gittiğini söyledi. Neyse ki Pazar günü izin günüydü de dükkânı babasının yerine devralabilmişti.
Biraz daha sorduğumda Shinbou'nun önceki akşam fabrikadan eve geldiğini, ancak bunun için kendisine izin verilmediğini öğrendim. Anlaşılan bir gece önce fabrikanın yatakhanesinde yatıp yağmuru dinlerken birdenbire ailesini görmek için büyük bir özlem duymuş. Bir kez daha babası ve kız kardeşiyle aynı odada uyumak istiyordu. Bu özlem daha önce hiç bilmediği bir şeydi, aslında onun için çok güçlüydü ve ertesi gün trene binip eve döndü.
Anlattığı hikâye buydu ama babasının buna hiç niyeti yoktu. Çocuğun bir gece bile kalmasına izin vermemiş, onu hemen gece trenine bindirmiş ve hemen Nagoya'ya dönmesini sağlamak için onunla birlikte gitmişti. “Shinbou için üzüldüm, evde bir gece bile geçirmeden geri dönmek zorunda kaldığı için,” diye devam etti kız. Ses tonunda çok yetişkin bir şey vardı, yirmi beş yaşına oldukça uygun bir şey.
Yirmi beş -neredeyse evlenme yaşını geçmişti, diye düşündüm. Ama berrak, masum bakışlarında sıkıntısız bir gençlik ifadesi vardı. Kyoto günlerinden, kız okuluna yeni başladığı günlerden hatırladığım yüzü, özellikle yanaklarının çevresi hâlâ oradaydı ve kardeşinden bahsederken kullandığı ciddi üslupla ona olan sevgisini ve endişesini içtenlikle ortaya koyması beni çok etkilemişti.
Ancak sevgi konusunda elli yaşlarındaki babasına denk olmadığını tahmin ediyordum. Bana, babası ve erkek kardeşi Nagoya'ya gitmeden önce, babasının restoran günlerinde kullandığı eski mutfak bıçağını çıkardığını ve oğlunun trende yemesi için güzel bir kutu yemek hazırlamak için elinden geleni yaptığını söyledi.
Bu jestte algıladığım babalık kaygısı beni çok etkilemişti. Ancak on gün sonra plak dükkanına gittiğimde dükkan sahibi beklenmedik bir şekilde oğlunu şiddetle kınamaya başladı. Bana söylenene göre babası Shinbou'yu fabrikadaki işine geri dönmeye ikna etmeyi başarmıştı, ama birkaç günde bir ailesini ne kadar özlediğini anlatan bir mektup geliyordu. “Bir yere çalışmaya gittiğinde sürekli evde olmayı dilemenin ne yararı var!” diye haykırıyordu babası öfkeyle. “Çocukluğumdan kırk yaşıma kadar gemide yaşadım ama dünyanın hangi köşesinde olursam olayım bir kez bile böyle ağlak bebek gibi davranmadım! Kahrolası bir aptal, başka bir şey değil!” diye bağırdı dükkan sahibi bana, sanki suçlu benmişim gibi. O zaman oğluna karşı tahmin ettiğimden çok daha sert olabileceğini anladım.
Eve doğru yola çıktığımda hava kararmıştı. Yol boyunca tapınaklardan geçerken bu mevsimde çiçek açan çalılardan gelen mis gibi zeytin kokusunu aldım gece havasında.
Sonra kış geldi. Shinbou'nun bir kez daha Nagoya'dan eve döndüğünü ve bir kez daha azarlanıp fabrikaya geri gönderildiğini duydum. Yine içimde bir acıma hissi uyandı. Ama koşullar beni müzik dükkanından uzak tuttu. Bazen dükkân sahibiyle kızının nasıl geçindiğini ve Shinbou'nun işinde çok çalışıp çalışmadığını merak ediyordum. Ayrıca, geçmişte sık sık uğradığım halde birdenbire gelmeyi bıraktığım için müzik dükkânındakilerin beni özleyebileceğini düşünerek biraz endişeleniyordum. Ama dışarı çıkma konusunda oldukça tembelleşmiştim ve aslında sağlığım öyle bir haldeydi ki işimi aksatmamak için yapabileceğim tek şey buydu. Bu yüzden arkadaşlarıma karşı görevimi ihmal ettim, onları görmeye gitmem gerektiğini bilsem de Kuchinawa Yokuşu bir şekilde çok uzak görünüyordu. Plak dükkânıyla ilgili anılarım geçmişe karışırken yıl da sona eriyordu.
Ancak yıl sonu mevsimi her zaman insanın başkalarını düşünmesine neden olur. Yeni Yıl geldiğinde ve müzik dükkânındaki arkadaşlarımı bir daha görüp göremeyeceğimi merak ettiğimde onları ziyaret etmek için ani bir dürtü duydum ve aslında bunu yapmazsam çok haddimi aşmış olacağımı düşündüm. Böylece, hâlâ soğuk algınlığı çekiyor olmama rağmen Kuchinawa Yokuşu'na çıktım. Yolun yarısında nefes almak için durdum, ağzıma ve burnuma taktığım gazlı bez maskeyi çıkardım.
Müzik dükkanının önüne geldiğimde kapının sıkıca kapatıldığını ve üzerine bir ilan yapıştırıldığını gördüm: “Zamanın şartlarından dolayı iş durdurulmuştur.” İçeride biri olmalı diye düşünerek kapıyı tıklattım ama cevap alamadım. Baktığımda kapının dışarıdan kilitlenmiş olduğunu gördüm.
“Taşındılar mı?” Yandaki tabela dükkânındaki yaşlı adama sordum.
“Nagoya'ya gittiler.”
“Nagoya, oğlunun olduğu yer mi?”
“Evet,” diye başını salladı yaşlı adam. “Çocuk ailesini özlemiş. Ona ne derlerse desinler eve dönmek istiyordu. Babası aklına gelen her şeyi denedi ama sonunda aileyi Nagoya'ya taşıdı. Eğer hep birlikte yaşar ve çalışırlarsa çocuğun kendini daha fazla yalnız hissetmeyeceğini düşündü. Sürekli eve gelmek istemesini engellemenin tek yolu buydu. Neyse, baba burada daha fazla kalırsa kendisinin de bir iş için askere alınabileceğinden korkuyordu. Bu yüzden yaklaşık üç hafta önce dükkânı kapattı ve kızıyla birlikte gitti. Kız şirketteki işinden ayrılmış, oğlanla aynı fabrikada çalışacağını söylüyordu.”
Yaşlı adam alçak sesle, “Kendi canın ve kanın söz konusu olduğunda,” diye ekledi, “neredeyse her şeyi yaparsın.”
Yetmişini aşmış olmalıydı diye düşündüm gözlüklerini çıkarışını ve gözlerindeki akıntıyı silişini izlerken. Belli ki benim mahallede büyümüş biri olduğumu anlamamıştı. Ben de ona bunu hatırlatmak istemediğime karar verdim.
Kuchinawa Yokuşu boyunca uzanan ağaçlar kasvetli ve çıplaktı, içlerinden soğuk bir kış rüzgârı geçiyordu. Taş basamaklardan inerken muhtemelen bir süre daha bu basamaklardan inip çıkamayacağım aklıma geldi. Gençlik yıllarımın hoş hatıraları sona ermişti ve şimdi yepyeni bir gerçeklik benimle yüzleşmek için pozisyon almıştı. Rüzgâr ağaçların tepelerini sert bir şekilde salladı.
(Mart, 1945)