13
Jin Beiguo şaşkına döndü. “Kardeş… Kardeş Zhao, sen ve bu şeytan… Siz…”
Ji Han: “…”
Zhao Jiangui: “Ben…”
Bu cümle kitapta yoktu. Nasıl cevap vermeliydi?
Tüm herkesin yüz ifadesi biraz tuhaftı.
Jin Beiguo onların hiçbir şey söylemediğini gördü. Uzun süren şaşkınlığın ardından mırıldandı. “Aklıma bile gelmezdi, Kardeş Zhao gerçekten… Aklımın ucundan geçmezdi…”
Ji Han’ın yüzü birden asıldı. “Az önce hiçbiriniz hiçbir şey duymadınız.”
Jin Beiguo hâlâ kendine gelememişti. Sersemce, “Duydum ya…” dedi.
Kalabalıktakiler birbiri ardına karşılık verdi.
“Duydum…”
“Ben de duydum…”
Ji Han bir an sessiz kaldı ve aniden gaddar bir ifade takındı. “Bugünkü meseleyi konuşmaya cüret edeniniz olursa, dünyanın öbür ucuna bile kaçsa kellesini alırım.”
Kimse konuşmaya cesaret edemedi.
Ardından Ji Han başını çevirip Zhao Jiangui'nin elinden tutarak onu dışarı sürükledi.
Zhao Jiangui: "..."
Arabacı hâlâ dışarıda bekliyordu. İkisinin el ele dışarı çıktığını görünce şaşkına dönmüştü.
Ji Han ona aldırış etmedi. Zhao Jiangui'yi çekiştirerek hafiflik becerisiyle kasabanın dışına doğru koştu.
Zhao Jiangui şaşkın olmasına rağmen Ji Han’ı takip etmekten başka yapacak bir şeyi yoktu.
Kendi hafiflik becerisinin mükemmel olduğunu düşünüyordu. Ancak şimdi Ji Han'ın hafiflik becerisinin kendisininkiyle aynı seviyede olduğunu görüyordu. Göz açıp kapayıncaya dek kasabanın dışına varmışlardı.
Ji Han, Zhao Jiangui'yi bir köşeye sürükledi. Öfkeyle, “Hasta mısın sen?!” dedi.
Zhao Jiangui: “Sağlığım her zaman yerindeydi, teşekkür ederim.”
Ji Han: “...Gerçekten hastasın.”
Zhao Jiangui: “Hiç de değilim…”
Ji Han onunla dırdır etmek istemiyordu. Yüzü hâlâ öfkeyle doluydu. "Dedikodu korkunç bir şey dememiş miydin sen? Dövüş sanatları aleminde söylentilerin ateşlenmesinden korkmuyor musun da böyle konuşuyorsun?!”
Tek istediğim seninle dedikodumun yayılması.
Zhao Jiangui bu sözleri söylemeye cesaret edemedi.
Çaresizce başını eğip nasıl cevap vermesi gerektiğini düşünmeye başladı.
Sonra ikisinin ellerini gördü.
Ji Han farkında olmayacak kadar öfkeliydi muhtemelen ama şu anda hâlâ onun elini tutuyordu.
Zhao Jiangui ona seslendi. “Mezhep Efendisi Ji.”
Ji Han tetikteydi. "Yine ne yapmak istiyorsun?!"
Zhao Jiangui, Ji Han'ın öldürecekmişçesine kavradığı elini samimi bir yüz ifadesiyle hareket ettirdi. “Bırakır mısın? Oldukça acı veriyor.”
Ji Han: “...”
Ji Han elini sertçe savurdu ve sanki bir canavar görmüş gibi birkaç adım geriye sıçradı.
"Çok teşekkür ederim," dedi Zhao Jiangui nazikçe.
Ji Han cebinden bir mendil çıkarıp umutsuzca elini sildi.
Zhao Jiangui: “Mezhep Efendisi Ji beni şeytani mezhebe götürecek mi?”
Ji Han’ın delici bakışlarını gördüğü gibi lafı çevirdi. “...Kutsal mezhebe.”
Ji Han mendili yere fırlatıp öfkeyle ayrılmak için döndü.
Zhao Jiangui aceleyle onu takip ederken bir yandan da bağırdı. “Mezhep Efendisi Ji, bekle!”
Ji Han ona döndü. “Hastasın sen!”
Zhao Jiangui kendisine haksızlık edildiğini hissetti. “Değilim!”
Ji Han: “Hastasın!”
Zhao Jiangui: “Değilim!”
Ji Han: “Öylesin!”
Zhao Jiangui: “Hayır!”
Ji Han: “Fazlasıyla!”
Zhao Jiangui: “Hayır!”
Yaklaşan arabacı: “...”
Arabayı çevirmeye ve yol kenarındaki manzaranın tadını çıkarıyormuş gibi yapmaya karar verdi.
14
Zhao Jiangui, Ji Han ile birlikte yol boyunca şeytani mezhebin birkaç bölümünü ziyaret etti, elbette en önemsiz olanları.
Ji Han buraları ondan saklamadı. Erdemli okul uzun zamandır bu bölümlerin yerlerini biliyordu. Ne var ki adam eksikliği nedeniyle ortadan kaldırması için kimseyi gönderememişlerdi.
Çok geçmeden, arabanın üstünde birinin böyle tüm gün oturmasının epey göze battığını hissetti. Fakat Zhao Jiangui ile aynı arabaya sıkışmak da istemiyordu.
Zhao Jiangui’ye bir at vermekten ve onu kendi haline bırakmaktan başka çaresi yoktu.
Belli ki yolculuklarında Ji Han, Zhao Jiangui ile daha fazla konuşmama kararı almıştı. Bir şey söylemesi gerektiğinde sözlerini üç kelimeyle sınırlı tutmak için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu.
Zhao Jiangui huzura kavuşmuştu.
Ancak baştan çıkarma projesinde daha fazla ilerleme katedemiyordu.
Zhao Jiangui'nin İttifak Lideri'nin büyük öğrencisini öldürmesi tüm dövüş sanatları alemine yayılmıştı. Gittikleri her yerde erdemli okulun savaşçıları onlara dik dik bakıyor fakat bir hamle yapmaya cesaret edemiyorlardı.
Çünkü dövüş sanatları aleminde bir söylenti daha dolaşıyordu; Zhao Jiangui sürekli şeytani mezhebin bir numaralı uzmanını takip ediyordu.
Sebebine gelince ise kimse konuşmaya cesaret edemiyordu.
Bir anda türlü türlü söylentiler ve varsayımlar dört bir yanı sardı. Ji Han yol kenarındaki başıboş köpeklerin bile onlara tuhaf gözlerle baktığını hissediyordu.
Sanki yoldan geçen herkes onlara bakıyor ve içlerinden onlara doğru yüksek sesle bağırıyorlardı.
Kahrolası kesik kollular! Kahrolası kesik kollular!
Ji Han çok mutsuzdu.
Zhao Jiangui'yi kılıçtan geçirip dövüş sanatları alemindeki bu söylentileri temizlemek istiyordu.
Ancak onu kılıçtan geçirip öldürmek sahiden de epey zor bir işti.
Kendini tutmak zorundaydı. Her gün muazzam miktarda zaman harcayarak kılıç ustalığını keskinleştirmeye çalışıyordu. Uzun zamandan beridir kılıcı sonbaharda dökülen bütün yaprakları bir anda ikiye bölecek kadar hızlı olsa da Zhao Jiangui kılıcını henüz çekmeden onu boğazından kesebileceğine dair kendinden yüzde yüz emin olamıyordu.
Şu anda tek umudu bir yıl sonraki müsabakada herkesin gözü önünde Zhao Jiangui'yi kılıcıyla öldürebilmekti, böylece masumiyetini geri kazanabilecekti.
Düşüncesi bile ne keyif veriyordu...