35
Hizmetçi o anda ortadan kaybolmayı tüm yüreğiyle istedi.
Ji Han'ın yüzü çok çirkinleşmişti.
Kadın, mezhep efendisinin şu anda bir patlamanın eşiğinde olduğunu biliyordu; önündeki bu Kahraman Zhao yanlış bir kelime daha söylerse muhtemelen parçalanıp vahşi köpeklere yem olması için mezhep efendisi tarafından dışarı atılacaktı.
Bu kahramana biraz sempati duymaya başladı.
Ji Han daha fazla dayanamayıp ağzını açtı. “Senin bacaklarının tutmamasının zatımla ne ilgisi var? Neden zatımın odasında kalıyorsun?”
Zhao Jiangui güçlükle dedi ki: “Bacaklarımın tutmaması senin kabahatin değil mi?”
Evet, gerçekten de kılıca takıntılı ve güzelliklere ilgisizdi, şimdiye dek bir eş almamış ve çocuk sahibi olmamıştı.
Fakat bu yıl yirmi sekiz yaşındaydı. Bu sözlerin anlamının açıkça farkındaydı.
Konuşmasının ardından bunca yıldır takındığı kayıtsızlığı yıkıldı, hafifçe utanmıştı.
Ji Han bir an için afalladı, telaşla ona bağırdı. “Neden saçma sapan konuşuyorsun?!”
Zhao Jiangui: “Dediklerimin neresi saçma?”
Ji Han birkaç kelimeyle daha savunma yapmak ister gibiydi ancak bu sabah ikisinin gerçekten de soyunuk halde aynı yatakta uyuduklarını hatırladı. Sözlerini içinde tuttu. Yüzünün hafifçe kızarmasına engel olamadı. Hiçbir şey söylemek istemeyerek başını çevirdi.
Ve sonra hizmetçilerin bakışlarını gördü.
O büyük, berrak, badem şeklindeki gözlerin içleri, kalpsiz adam, fırsatçı haydut ve utanmaz kelimeleri ile dolup taşıyor gibiydi. Ona en sadıkları olan büyük hizmetçi bile tuhaf bakıyordu.
Ji Han sessizleşti.
Zhao Jiangui, dünya işlerinden habersiz genç bir adama zorbalık ediyormuş gibi hissetti.
İçten içe inanılmaz bir utanç duyuyordu ama dişlerini sıkıp senaryodaki cümleleri takip etmekten başka çaresi yoktu.
“Açım,” dedi Zhao Jiangui, “henüz yemek yemedim.”
Hizmetçilerin hepsi gözlerini Ji Han'ın yüzüne çevirdi.
Ji Han uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra nihayet konuştu. “Bir çift yemek çubuğu daha getirin.”
Zhao Jiangui rahat bir nefes aldı.
Xiao-Lin haklıydı, Ji Han gerçekten de anlamamıştı.
Hizmetçiler kase ve yemek çubuklarını eklediler. Zhao Jiangui'yi Ji Han'ın yanına oturmaya davet ettiler. Sonra geri çekildiler ve sadece en büyük hizmetçiyi kenarda beklemeye bıraktılar.
Ji Han sustu ve boğuk bir sesle yemeğini yedi.
Zhao Jiangui daha önce yemişti ve aç hissetmiyordu, bu yüzden birkaç lokmadan sonra yemek çubuklarını bıraktı.
Uzun bir süre sonra Ji Han anlamayarak dönüp sordu: “Neden yemiyorsun?”
Zhao Jiangui ne diyeceğini düşündü. “Çok rahatsızım, yiyesim gelmiyor.”
Ji Han: “...”
Zhao Jiangui hiç olmadığı kadar utanmıştı.
Bu senaryoda yazanlar neydi böyle be?!
Daha iyisi olamaz mıydı?!
Neden her bir satır dün gece ağza alınmayacak bir şey yaşandığını ima etmek zorundaydı ya?!
…
Ji Han aniden bir parça eti sertçe kasesine koydu. Sanki boğazına bir balık kılçığı takılmış gibi konuştu.
“Kendini iyi hissetmesen bile aç kalamazsın.” dedi Ji Han. “Mutfağa ne yemek istersen yapmalarını emret.”
Zhao Jiangui: “...”
Bu tanıdığı şeytani mezhep efendisi değildi!
36
Zhao Jiangui olduğu yerde dondu kaldı. Bir an için nasıl konuşacağını bilemedi.
İkisi bir süre sessizce yemek yedi. Ji Han birden Zhao Jiangui’ye, “Kendini iyi hissetmiyorsan gelip bakması için doktoru çağırmamı ister misin?” diye sordu.
Zhao Jiangui neredeyse bir lokma yemekle boğulacaktı.
Ji Han gerçekten çok... çok açık sözlüydü.
Doktora gösterecek bir hastalığı yoktu ki! Bakarsa foyası ortaya çıkardı!
Zhao Jiangui uzun süre öksürdü, sonra lokmasını yuttu ve aceleyle, “Gerek yok!” dedi.
Ji Han onun korkunç bir şekilde boğulduğunu görünce sanki sırtını yatıştırıcı bir şekilde ovmak ister gibi elini kaldırdı, fakat sonunda sadece bir süre havada bıraktıktan sonra yere indirdi.
Yine de biraz tereddütlü olan Ji Han, “Panik yapma,” dedi, “mezhebimizdeki Doktor Yan’ın ağzı sıkıdır.”
Zhao Jiangui: “Gerçekten gerek yok…”
Ji Han: “Doktordan çekinip hastalığını saklama.”
Zhao Jiangui zorlukla, “Ben gayet iyiyim…” dedi.
Eğer doktor gelirse aksine hiç iyi olmayacaktı.
Ji Han kaşlarını hafifçe çattı, çok şaşkın görünüyordu. “az önce bacaklarının tutmadığını ve rahatsız hissettiğini söylemedin mi?”
Zhao Jiangui: “Bu sadece… sadece…”
Bu yalanın içinden nasıl çıkacağını bilmiyordu.
Ji Han sessizdi. Zhao Jiangui tekrar konuşmaya cesaret edemedi.
Hizmetçi atmosferin garip ve Ji Han'ın hareketinin uygunsuz olduğunu hissetti, bu yüzden dayanamayarak Ji Han'ın kulağına yaklaşıp alçak sesle ona birkaç kelime fısıldadı.
Ji Han hayretle, “Doktor çağırmaya gerek yok mu?” dedi.
Hizmetçi ciddi bir ifadeyle kafasını salladı.
Ji Han bu konuyu artık anladığını düşünüyordu. “O halde doktor çağırmaya gerek yok.” dedi tekrar.
Zhao Jiangui rahat bir nefes aldı.
Ji Han hizmetçiye, “Gidip ilacı getir.” dedi.
Zhao Jiangui: "..."
İlaç mı?
Ne ilacı?
Az önce ne hakkında konuşuyorlardı?!
Hayır, herhangi bir ilacı öylece alamazdı!
Zhao Jiangui'nin zihninde bir ışık parladı; önceki senaryo kitapçığında ilaçla ilgili bir cümle olduğunu hatırladı hayal meyal.
Aniden masanın üzerinden uzanarak Ji Han'ın elini sıkıca kavradı.
Ji Han korkuyla irkilmekten kendini alamadı. "Ne yapmaya çalışıyorsun?!"
Zhao Jiangui: "İlaç getirmesine gerek yok."
Ji Han hiçbir şey anlamadı. “Eğer bir hastalığın varsa ilaçla iyi olursun.”
Zhao Jiangui yoğun bir sevecenlik duyuyormuş gibi konuşmaya zorladı kendini. “Benim ilacım sensin.”
Ji Han: "..."
Çoktan kapının önüne geçmiş hizmetçi: "..."