64
Ji Han nihayet önce içeri girip Wei Qi ile suikastçılar hakkında konuşmayı kabul etti.
İkisi odaya geçtiğinde ise Wei Qi ve Yu Xian-er'in birlikte oturup alçak sesle konuştuklarını gördü. Yu Xian-er çok mutlu görünüyordu. İkisinin içeri girdiğini görünce onlara gülümsedi, kendi başına çekilerek onları işlerini konuşmaya bıraktı.
Wei Qi onun gidişini sevgi dolu gözlerle seyretti. Ancak tamamen ayrıldıktan sonra başını geri çevirdi.
Ji Han hâlâ buz gibi görünüyordu.
Wei Qi'nin konuşmak için inisiyatif alması gerekiyordu. “Astınız o insanlardan hiçbir bilgi edinemedi.”
Ji Han: “Ağızları o kadar mı sıkı?”
“Ağızları sıkı olduğundan değil.” Wei Qi içini çekti. “Onlara isim listesini Küçük Kargalar’ın lideri verirmiş. Onlar sadece insanları öldürmekten sorumlular. Lider ile temas halinde olanın tam olarak kim olduğu hakkında hiçbir fikirleri yok.”
Zhao Jiangui, “Peki Küçük Kargalar’ın lideri kim?” diye sordu.
Wei Qi başını iki yana salladı. "Dövüş sanatları aleminde belirli bir ismi yok. Biz de onun kim olduğunu bilmiyoruz."
Ji Han: "Hiçbir ipucu yok mu?"
Wei Qi başını salladı. “Hem de hiç.”
Ji Han muhtemelen bunu zaten bekliyordu. Sinirlenmeden sadece hafifçe başını salladı. "Muhafız Hua ve sen iyi iş çıkardınız."
Yüzünde hiçbir tedirginlik yoktu. Övgüde bulunmasına rağmen tavrında en ufak bir iltifat belirtisi görünmüyordu.
Wei Qi konuşmaya cesaret edemedi.
Ji Han ayağa kalktı; bu kadar çok yürüdükten sonra yorulduğunu, bu yüzden Zhao Jiangui'ye onu geri götürmesi gerektiğini söyledi. Ji Han’ın dinlenmeye çekilmesinin ardından Xiao-Lin'i etrafta kimsenin olmadığı bir yere çağırmak için başka bir fırsat buldu, sonra da tüm bulgularını ona bildirdi.
“Bu harika bir haber Kahraman Zhao!” Xiao-Lin heyecandan çılgına dönmüştü. “Bunu zaten düşünmüştüm, şeytani mezhep biz camia toplantısını düzenlerken içeri sızma fırsatını değerlendirmek istediğine göre biz de onların sinsi saldırısından yararlanarak karşılık verebiliriz.”
Zhao Jiangui afallamıştı. “Ne planlıyorsun?”
“Bence onlara boş şehir numarası yapıp arkadan sinsice saldırırsak kesinlikle paniğe kapılacaklar, o anda onları uçuruma zorlarsak kesinlikle kazanacağız.” Xiao-Lin çok heyecanlıydı. “Bu şeytani mezhebi yok etmek için iyi bir fırsat!”
“Şeytani mezhebi yok etmek mi?” Zhao Jiangui şaşkındı. “Sadece onlardan kaçınmamız gerekmiyor mu?”
“Önümüzde büyük bir fırsat varken elbette bunu öylece elimizden kaçıramayız.” dedi Xiao-Lin. “Ji Han’ın iç yaraları var, onunla başa çıkmak çok zor olmamalı. O gün geldiğinde Kahraman Zhao, şeytani mezhebin uzmanlarına boyun eğdirmeniz için sizin de içeriden saldırmanıza güveneceğiz…” Ses tonu birden değişti. “Kahraman Zhao, bizimle el ele vermeyecek değilsiniz, değil mi?”
“Ben…” Zhao Jiangui kaşlarını çattı. “Tabii ki değilim…”
Tabii ki erdemli yola sırt çevirecek değilim.
Nedense bu sözleri söylemek onun için biraz imkânsız hale gelmişti.
“Güzel. Ben de sizin öyle bir şey yapacağınızı zannetmiyorum Kahraman Zhao.” Xiao-Lin güldü. “Ben gidip ittifaka bir mesaj göndereyim.”
Zhao Jiangui Xiao-Lin’in gidişini seyretti. Kalbi kargaşa içindeydi.
Gerçekten uyuyamıyordu. Kıyafetlerini giyip avluda yürüyüşe çıktı.
O gün hava yürüyüş için uygun değildi. İki tur attıktan sonra gökyüzü o kadar bulutlanmıştı ki neredeyse yağmur yağacaktı.
Yu Xian-er ile karşılaştı.
“Kahraman Zhao.” Yu Xian-er ona hafifçe gülümsedi. “Siz de mi uyuyamıyorsunuz?”
Zhao Jiangui etrafına bakındı ve “Wei Qi nerede?” diye sormaktan kendini alamadı.
"İşle meşgul. Zaten her zaman bana eşlik edemez." diye yavaşça yanıtladı Yu Xian-er. "Fakat ne yaptığından haberim yok."
Ancak Zhao Jiangui haberdardı.
Erdemli yol, şeytani mezhebin salonlarının işlerini çözeli çok olmuştu. Wei Qi'nin Kartal Salonu istihbarat toplama konusunda uzmanlaşmıştı. Şu anda işinin olması ya suikastçıları araştırdığı ya da toplantı günü için bilgi toplamakla meşgul olduğu anlamına geliyordu.
Yu Xian-er birden, “Kahraman Zhao, rahat olun, Wei Qi’ye işinizden bahsetmedim.” diye ekledi.
Zhao Jiangui şaşkınlığa uğradı. Aniden onun, erdemli yolun kendisinden şeytani mezhebin efendisini nasıl baştan çıkaracağını öğretmesini istemesinden bahsettiğini anladı. Zhao Jiangui utanmadan edemedi. Yalnızca “Çok teşekkür ederim.” dedi alçak sesle.
Yu Xian-er hâlâ gülümsüyordu. “Kibarlık etmenize gerek yok Kahraman Zhao.”
İkisi bir süre sessiz kaldı. Sonra Yu Xian-er aniden konuştu. “Kahraman Zhao, mezhep efendisini düşündüğünüz için uyuyamıyorsunuz herhalde.”
Zhao Jiangui: “…”
Birden Yu Xian-er'in uzun zamandır fuhuş içinde olduğu için bu duygusal şeyleri çok iyi -ya da en azından kendisinden daha iyi- bilmesi gerektiğini düşündü. Dayanamayarak sormaya yeltendi: “Ya sen olsaydın…”
Yu Xian-er cevap vermek için ağzını açmıştı bile. “Sizin yerinizde olsaydım başkalarının düşüncelerini hiç umursamazdım.”
Zhao Jiangui: “Ama dünyanın yüce erdemi tam önümde...”
"Birinden hoşlanıyorsam bu yalnızca beni ilgilendirir, dünyanın yüce erdemiyle hiçbir ilgisi yok. Ama...” Yu Xian-er hafifçe iç geçirdi. “Muhtemelen bu yüzden siz büyük bir kahramansınız, ben ise sadece bir fahişeyim.”
Zhao Jiangui tek kelime edemedi.
“Görünüşe göre kahraman olmak o kadar da harika bir şey değil.” Yu Xian-er sessizce güldü. “Neyse ki o zamanlar sizden henüz hoşlanmamıştım.”