67
Çatı çok yüksek değildi.
Zhao Jiangui ve Ji Han gibi usta dövüş sanatçıları için böyle bir çatıya tırmanmak gerçekten kolaydı.
Şarabı alıp çatıya tırmandılar. Çatıda serin, hafif bir rüzgar yavaşça esiyordu. Ay tam karşılarındaydı. İkisi fincanlarını kaldırıp birlikte içtiler. Epey keyiflilerdi.
Ancak Ji Han fincandaki sıcak suya bakıp usulca iç geçirdi. “Keşke bu şarap olsaydı.”
Zhao Jiangui: “İyileştiğinde seninle birlikte içeceğim.”
Ji Han tam konuşacaktı ki aniden gökyüzünde bir havai fişek yükselip patladı.
İkisinin de bakışları havai fişeklere çekildi.
Zhao Jiangui hiçbir zaman havai fişeklere hayranlık duymamıştı.
Onların sahte şeyler olduğunu düşünüyordu. Çiçek gibi patladıklarında güzel görünseler de nihayetinde geçiciydi. Uğursuz hissettiriyordu. Üstelik havai fişeklerin genç kızların seveceği şeyler olduğunu düşünürdü, kendisi ise dövüş sanatları aleminin bir kahramanıydı. Havai fişekleri sevdiğini söyleseydi tavrı biraz kadınsı dururdu.
Ama şimdi Ji Han'la oturmuş, gökyüzündeki havai fişeklere bakıyor ve çok mutlu hissediyordu.
Neye bakarsa baksın, hoşlandığı kişi ile beraberse çok güzel bir şeye dönüşeceğini düşündü.
Elbette buna o kişi de dahildi.
Ji Han ona yaslanmıştı. Havai fişeklerin ışığı altında yüzü son derece yakışıklı görünüyordu.
Belki de Zhao Jiangui'nin bakışlarını hissettiği için Ji Han, başını çevirip ona bakmaktan kendini alamadı.
“Sorun nedir?” diye sordu Ji Han.
Zhao Jiangui, “Bir şey yok.” dedi.
Zhao Jiangui, yaramazlık yaparken yakalanmış bir çocuk gibi hissetti. Kendini oldukça rahatsız hissederek başını hızla çevirmeden edemedi.
Ji Han, “Zhao Jiangui.” diye seslendi.
Zhao Jiangui disiplinli bir tavırla, “Efendim.” dedi.
Ji Han ona, “Güzel mi?” diye sordu.
Zhao Jiangui başını salladı.
Ji Han'ın hafifçe kıkırdadığını duydu.
Ji Han ona tekrar seslendi. “Zhao Jiangui, arkanı dön.”
Zhao Jiangui döndü. Ji Han onu izliyordu.
Zhao Jiangui Ji Han'ın yüzünde daha önce hiç böyle bir ifade görmemişti. Dudaklarına bir gülümseme yayılmıştı. Bakışları hafifçe yanıyordu. Zhao Jiangui'yi yakalarından yakaladı, sonra yavaşça öne doğru çekti.
“Zhao Jiangui,” diye fısıldadı, “affet beni.”
Zhao Jiangui'nin kafası karışmıştı, bu cümlenin manasını anlamamıştı fakat o henüz soramadan Ji Han birden onu öptü.
Dudakları ve dilleri birbirine dolandığında Zhao Jiangui kollarını Ji Han'a doladı, öpücüğe karşılık vermek için inisiyatif aldı. Kafası sersemleşmeye başlamıştı fakat hâlâ senaryonun nasıl öpüleceğini yazmamasına şaşmamalı diye düşünüyordu; bu gerçekten de yalnız kendisinin öğrenebileceği bir şeydi.
O bunları düşünürken aniden belindeki akupunktur noktasında donuk bir acı hissetti.
Ji Han onu nazikçe itti.
“Affet beni.”
Bir kez daha tekrarladı.
Zhao Jiangui neye uğradığını şaşırdı. Kolları ve bacakları ağrıyordu, güçsüzdü, içsel enerjisi dantianında durgun ve donuk görünüyordu. Elbette bunun sebebini biliyordu, Ji Han az önce akupunktur noktalarını mühürlemişti. O sırada Ji Han'ın öpücüğüne kendini kaptırmıştı ve hiç şüphelenmemişti.
Ji Han onu kucakladı, yavaşça ve ustalıkla çatıdan aşağıya indi. Vücudu çevikti. Anlaşılan yaraları Zhao Jiangui'nin zannettiği kadar ciddi değildi.
Bir anda avluda birçok insan belirdi.
Kıdemli Wen, şeytani mezhebin yüksek rütbeli muhafızlarını Ji Han'ın önünde durmaya yönlendirdi, ardından ona doğru saygıyla eğildi.
“Mezhep efendisi,” dedi Kıdemli Wen, “mezhep içindeki hainler zindana atıldı.”
Ji Han'ın yüzündeki gülümseme çoktan kaybolmuştu. Soğuk bir ifadeyle hafifçe başını salladı.
Zhao Jiangui aniden anladı.
Mezhepteki hainden kastı Xiao-Lin olmalıydı. Belli ki Ji Han… onların planlarını uzun zaman önce keşfetmişti.
Kıdemli Wen devam etti. “Zhao Jiangui'nin içsel gücü son derece yüksek. Akupunktur noktalarını mühürlemek onu uzun süre zapt edemez. Biraz kemik zayıflatıcı toz verilmesi gerekiyor.”
Ji Han onu durduracak bir şey söylemedi.
Muhafızlar kemik zayıflatıcı tozu getirdiler. Zhao Jiangui'yi yemeye zorladılar ve ancak o zaman ellerini bağladılar. Ji Han yan taraftan soğuk bir şekilde, “Onu o hainle birlikte kapatın.” dedi.
Zhao Jiangui'nin vücudu yumuşamıştı ama yine de ona bakmak için başını çevirmeye çalıştı.
Ji Han da ona ifadesiz bir şekilde bakıyordu. Bakışları ilk karşılaştıkları andaki kadar soğuktu, gözlerinin içinde hiçbir dalgalanma yoktu.
Muhafızlar onu sürükleyerek götürmüşlerdi artık.
Ji Han arkasını döndü ve arkasındaki koridor boyunca yavaşça yürüdü. Mezhep çok soğuktu. Festivale dair hiçbir şey yoktu, koridorlarda fenerler yakılmamıştı. Koridorun sonuna vardığında önündeki kapıyı yavaşça itti.
Odanın içinde yalnız bir fener yanıyordu.
İçeri girdi, fenerin yanına gitti ve döndü. Odadaki loşluğun ortasında biri oturuyor gibiydi.
Saçları ağarmış yaşlı bir adamdı.
Ji Han hafifçe durakladı, sonra ona doğru diz çöktü.
Alçak bir sesle seslendi.
"Baba."