68
Yaşlı adam başını kaldırıp ona baktı.
Yaşı ilerlemesine rağmen gözleri hâlâ heybetli görünüyordu. Sert yüzünde gülümsemeden eser yoktu. Bu, şeytani mezhebin öldüğü sanılan eski efendisi Yin Buhuo'ydu. Gözlerini Ji Han'a dikerek ağzını açıp yavaşça sordu: “Yakalandılar mı artık?”
Ji Han, “Evet.” dedi.
Yin Buhuo yine sordu: “O hain mesajı gönderdi mi?”
Ji Han başını salladı. “Gönderdi.”
Yin Buhuo'nun yüzünde nihayet bir gülümseme belirdi: “İyi iş çıkardın.”
Ji Han: “Övgüleriniz için teşekkür ederim baba.”
Yin Buhuo ayağa kalktı.
“Dövüş sanatları camiasının toplantısına fazla kalmadı.” dedi. “Önce sen Baicang Dağı’na git, hazırlıkları dikkatlice tamamlayıp hemen yola çık.”
Ji Han hafifçe afalladı. Elinde olmadan, “Baba,” dedi, “yaralarım…”
Yaralanması Zhao Jiangui'nin düşündüğü kadar ağır olmasa bile sonuçta yaralıydı ve doktor da hâlâ iyileşmesi gerektiğini, uzun mesafeler katetmesinin sakıncalı olduğunu söylemişti.
Yin Buhuo soğuk bir sesle, “Ne olmuş yaralarına?” dedi.
Ji Han'ın sesi aniden kısıldı. “Yaralarım… sorun değil.”
Yin Buhuo: “Sadece ufak tefek yaralanmalar. Bu kadar narin olursan şeytani mezhebi sana nasıl gönül rahatlığıyla emanet edebilirim?”
Ji Han, "...Hatamı kabul ediyorum." diye fısıldadı.
Yin Buhuo kasvetli bir yüz ifadesiyle başını sallayarak devam etti. “Endişelenmene gerek yok. Sen yola çıktığında sana yardımcı olacak insanlar göndereceğim.”
Ji Han: “Başüstüne.”
Yin Buhuo tekrar sordu: “Zhao Jiangui'yi nereye kilitlediniz?”
Ji Han: “Xiao-Lin'le birlikte zindanda.”
Yin Buhuo: “Zhao Jiangui basit bir adam değil. Artık hapsedilmiş olsa bile ona karşı dikkatsiz olmamalısın.”
Ji Han başını salladı. “Onu gözetlemesi için birini göndereceğim.”
“Gözetlemek mi?” Yin Buhuo alay ederek güldü. “Sadece ölü bir adam işleri mahvedemez.”
Ji Han şok içinde ona baktı.
Yin Buhuo: “Şimdi gidebilirsin.”
Ji Han: “Ben…”
"Anlıyor musun?" diye sertçe sordu Yin Buhuo.
Ji Han bir an için afalladı. Başını eğdi ve boğuk bir sesle “Evet.” dedi.
69
Zhao Jiangui şeytani mezhebin iki muhafızı tarafından yol boyunca sürüklendi. Kıdemli Wen’in ona ne yedirdiğine dair hiçbir fikri yoktu. Yalnızca içsel gücünün karmaşa içinde olduğunun bilincindeydi. Biraz bile hareket etse dantianında keskin bir acı hissediyordu. Karşı koyacak gücü bulamıyordu.
Onu zindana attılar. İlacın etkisiz kalmasından endişelenerek ip alıp onu bağladılar ve ancak o zaman gittiler.
Xiao-Lin çoktandır zindandaydı. Durumu Zhao Jiangui'ninkinden çok daha iyi değildi. Zhao Jiangui onun dudaklarının yanlarındaki morartıları gördü. Belli ki dayak yemişti. Zhao Jiangui’nin içeri atıldığını gördüğünde aceleyle ileri atılıp ona destek oldu. Ağlamaklı bir yüzle, “Kahraman Zhao,” dedi, “sizi mahvettim.”
Zhao Jiangui’nin konuşmaya bile mecali kalmamıştı.
Xiao-Lin ağlamak üzereymiş gibi görünüyordu. “Eğer dikkatsiz davranmasaydım mezhep efendisi ittifaka gönderdiğim mektubu asla öğrenemezdi.”
Ancak Zhao Jiangui hâlâ bir şeylerin yanlış gittiğini hissediyordu.
Ji Han'ın bu meseleyi çoktandır keşfettiğini ve onlara karşı kendi oyunlarını kullandığını düşünüyordu.
Bunu düşündüğünde aniden içinde bir boşluk hissetti. Kalbinin kırıldığı hissine mani olamıyordu.
Xiao-Lin, "Şimdi ne yapmalıyız Kahraman Zhao?" diye sordu.
Zhao Jiangui cevap veremedi.
Kalbi çalkantı içindeydi, bu yüzden doğal olarak herhangi bir çözümü yoktu.
Kısa bir süre sonra dışarıdan bir ses daha geldi. Zhao Jiangui gözlerini kaldırıp dışarı baktı: Ji Han, yanında Kıdemli Wen ve Wei Qi ile gelmişti.
Yüreği titredi. Ji Han'la hangi tonda konuşacağını bilemedi.
Ji Han ona buz gibi soğuk bir ifadeyle baktı. Kıdemli Wen ondan önce konuşma fırsatını yakaladı, Zhao Jiangui'ye yan gözle bir bakış attı ve Ji Han'a, “Mezhep efendisi, zamanı geldi.” dedi.
Ji Han, “Bir dakika bekle.” dedi.
Hücre kapısını açtırdı. İleri adım attı ve Zhao Jiangui’nin önünde durup ona baktı.
“Zhao Jiangui, kılıç ustalığımın seninkinden daha düşük olduğunu düşünüyorsun.” dedi Ji Han gururla. “Benim kılıç ustalığımda savunma hareketleri olmadığını söylüyorsun ama saldırının en iyi savunma olduğunu bilmiyorsun.”
Zhao Jiangui bir an için afalladı ve o gün Ji Han'a söylediklerini hatırladı.
Ji Han o zamanlar ona yalan söylediğini zaten biliyor olabilir miydi?
Ji Han belindeki kılıcın kabzasına dokundu.
Kıdemli Wen memnun görünmekten kendini alamadı.
Yin Buhuo Ji Han'ın bir hamle yapamayacağından endişelendiği için ondan Ji Han'a göz kulak olmasını istemişti. Ji Han'ın bu kadar kararlı olacağını beklemiyordu. Fazla endişe etmişlerdi.
Ji Han kılıcını çoktan çekmişti.
Bir kılıç parıltısıyla Zhao Jiangui'nin alnının önündeki perçemlerden bir tutam kesilerek yere doğru süzüldü. Bu sırada Ji Han kılıcını kınına geri koymuştu bile.
“Benim kılıcım seninkinden daha yavaş değil.”
Sesi fısıltı gibiydi.
Zhao Jiangui kımıldamadan yere baktı. Tek kelime bile edemedi.
Akupunktur noktaları mühürlü olduğu ve kendisine zehir verildiği için şu anda bu saldırıdan kaçamazdı ama normal bir günde olsaydı da kaçabilir miydi? Düşündüğünde en fazla onda üç kesinliğe sahip olduğunu hissetti. Üstelik Ji Han'ın vücudu hâlâ yaralıydı, bu saldırıda tüm gücünü göstermemişti…
Ona yalan söylediğini zaten bildiği ve onu oltaya getirmek için kasıtlı olarak bu görünümdeymiş gibi davrandığı ortadaydı.
Kıdemli Wen, “İşi halletmelisiniz.” dedi.
Ji Han gözlerini indirip uzun bir süre sessizce Zhao Jiangui’ye baktı. Ardından kaşları tiksintiyle çatıldı. “Onu öldürmek zatımın ellerini kirletir.”
Kıdemli Wen, “Onu öldürmezseniz bunu üstada açıklayamayız.” dedi.
Ji Han: "Wei Qi, sen yap."
Bu sözleri söyledikten sonra, sanki Zhao Jiangui mide bulandıracak kadar iğrenç bir şeymiş gibi arkasını dönüp gitti. Yüzüne bile bakmamıştı.
Kıdemli Wen kaşlarını çattı. Kalması mı yoksa gitmesi mi gerektiğini bilmiyordu. Muhafız Hua çoktan dışarıdan hücreye girmişti. Ona, “Kıdemli Wen, gitme zamanı geldi.” dedi.
Çaresizce Wei Qi’ye baktı. Ardından Ji Han'ın peşinden dışarı çıktı.
Wei Qi muhafızlara gözleriyle işaret verdi ve muhafızlar geri çekildi.
“Bu hücredeki muhafızların hepsi bir zamanlar Kartal Salonu'ndaki kardeşlerimdi.” Wei Qi içini çekti. “Kahraman Zhao, seni bu son yolculuğuna uğurlayacak olanın ben olacağımı beklemiyordum.”
Zhao Jiangui konuşmadı.
“Aramızda az çok bir dostluk olduğu için işleri senin için zorlaştırmak istemiyorum.” Kolundan kısa bir hançer çıkardı. “Cesedini sağlam bırakabilirim.”
Xiao-Lin’in korkudan beti benzi attı. Wei Qi'nin üzerine atlayıp hayatı uğruna dövüşmek istedi.
Fakat nihayetinde dövüş sanatları becerileri yüksek değildi. Wei Qi’nin kabzayla bir vurmasıyla bayılıp yere serildi. Zhao Jiangui bu kez ölmeye mahkum olduğunu hissetti. Sadece Wei Qi'nin elinin biraz daha çabuk olacağını umarak gözlerini kapattı.
Wei Qi'nin eli kalkıp indiği anda Zhao Jiangui'yi bağlayan ipler koptu.
Zhao Jiangui şaşkınlıkla ona baktı.
Wei Qi, Zhao Jiangui'ye doğru nazikçe gülümsedi. “Ne var ki mezhep efendisi henüz ölmenizi istemiyor.”
Zhao Jiangui bir an için Wei Qi'nin ne dediğini anlayamadan olduğu yerde donup kaldı. Kendine geldiği anda ise kalbinde bir coşku hissetti. Yine de yanlış bir fikre kapıldığından korkuyordu hâlâ. Sabırsız bir yüzle Wei Qi’ye baktı. Onun doğrulamasını istiyordu. Fakat nasıl soracağını bilmiyordu. Mezhep efendiniz benden hoşlanıyor mu hâlâ, diye soramıyordu. Bu cümle çok yapmacık görünüyordu. Hiç kendisine benzemiyordu.
Wei Qi gülmesini bastırmaya çalışıyor gibiydi. “Mezhep efendisi bana önce sizi göndermemi emretti Kahraman Zhao.”
Zhao Jiangui nihayet sorusundan vazgeçti. Bir an duraklayarak Wei Qi’ye “Ji Han nereye gitti?” diye sordu.
Wei Qi: “Camianın toplantısı yarım ay içinde yapılacak. bu yüzden Baicang Şehri’ne gitmesi gerekti.”
Zhao Jiangui'nin kalbi aniden yeniden sızladı.
“Mezhep efendisi en başında planınızdan haberdar değildi.” dedi Wei Qi. “En fazla, sizde bir tuhaflık olduğunu düşündü Kahraman Zhao.”
Zhao Jiangui ağzını açıp, “Ne zaman öğrendi?” diye sormadan edemedi.
“Yenilmezler İttifakı’nın mezhebimize casus yerleştirebildiği gibi elbette ben de Yenilmezler İttifakı’ndakilere rüşvet vermenin bir yolunu bulabilirim.” diye fısıldadı Wei Qi. “Siz ortaya çıktığınızda Kahraman Zhao, içeriden biri bana haber iletti. Bu yüzden elbette mezhep efendisini bu konuda bilgilendirmek zorunda kaldım.”
Zhao Jiangui, “Bu ne zaman oldu?” diye sordu.
Wei Qi, “Siz kutsal mezhebe dönmeden önce.” dedi.
Zhao Jiangui'nin morali bozuldu birden. Ji Han'ın o noktadan itibaren ona karşı komplo kurmaya başlayacağı hiç aklına gelmemişti. Şimdi düşününce, Ji Han'ın kasıtlı olarak ona o tek mesajı göstermesine izin vermiş olması muhtemeldi. Böylece Yenilmezler İttifakı bilgiyi alacak ve sonra şeytani mezhebin tuzağına gerçekten de düşecekti.
Şimdi bunu öğrendiğinde kendisinin morali bu kadar bozulmuşken o sırada Ji Han’ın içinden neler geçtiğini kim bilebilirdi? İlk yanlışı kendisi yapmıştı ve Ji Han sadece oyununa uymuştu. Onu suçlayabilmesinin hiçbir yolu yoktu.
Wei Qi, “Hâlâ bilmediğinizi düşündüğüm bir şey var Kahraman Zhao.” diye ekledi.
Zhao Jiangui, “Nedir o?” diye sordu.
Wei Qi tereddüt eder gibi oldu. Zhao Jiangui'ye bu konuyu anlatsa mı anlatmasa mı bilmiyor gibiydi. Sonunda dişlerini sıktı, kararını verdi ve sesini alçalttı. "Eski mezhep efendisi hâlâ hayatta."
Zhao Jiangui şoka uğradı.
“Mezheptekilerin kalpleri kargaşa içinde. Eski mezhep efendisinin emri altında birçok kötü niyetli insan var ve herkes mezhep efendiliği için rekabet etmek istiyor.” dedi Wei Qi. “Birkaç ay önce biri eski mezhep efendisine suikast düzenledi; ağır yaralandı ve ağır hasta olup öldüğü yalanını yaydırdı. Ardından mezhep efendisinin yönetimi almasını sağladı ve bu konuyu araştırmasını istedi.”
Zhao Jiangui şaşkına döndü. “Bu… Ji Han'ın yem olmasını istemek değil mi?”
“Mezhep efendisi küçüklüğünden beri yetenekli ve kılıç becerileri uzun zamandır eski mezhep efendisinin üzerinde. Bu suikastçılar ona kolayca zarar veremez, aksine eski mezhep efendisini öldürmek çok daha kolay olacaktır.” dedi Wei Qi. Bir anlık duraksamanın ardından devam etti. “Küçük Kargalar’ın suikastının olduğu o gün mezhep efendisi… mezhep efendisi siz ona güvenin diye kasten yaralandı Kahraman Zhao. Fakat hayati organlarını korumuştu. Yaralanması düşündüğünüz kadar ağır değil.”
Zhao Jiangui harap olmuştu. “Aslında yaralanmasına imkan yoktu.”
Wei Qi: “Evet.”
Zhao Jiangui: “Doktor Yan'ın tedavi sırasında insanların onu izlemesinden hoşlanmadığı bahanesini uydurması da benim bu meseleyi öğrenmemi engellemek içindi, değil mi?”
Bu konudan bahsedildiğinde Wei Qi'nin yüzü biraz tuhaflaştı ama bir şey söylemedi. Sadece ellerini çırparak şeytani mezhebin bir muhafızını çağırdı.
Wei Qi: “Kahraman Zhao, zindanın içinde gizli bir geçit var. Xiao-Lin’i alıp muhafızı takip edin. Vücudunuzdaki zehrin panzehiri yalnızca Kıdemli Wen’de var fakat sizi alması için geçidin çıkışında birini bıraktım, o bir yol bulacaktır.”
Zhao Jiangui boğuk bir sesle kabul etti.
Wei Qi tereddüt etti. “Kahraman Zhao, bütün bunlar tamamen eski mezhep efendisinin emriyle gerçekleşiyor. Eğer mezhep efendisi kendisi karar verebilseydi bunları yapmaya asla razı olmazdı.”
Zhao Jiangui bir an düşündü ve Wei Qi'ye, “Tüm bunları bana anlatmanı Ji Han mı istedi?” diye sordu.
“Mezhep efendisi benden sadece sizi şeytani mezhepten yollamamı ve başka bir şey söylemememi istedi.” Wei Qi acı acı güldü. “Eğer mezhep efendisi size bu kadar çok şey anlattığımı bilseydi muhtemelen cezamı çekeyim diye beni ceza salonuna gönderirdi.”
Zhao Jiangui kaşlarını çatmaktan kendini alamadı. “Neden bana bu kadar çok şey anlattın?”
"Kahraman Zhao, o gün dağın eteklerindeki kasabaya gittiğinizde içine düştüğünüz durumu hâlâ hatırlıyor musunuz? Size iyi davrandılar çünkü mezhep efendisi bize her zaman iyi davranırdı." Wei Qi gözlerini indirdi ve yumuşak bir sesle, “Ben sadece mezhep efendisinin başkaları uğruna kendini yıpratmasını istemiyorum.” dedi.
Zhao Jiangui’nin zihni bomboştu. Bir an Wei Qi'nin bununla ne demek istediğini anlayamadı.
Wei Qi onu çabucak gitmesi için teşvik ediyordu.
Muhafız baygın Xiao-Lin'i sırtında taşırken Zhao Jiangui'ye gizli geçitte yol göstererek şeytani mezhepten dışarı çıkardı.
Gizli geçidin çıkışı şeytani mezhebin dağının eteklerindeymiş gibi görünüyordu. Çıkıştan dışarı adım attıklarında Zhao Jiangui vahşi bir orman gördü.
Ormanın içinde bir araba bekliyordu.
Arabaya doğru yürüdüklerinde sürücünün yanında oturan kişi onların geldiğini gördü, başını onlara doğru çevirip gülümsedi.
“Kahraman Zhao, uzun zamandır sizi bekliyordum.”
Bu Yu Xian-er'di.
Zhao Jiangui ona bakarken kaşlarını çattı. Yu Xian-er surat astı. "Kahraman Zhao, ben gerçekten şeytani mezhebin bir üyesi değilim. Sadece Xiao-Wei, dağın eteklerinde kendisini çok kişinin tanıdığını söyledi. Yani sizi o yolcu etseydi eski mezhep efendisi kesinlikle fark ederdi."
Zhao Jiangui, “Her şeyi biliyor musun?” diye sordu.
Yu Xian-er hafifçe gülümsedi. “Xiao-Wei benden nadiren bir şey gizler.”
Zhao Jiangui: “O gün her şeyi sana söyleyemediğini söylemiştin.”
Yu Xian-er: “Çünkü mezhep efendisi böyle söylememi istemişti.”
Doğru ya.
Zhao Jiangui’nin yüzü düştü.
Yu Xian-er'in söyledikleri bile Ji Han'ın onu aldatmak için uydurduğu şeylerdi.
Az önce Ji Han'ı asla suçlayamayacağını düşünmüştü ama şu anda biraz sinirlenmeye başlamıştı bile.
Muhafız geldiği yoldan geri döndü.
Yu Xian-er hâlâ konuşuyordu.
“Kahraman Zhao, vücudunuzdaki zehrin panzehiri sadece Kıdemli Wen'de var. Neyse ki hazırlıklıydık.” dedi Yu Xian-er. “Bu kasabadan ayrılıp bir günlük yol yaptıktan sonra tanrısal doktorun oraya varacağız.”
Zhao Jiangui'nin bir şey söylemediğini görünce, “Kahraman Zhao, mezhep efendisine kızgın mısınız?” diye sordu.
Zhao Jiangui hâlâ dümdüz bir surat takınıyor, tek kelime etmiyordu.
Yu Xian-er gülmeden edemedi. "Mezhep efendisi sizin ona bu kadar kızdığınızı bilseydi eminim çok sevinirdi."