Adam uzun zamandır onu bekliyor olmalıydı, kıyafetleri yağan kardan ıslanmıştı. Omuzları bir don tabakasıyla kaplıydı. Adam sırtını kamburlaştırmış, ağzını kapatıyor ve durmadan öksürüyordu. Sanki her an kırılabilecek solmuş bir dal gibiydi, çok kırılgan görünüyordu.
Xiao Yuan birkaç adım öne çıktı. Şaşkınlıktan sesi kekeledi: “Hadım Zhao, neden.... neden.... hâlâ gitmedin?”
“Majesteleri.” Hadım Zhao'nun sesi çok kısıktı. “Majesteleri gitmemişse bu yaşlı köle nasıl gitmeye cesaret edebilir?”
Xiao Yuan bir an için duygulandı. Hadım Zhao'ya acele edip imparatorluk yatak odasına girmesini söyledi.
Hadım Zhao, Xiao Yuan'ın giysilerinin dağınık olduğunu gördü ve hemen düzeltmesine yardım etti. Ne de olsa imparatorluk kıyafetlerini giymek oldukça zahmetliydi. Hadım Zhao başını eğdi. Sanki bugün sıradan bir günmüş gibi her zamanki gibi kendini ona adadı.
“Hadım Zhao... En başta tavsiyelerini dinlemediğim için beni suçluyor musun?” diye sordu Xiao Yuan derin bir nefes alıp.
“Majesteleri, bu köle çok yaşlı. Majestelerini bu kadar endişelendiren ne söylediğini hatırlayamıyor." dedi Hadım Zhao.
Xiao Yuan boğazına bir yumru takılmış gibi hissetti. Uzun süre kekeledi. Sonunda tek bir kelime bile söyleyemedi.
“Majesteleri, bir dakika, gerçekten siz...” Hadım Zhao cümlesini tamamlayamadan aniden şiddetle öksürmeye başladı. Sesi ciğerlerinden geliyormuş gibi donuk çıkıyordu.
Xiao Yuan hemen uzanıp sırtını sıvazladı. Bu Hadım Zhao'yu o kadar dehşete düşürdü ki aceleyle onu durdurmaya çalıştı.
Xiao Yuan çaresizce elini geri çekerken alçak sesle şöyle dedi: “Evet, tek dileğim Güney Yan Krallığı'nın düşman askerlerinin başkent halkına zarar vermemesi. Hadım Zhao, gitsen iyi olur, burada kalmana gerçekten gerek yok.”
Hadım Zhao'nun sırtı aniden daha da kamburlaştı. Sönmüş bir ateş gibiydi, geride sadece küller kalmıştı, geri dönüşü yoktu. Titreyen bir sesle sonunda şöyle dedi: “Majesteleri, bu yaşlı kölenin Majestelerinin saçlarını son bir kez daha toplamasına izin verin, tıpkı Majestelerinin henüz çocuk olduğu zamanlardaki gibi.”
Xiao Yuan başını salladı. Oturmak için bir sandalye çekti. Bu dağınık yatak odasında, Hadım Zhao'nun bir saç bandı bulması kolay olmadı. Nihayet bir tane bulduğunda Xiao Yuan'ın saçını dikkatlice bağladı. Sanki önemli bir şey başarmış gibi rahat bir nefes aldı. Hadım Zhao daha sonra dizlerinin üzerine çöktü ve arkasını dönüp yatak odasından çıktı.
Vücudunu sürükleyerek rüzgâra ve kara karşı yürüdü. Bedeni gökler ve yeryüzü arasında çok küçük ve ince görünüyordu. İmparatorluk yatak odasından çıktığında Göğe Kurban Tapınağı'na ulaşana kadar yürümeye devam etti. Bu doksan dokuz basamağı çıkarken yoğun öksürük neredeyse adımlarını kaybetmesine neden oluyordu. Düşüp ölecekti neredeyse.
Hadım Zhao, Göğe Kurban Tapınağı'nın tepesinde durdu ve ardından huşuyla secde etti. “Zhao soyadlı ben, kırk yıldan fazla bir süredir bu sarayda yaşıyorum ve üç kuşak imparatora hizmet ettim. Majesteleri'nin nezaketi için minnettarım. Sarı Pınarların altında merhum imparatora bir kez daha hizmet edebileceğimi umuyorum. Bugün, göksel ayinin yaşayan bir kurban gerektirdiğini bilerek, bu yaşlı kölenin sözlerini dinlemeleri için göklere dua ediyorum. Genç Majesteleri'nin ihtişam içinde yüzmesini ve zengin olmasını değil, sadece büyük acılar veya ciddi hastalıklar olmadan sağlıklı bir yaşam sürmesini diliyorum. Bu yaşlı köle bu dileği için bedenini göklere kurban etmek istiyor.”
Duasını bitirdikten sonra Hadım Zhao yavaşça ayağa kalktı. Soğuktan dizlerindeki kemikler titriyordu. Rüzgâr ve karla yüzleşerek kurban sunağının üzerinde durdu ve ardından hiç tereddüt etmeden sunaktan aşağı atladı.
Kan otların üzerine dökülür dökülmez Xiao Yuan'ın başındaki saç bandı aniden koptu.
Bir an için afallayan Xiao Yuan, saç bandını almak için eğildi. Onu kırmızı saç tokası ve beyaz yeşim saç tokasıyla bir araya getirerek dikkatlice giysilerinin içine koydu. Ardından imparatorluk mührü ve Kuzey Krallığı haritasını tutarak imparatorluk sarayından dışarı çıktı.
Kuzey Krallığı'ndaki kar fırtınası acı bir şekilde uğulduyor ve her yeri beyaz karla boyuyordu. Binden fazla evin bulunduğu başkent tamamen ıssızdı. Tek bir insan gölgesi bile görünmüyordu. Her kapıda asılı beyaz sancaklar, binlerce yıldır ölü ve sessizlik içinde olan bir şehir havası veriyordu.
Xiao Yuan kara bastı. Yavaşça şehrin kapısına doğru yürüdü. Üzerinde sadece ince beyaz bir palto vardı. Soğuk rüzgâr iliklerine kadar işliyor, vücudunun sıcaklığını acımasızca alıp götürüyordu. Xiao Yuan derin bir nefes aldı. Boğazı kuru ve acılıydı, uzuvları yavaş yavaş uyuşuyordu.
Ama duramazdı.
Çünkü nereden geldiğini anlamadığı, belli belirsiz bir ağlama ve hıçkırık sesi duyuyordu. Bu sefil ve kederli çığlık, Xiao Yuan'a şehir kapısına kadar eşlik etti.
Xiao Yuan şehrin koyu gri kapısının altında durdu ve uzaklara bakmaya çalıştı.
Uzaklarda Güney Yan Krallığı'nın birliklerinin genel silüetini görebiliyordu. Kar fırtınasının altında kısmen gizlenmiş olan bu büyük ordu Kuzey Krallığı'nın kâbusuydu. Xiao Yuan beyaz bir sis çıkardı. Başını eğdi ve elindeki imparatorluk mührünün üzerindeki karı yavaşça sildi. Ardından yavaşça Güney Yan Krallığı'nın ordusuna doğru yürümeye başladı.
Geçtiğimiz kırk yıl boyunca, ülke üç bin li toprağa ev sahipliği yapmıştı. Xiao Yuan'ın attığı her adımda ayaklarının altındaki kar hafif bir gıcırtı sesi çıkarıyordu. Bu, Kuzey Krallığı için düşmanları öldüren, savaş meydanında ölen askerlerin acı çığlıkları ve feryatlarıydı; sanki isteksizliklerini ve üzüntülerini kanlı gözyaşlarıyla duyuruyorlardı.
Xiao Yuan Güney Yan Krallığı'nın ordusuna doğru yürüdü. İmparatorluk mührü ve ülke haritasını elinde tutarak havaya kaldırdı. Ardından yere diz çöktü.
Xiao Yuan dizlerini yere vurur vurmaz Kuzey Krallığı'nın arkasından çöküş sesini duydu; tıpkı yağan kar gibi, sessiz ama göz önünde.
Yerde diz çökmüş olan Xiao Yuan derin bir nefes alarak tüm gücüyle bağırdı: “Bugün, vatanını kaybeden bu günahkar tahtından indirilecek, başındaki taç düşecek ve cezasını bekleyecektir. İmparatorluk mührünü ve ülke haritasını teslim edecektir. Tek bir dileği var, başkentteki halka zarar vermemeniz.”
***
“Efendim! General Xue, Prens Yan, Kuzey Krallığı İmparatoru teslim olmak için geldi!”
Askeri çadırlardan birinin içinde, başkentin istilasını tartışmakta olan Yan Heqing ve Xue Yan aniden askerin raporunu duydu.
Yan Heqing'in gözbebekleri aniden küçüldü. Kürkünü giyme zahmetine bile girmeden aceleyle ayağa kalkarak çadırın dışına çıkmaya niyetlendi. Ancak bir el aniden omzunu sıkıca kavradı.
“Heqing.” Xue Yan'ın sesi sakin ve heybetliydi.
Yan Heqing durdu ama arkasını dönmedi.
Xue Yan'ın kalbi irkildi, kaşları çatıldı. Yan Heqing'in gizli duygularını belli belirsiz yakaladı. Ardından askere, “Dışarıda bekle.” dedi.
Asker yumruklarını sıktı ve askeri çadırda sadece Yan Heqing ve Xue Yan'ı bırakarak oradan ayrıldı.
“Heqing, sana bir şey soracağım. İtinayla koruduğun şu yeşim flüt, Kuzey Krallığı İmparatoru'nun bir hediyesi mi?” Xue Yan, Yan Heqing'in omzundaki tutuşunu gevşetmek yerine daha da kuvvet uyguladı.
Uzun süre sessiz kalan Yan Heqing sonunda cevap verdi: “Evet.”
Xue Yan dişlerini sıktı. Gözleri son derece karanlıktı. Yan Heqing onun yetiştirdiği çocuktu, bu yüzden her şeyi anlaması için fazla açıklama yapmasına gerek yoktu.
Sessizlik görünmez bir ağ gibi ikisini de sıkıca sarmıştı. Uzun bir süre sonra Xue Yan elini geri çekti. “Burada kal ve bir yere gitme. Önce ben gideceğim, Kuzey Krallığı'nın tuzak kurup kurmadığına bakacağım.”
“Amca, ben de seninle geleceğim...” Yan Heqing arkasını döndü. Gözleri kararlı ve ısrarcı, ses tonu sakin ve telaşsızdı.
“Heqing.” Xue Yan aniden Yan Heqing'in sözünü kesti. Askeri çadırın perdesini kaldırdı. Rüzgarın savurduğu kar, çadırın sıcaklığını ıslık çalarak alıp götürüyordu. Xue Yan omzunun üzerinden Yan Heqing'e baktı. “Sen Güney Yan Krallığı'nın prensisin, Kuzey Krallığı'nın erkek cariyesi değil.”
Yan Heqing'in gözleri aniden karardı ve başı öne eğildi. Bakışları karanlığın içinde gizlenmişti, en ufak bir parıltı bile görünmüyordu.
Xue Yan, Yan Heqing'in tavır değişikliği yüzünden susmadı. Sözlerini keskin bir bıçağa dönüştürerek Yan Heqing'in yaralarını acımasızca daha da derinleştirdi. Yan Heqing'in, kaybettiği ailesi ve harap olmuş ülkesi adına duyduğu nefretle kıyaslandığında, gençler arasındaki aşkın hiç de kayda değer olmadığını hatırlamasını istedi. “Heqing, sen Güney Yan Krallığı'nın askerlerini, bir zamanlar Kuzey Krallığı tarafından mahvedilmiş insanları temsil ediyorsun. Ayaklarının altında ebeveynlerinin cesetleri gömülü ve başının üzerinde halkın kederli ruhları var. Güney Yan Krallığı'nın o zamanlar yaşadığı yıkımın trajik günlerini çoktan unuttun mu?”
Xue Yan konuşmasını bitirdikten sonra perdeyi kaldırarak oradan ayrıldı. Kuzey rüzgarı kederli ve acımasızdı.