Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 59: Olur da o gün gerçekten gelirse.

 

Yolda başka bir melez yaratık gördüler.

Lu Feng'in silahının altında düşen yaratıktan farklıydı; ince, grimsi siyah, on binlerce kez büyütülmüş bir değnek çekirgesi gibiydi, sırtında kelebeklerinkine benzeyen kocaman ince kanatları ve alnından çıkan iki ince anteni vardı, gözlerinin nerede olduğu belli değildi. Uzunluğu beş metreden fazlaydı ve altı uzun, ince bacağı vardı. Lu Feng ve An Zhe yüksek bir yamacı aştıklarında yaratık iki metre uzunluğundaki bir kertenkeleyi yiyordu; esasında kutup ışıkları altında ışığı yansıtan pürüzsüz kitin gövdesi, yedikçe yavaş yavaş kaba pullara dönüşüyordu.

Hafif ve esnek vücudu hızlı hareket etmesini sağlıyordu. Kertenkelenin kafasını yedikten sonra değnek çekirgesi, gövdesini indirdi ve sonra ileri sıçradı, cesedin geri kalanını da yanına alarak kanatlarıyla uçup gitti - Lu Feng ve An Zhe'yi fark edecek zamanı yoktu.

Bu, Lu Feng'in tarif ettiği akıllı melez yaratıklardan olabilirdi, genleri aldıktan sonra ilk olarak gidip saklanacak gizli bir yer bulacağını ve o kaotik aşamayı nasıl atlatacağını biliyordu.

An Zhe bembeyaz kanatlara baktı ve tüm samimiyetiyle, "Çok güzel." dedi.

Kendisi de beyazdı, miselyumunun rengini seviyordu. Fakat böyle açılan güzel kanatlara sahip değildi, kendi bedenine dönüşse bile sadece kabarık bir toptan ibaretti; geçmişte yağmur ve kasırgalar altında kırıldığı zaman bir mantar şeklini kaybetmiş ve hatta "türün temel formunun dışında bir mutasyon" olarak tanımlanmıştı, bu yüzden utanıyordu. 

Lu Feng'in soğuk sesini duydu. "Onu yemek ister misin?"

An Zhe: "..."

Reddetti. "Hayır."

Lu Feng, "Önüne geleni yeme." dedi.

An Zhe fısıldadı. "Onları yiyemem zaten."

Lu Feng'in dudakları hafifçe kıvrıldı.

Bir heterogenez olarak hâlâ insanlar tarafından gelişigüzel yememesi konusunda yönetiliyordu. An Zhe öfkeliydi. Özgürce yemek yeme hakkına sahip olması gerektiğini düşünüyordu.

Sonra midesi guruldadı.

Lu Feng, "Eşyaların hani?" diye sordu.

An Zhe kalan yiyecek miktarını düşündü, bir öğün için bile yeterli değildi. "Bekle" dedi.

Biraz düşündükten sonra Lu Feng'e "Aç mısın?" diye sordu.

"Ben iyiyim." dedi Lu Feng.

An Zhe bu insanın inatçılık ettiğini hissetti. Sırt çantasında peksimetin kalan yarısını buldu. Bir parça kopardı ve Lu Feng'in ağzına götürerek ona yedirdi.

Albay reddetmedi.

An Zhe onu yedirmeye devam etti. Üçüncü parçayı verdiğinde peksimetlerin çok kuru olduğunu ve suyla birlikte alınması gerektiğini hatırladı.

Yarım şişe su kalmıştı. Onu da çıkardı fakat Albay'a nasıl vereceğini bilmiyordu.

"Bir dakika bekle." dedi sadece.

Böylece şafak vakti Lu Feng'le birlikte kalan yarım şişe suyu büyük bir kayanın arkasında bölüştüler. Su mantarları mutlu eden bir şeydi. An Zhe dudaklarını yaladı, ardından Lu Feng ağzına bir parça peksimet tıkıştırdı.

An Zhe peksimeti alıp yavaşça yutarken soğuk parmaklar istemeden dudaklarına dokundu. Şu anda yiyecek ve sularının tükenmiş olmasına, yarın nasıl hayatta kalacaklarını bilmemesine rağmen kendini çok rahat hissediyordu.

Lu Feng'e "Sen ye. Ben hareket etmeyi bırakacağım." dedi.

Hareketsiz olması, çok fazla şey yemesine gerek olmadığı anlamına geliyordu.

Lu Feng konuşmadan sadece başını ovuşturdu. An Zhe başını kaldırıp gözlerine baktı. Sabahın soluk ışığında, Albay'ın her zamanki soğuk gözlerinin biraz daha ılımlı hale geldiğini hissetti.

O anda An Zhe birdenbire Lu Feng ile birbirlerine hiç benzemeseler de, ortak hiçbir yanları olmasa da -eğer sinyal hiç düzelmezse, ikisinin de heterogenez olduğu bir gün olsaydı ya da ikisi de insan olsaydı, olur da ikisi de hâlâ hayatta olsalardı belki de bir gün Lu Feng ile iyi arkadaş olabilecekleri yanılsamasına kapıldı. 

Kendisi insan ırkında çok iyi bir birey değil, aksine işe yaramaz bir bireydi ama Albay yine de ona çok iyi davranıyordu. Bu yüzden olur da Lu Feng bir heterogenez olursa, çok çirkin olmadığı sürece buna aldırmayacaktı.

Ama böyle bir olasılık yoktu, Lu Feng bir insan iken o ne yazık ki bir mantardı. Yine de, en başından beri insan -dış şehrin sıradan bir üyesi- olsaydı belki de Lu Feng ile hiç karşılaşmayacaktı. Yani mantar olduğu için şanslıydı.

Yollarına devam ettiler, An Zhe gece geçtikten sonra bileğinin çok da ağrımadığını hissetti ve Lu Feng'in onu taşımasını istemedi, kendi başına yürüyebilirdi.

Yere bırakıldığında Lu Feng'in yan tarafa bakarken hafifçe kaşlarını çattığını gördü.

Çok da uzak olmayan bir yerde dağılmış iki insan iskeleti parçası vardı. Kafatası ve kırık omurgalar birbirinden çok uzaktaydı. El kemikleri eksikti, gri bir bacak kemiği ise bir bayrak direği ya da mezar taşı gibi kumun içine eğik bir şekilde saplanmıştı.

Yaklaştıklarında Lu Feng eğilerek kemiklerin üzerindeki gri tozu parmaklarıyla sildi. "Yeni, henüz iki gün geçmiş."

Sözlerini bitirdiği anda An Zhe'nin bakışları şaşkınlık gösterdi. Vahşi doğada hiç insan olmamalıydı, dolayısıyla taze insan kemikleri de olmamalıydı. "Bir pilot mu?" diye sordu.

Lu Feng etrafına bakındı. "Hiç enkaz yok."

Kemikleri dikkatle tekrar incelediler. Kemiklerin üzerinde yaratık ısırıklarının izleri vardı ve ince kumun altında yırtık pırtık giysi parçaları gömülüydü. Grili siyahlı renktelerdi, üssün giysileri değillerdi. Lu Feng'in yüz ifadesi düşünceli bir hal aldı, bu durum hiç de normal değildi.

Ne var ki ellerinde başka ipucu yoktu, sadece yollarına devam edebilirlerdi. Yarım saat sonra sisin içinde, uzakta bir şey belirdi. Bu, büyük bir şehrin sınırı gibi ufka yayılmış gri bir çizgiydi.

An Zhe, "Onu görür gibiyim sanki." dedi.

Bu Lu Feng'in bahsettiği şehir harabesi olsa gerekti.

Lu Feng, "Ben de gördüm," dedi.

"Harabelerde yiyecek ve su bulabilir miyiz?" diye sordu An Zhe.

"Evet."

"Sahiden mi?"

Lu Feng müstehzi bir ifadeyle, "Sık sık harabelerde kalırım." dedi.

"...Ah."

Albay Lu, uçurumda bile istediği gibi gelip giden biriydi.

Yine de açlıktan ölmeyecek olmaları mutlu olunacak bir şeydi. Biraz daha hafif adımlar atarak Lu Feng'in önüne geçti.

O anda ayaklarının altındaki zemin aniden yumuşadı!

Sonra da battı.

Tüm vücudu aşağıya doğru düştü.

An Zhe: "!!!"

Kalbi deli gibi atıyordu, o kadar korkmuştu ki neredeyse miselyum şeklini alacaktı. Sonra bir ışık parladı ve sol kolundan ağır bir güç geldi. Lu Feng onu sıkıca tutmuştu. An Zhe havada asılı kaldığında rahatladı. Sonra Lu Feng tarafından yukarı çekildi. Bacağı iyi durumdaydı ama kolu şiddetle acımaya başlamıştı. Derin bir nefes aldı. Lu Feng elini uzatıp omzundan bileğine kadar yokladı. "Kırık değil."

An Zhe ön tarafa baktı.

Üç metre derinliğinde, üzeri kırılgan ve ince tahtalarla kaplı, kumla örtülü, bakınca çevresinden ayırt edilemeyen ama üzerine basıldığı anda içine düşülen uğursuz bir çukur vardı.

An Zhe bunun tuhaf olduğunu düşündü.

Lu Feng'in de hafifçe kaşlarını çattığını gördü.

"Tuzak yeni yapılmış." dedi Lu Feng.

Bu yerde önce insan kemikleri ortaya çıkmıştı ve şimdi de insan yapımı bir tuzak vardı. Vahşi doğada yaşayan biri mi vardı?

Lu Feng aniden belli bir yere doğru baktı. "Kim o?"

Yerden yükselen bir tümsek vardı. Tepelerin arasında sıradan görünüyordu ve Lu Feng konuştuktan sonra hiçbir yanıt gelmemişti. Yine de Lu Feng silahını çıkardı ve alçak sesle "Dışarı çıkın." diye emretti.

Hiç hareket yoktu.

10 saniye, 20 saniye, yarım dakika.

Sonra oradan bir hışırtı sesi geldi ve bunu donuk bir gıcırtı izledi. An Zhe izlerken tümseğin üzerindeki toprak hışırdayarak yere döküldü ve kapak gibi bir şey açıldı. İçinden bir figür sürünerek çıktı. An Zhe önce bunun bir köstebek olduğunu düşündü fakat iyice baktığında aslında bir insan olduğunu gördü -yaşayan bir insandı, mutasyon eğilimi göremiyordu. Üzerinde, kemiklerin yanındaki giysilere benzeyen eski püskü kot giysiler vardı.

Cılız bir çocuktu, güneş ışığından yoksun kaldığı için teni solgundu, yanaklarına dağılmış bazı çiller vardı.

Dışarı çıktı ve tamamen şaşkın gibi görünerek yan tarafa baktı.

An Zhe de sessizce ona baktı.

Çocuk kekeleyerek "Siz... siz... insan mısınız?" diyene kadar tam iki dakika geçti.

Kelimeleri acemice ve telaffuzu çok tuhaftı. Üsteki insanların genel ses tonundan farklıydı.

Lu Feng, "Önce bizi buradan çıkar." dedi.

Çocuk gözlerini dikmiş onlara bakıyordu, elleri titreyerek birkaç kez sallandı. Sonra çabucak onlara doğru koştu. "Bir dakika bekleyin!"

Önden giderek ikisini birçok dönemeçten geçirdi ve yürürken kekeledi. "Özür... Özür dilerim, korkuyorduk... yaratıkların yaklaşmasından korkuyorduk ve birçok... tuzak kazdık. Buradan geçemeyecekler ve biz... biz gözlemleyebiliriz... kimsenin... kimsenin gelmesini beklemiyorduk. Sen... iyi misin?

Onun pişmanlık içinde başını öne eğdiğini gören An Zhe ona "Bir şeyim yok." dedi.

Tümseğin yanına ulaşan çocuk bir tür aleti itti ve takırdayan bir sesle ağır bir demir ızgara kapı açılarak karanlık bir delik ortaya çıktı.

"Siz... siz yeryüzünden misiniz?" Çocuk aniden bir şeye tepki verir gibi olarak onlara döndü. Önce Lu Feng'e baktı ama Lu Feng'in boş ifadesinden korkmuş görünüyordu. Böylece hemen An Zhe'ye döndü.

An Zhe, "Evet." dedi.

"Ben..." Çocuk soluk soluğa kaldı, yüzü heyecandan kızarmıştı. Eğer yarım metre uzakta olmasaydı An Zhe çocuğun çarpan kalbini duyabileceğinden şüpheleniyordu.

An Zhe, "İyi misin?" diye sordu.

"Ben..." Çocuk sonunda olanlara tepki veriyor gibi görünüyordu, nefesi kesilmişti.

"Merhaba." Ağzını açan Lu Feng oldu. "Kuzey Üssü Yargı Mahkemesi'nden geliyorum. Yardıma ihtiyacınız var mı?"

"Bizim... yardıma ihtiyacımız var." Çocuğun gözleri sabah güneşininki gibi bir ışıltıyla parladı ve arkasını dönüp tünele girdi. "Büyükbaba!" diye bağırarak daha derine koştu.

Onun ardından Lu Feng ve An Zhe de demir ızgaralı kapı kapandıktan sonra serin ve karanlık olan derin, kıvrımlı tünele girdiler. Ancak ileride belli belirsiz bir ışık parlaması vardı. Ayaklarının altındaki yolu göremeyen An Zhe dikkatlice duvara tutundu. Sonra Lu Feng bileğini tuttu ve onu ileriye doğru götürdü.

Aşağıya doğru inen dik bir merdivendi ve düşmesi kolaydı. Yaklaşık yüz metrelik bir inişten ve bir dönüşten sonra biraz daha genişledi, gaz lambaları duvarlarda soluk beyaz bir ışık yayıyordu. Aydınlanan dar mağaranın ilerilerine bakıldığında sonsuz bir derinlik görünüyor, ayak sesleri sürekli yankılar yaratıyordu.

Lu Feng, "Burayı sen mi kazdın?" diye sordu.

"Hayır." diye yanıtladı çocuk. "Burası uzun zaman önce bir maden ocağıydı. Birçoğumuz burada saklanıyorduk."

Lu Feng çocuğu sorgulamaya devam etti. "Burada kaç kişi var? Ne kadar zamandır burada yaşıyorsunuz?"

"Bilmiyorum," dedi çocuk başını hafifçe eğerek, "doğduğumdan beri buradayım ve... pek çok insan öldü. Amcamlar da gitti, şimdi burada sadece ben ve büyükbabam varız."

An Zhe çocuğun bahsettiği "büyükbabanın" bulunduğu yere girmeden önce ölümün eşiğindeki bir hayvanın göğüs boşluğundan gelen sese benzeyen ağır bir nefes sesi duydu.

An Zhe yaklaştığında on metre karelik bir oyuk, bir metreden daha az genişlikte bir tel yatak ve yatakta beyaz saçlı yaşlı bir adamın yattığını gördü; vücudu grimsi sarı battaniyelerle örtülüydü, yanakları çökmüş, gözleri bulutluydu, sanki büyük bir acı çekiyormuşçasına titriyordu. Yatağın yanına geldiklerinde bile tepki vermemişti.

"Hasta." dedi çocuk.

Bunu söyleyerek yatağın kenarına oturdu, büyükbabasının elini tuttu ve yüksek sesle, "Büyükbaba, dışarıdaki insanlar bizim için geldi! Üsten geldiklerini söylüyorlar, gerçekten de bir üs var!" dedi.

Yaşlı adamın aklı artık başında değildi, onun sözlerindeki coşkudan hiç etkilenmemişti. Aksine şaşkınlıkla kaşlarını çattı ve sanki onun saçmalıklarından kaçmaya çalışır gibi başını eğdi.

"İnsanların çok olduğu bir yere gidebiliriz!" Çocuk buna alışkın görünüyordu, yaşlı adamın olumsuz tavrından etkilenmemişti. Aksine, ses tonu daha da heyecanlı hale gelmişti.

Tam o sırada yaşlı adamın kuru ağzı hareket etti ve belli belirsiz birkaç hece çıkardı.

"Ne?" diye sordu torunu.

Yaşlı adamın dudakları açılıp kapanırken ve o birkaç heceyi tekrarlarken An Zhe de dikkatle dinledi.

"Zamanı..." Boğazı kısılmıştı, ağzından hava sızıyordu, sesi çatlayan bir rüzgâr gibiydi. "Zamanı... neredeyse geldi."

Çocuk özür dileyerek Lu Feng ve An Zhe'ye döndü. "Büyükbabam hep böyle söylüyor, çok hasta olduğunu ve ölmek üzere olduğunu düşünüyor."

Sonra tekrar yaşlı adama döndü. "Hadi insanların olduğu yere gidelim. Orada ilaç olmalı."

Ancak yaşlı adam dönüp dolaşıp aynı şeyi söylemeye devam edince vazgeçmek zorunda kaldı. Onlar ayrılırken bile yaşlı adam "Zamanı neredeyse geldi." diye mırıldanmaya devam ediyordu. Bu sözler An Zhe'ye tanıdık geliyordu ama daha önce nerede duyduğunu hatırlayamıyordu.

Çocuk daha sonra onları dört yönlü bir caddenin merkezi gibi, kararmış üç mağara çatalına bağlı, biraz daha geniş kare bir odaya götürdü. Engebeli duvarlarda madenin yol haritası ve sararmış kağıtlara yazılmış çalışma notları, odanın ortasında küçük dört köşeli bir masa ve yanında aşırı nem nedeniyle derileri aşınmış iki eski kanepe vardı.

Lu Feng çocukla konuştu.

Çocuğun adı Xi Bei'ydi. Söylediklerine göre eşi benzeri görülmemiş bir felaket yaşandığında maden çökmüştü. Ancak radyasyon toprağa nüfuz etmemiş, bu yüzden içerideki bazı insanlar hayatta kalmış ve bugünlere kadar gelmişlerdi. Yaşamak için gerekli malzemeleri toplamak için yakındaki harabelere gidiyorlar ve dışarıdaki yaratıklar tarafından öldürülüp yeniyorlardı. Annesinin tek çocuğuydu. Başlangıçta düzinelerce insan vardı ama şimdi sadece o, büyükbabası ve birkaç amcası birbirlerine muhtaç kalmışlardı.

"Herkesin mutlaka ölmüş olması gerekmediğini, bir yerlerde yeni bir şehir inşa etmiş olması gerektiğini biliyordum. Ama sizi bulamadık, büyükbabam madenden başka bir çıkış bulduğumuzda dışarıdakilerin çoktan değiştiğini ve yaşayan tek bir kişinin bile kalmadığını söylemişti."

"Telsiz sinyal alamıyordu, dışarısı yaratıklarla doluydu ve dışarı çıkamıyorduk, bu yüzden burada kalmak zorundaydık. Yine de başkalarının da olması gerektiğinden emindik." Xi Bei'nin sesi heyecanla titrerken duvarlardan birindeki bölmeden yıpranmış ince bir kitap çıkardı.

"İki yıl önce dışarıda bir araba bulduk. Arabanın içinde ölü bir insanın yanı sıra bir de bu kitap vardı. Dışarıda insanlar olduğunu böyle anladım. Ben... sizi bekliyordum. Biz... yoldaşlarım sürekli arıyor ve kurtuluş için dua ediyordu." Gözlerinde umutla Lu Feng'e baktı.

Lu Feng'in sesi biraz daha kısıktı. "Üs sizi ağırlayacaktır."

Bu sırada An Zhe ince kitapçığa uzandı. Gaz lambasının loş ışığının aydınlattığı kapakta yazan başlık Üssün Aylık Dergisi idi. Bu üç kelime zihninde saklanan bazı anı parçalarına dokundu. Üsteki insanların yayımladığı bir kitapçıktı.

Bu kitapçık uzaktaki insan üssünde üretilmiş, paralı askerler ya da ordudakiler tarafından pornografik hikayeler ve silah çizimleri için satın alınmıştı. Üsten ayrılan zırhlı bir araca bindirilmiş ve uzun bir mesafeden sonra sonsuza dek vahşi doğaya terk edilmişti. Daha sonra Çöl Çağı'nın ardından hayatta kalanlar onu aracın enkazından çıkarmış ve uzaklardaki insan vatanını temsil ettiğini bilerek yanlarında tutmuşlardı.

Sararmış başlık sayfasının üzerinde 'Parlak bir geleceğimiz olsun.' diye bir satır vardı. An Zhe sayfayı çevirdiğinde içindekiler bölümüyle karşılaştı.

An Zhe'nin sayfayı çeviren eli aniden titredi. Gözleri içindekiler bölümündeki son derece basit iki kelimeden oluşan bir satırda durdu.

Kış Günü

Üç noktalar kağıdın sağ kenarına kadar uzanıyordu ve sonunda yazarın adını gösteren iki kelime daha vardı.

An Ze.

An Zhe'nin nefes alış verişi kısa bir süreliğine durdu ve hemen ardından Kış Günü'nün peşindeki satırı gördü. Adı 2059'da Bir Gün idi.

2059 tarihin uzak bir dönemiydi, bu sebeple adı belli bir şeyi çağrıştırıyordu; bir tarih makalesiydi.

Yazarın adı Şair idi.

Bu iki isim sayfada sessizce yan yana duruyordu.

An Zhe'nin parmakları kağıdın üzerine düştü, bir zamanlar sarmaşıklarla dolu o mağarada An Ze'nin omzunu tutan ve bir zamanlar karanlık bir araçta Şair tarafından kavranan parmaklar şimdi bu iki adamın isimlerinin üzerinde usulca geziniyordu. Figürleri An Zhe'nin zihninde bir kez daha canlanmıştı. Sayfayı çevirdi - iki sayfa yan yanaydı. Kış Günü, kar tanelerinin ikmal istasyonu meydanına düştüğü ve An Ze'nin karın bembeyaz güvercinlerin kanatları gibi yumuşak olduğunu belirttiği bir kış günü hakkında kısa bir şiirdi.

An Zhe onun sesindeki tüm ayrıntıları hatırlayabiliyordu, An Ze'nin kendisine anlattığını duyuyor gibiydi. Sanki An Ze kısa bir anlığına hayata geri dönmüştü, Şair yüzünde bir gülümsemeyle tekrar karşısına dikilmişti ve ona üssün tarihini anlatıyordu - bu dünyada hâlâ onlardan geriye kalan kayıtlar vardı.

An Zhe'nin gözleri buğulandı, açıkçası uzun zamandır bu iki insanı düşünmemişti ama yine de figürleri sanki tam karşısındalarmış gibi canlıydı. Tıpkı Xi Bei adındaki çocuğun aniden bir insan üssünden gelen bir ziyaretçiyle karşılaşması gibi, onlarla yeniden bir araya gelmişti.

"Aslında burada iki amca vardı ama yiyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıktılar ve bir günden fazladır dönmediler. Sanırım..." Xi Bei başını öne eğdi. "Sanırım... geri dönemeyebilirler."

"Üzgünüm, geç kaldım." diye özür diledi Lu Feng.

"Hayır!" Xi Bei başını sertçe salladı ve Lu Feng'e sırıtarak boğuk bir sesle konuştu. "Dışarıda yaratıklar var, sen de zor durumda olmalısın. Burada olmanıza bile... zaten çok minnettarım. Bu dünyada başka insanlar da var ve bizim bir vatanımız var. Bu... güzel."

Gaz lambasının ışığı, parlak ve heyecanlı bir kıvılcımın olduğu siyah gözlerine yansıdı. Xi Bei'nin yüzündeki ince ifadeyle birleştiğinde saf ve hüzünlü bir neşe ortaya çıkıyordu.

An Zhe sessizce Xi Bei'nin yüzüne baktı, bunun hiçbir zaman anlayamayacağı bir duygu olduğunu biliyordu. Başını eğerek aylık derginin sararmış sayfalarına baktı, An Ze'nin sesi ve gülümsemesi bir kere daha gözlerinin önünde canlandı.

An Zhe'nin gözleri nemlendi. Daha birkaç saat önce insanların iradelerini sağlam tutmak için gösterdikleri tüm çabaları görmezden geliyor ve kendisinin de bir heterogenez olacağı gün geldiğinde Lu Feng'den hoşlanmayacağını düşünüyordu. Ancak bu düşünce şimdi burada biraz sarsılmıştı.

'İnsan insandır,' diye düşündü. Üssün umutsuz durumda olduğunu, insanlığın yolun sonuna vardığını biliyordu.

Ama doğrusu, tarihe kazınmışlardı.


Sonraki Bölüm