Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 66: Her nasılsa karşılaştığım kişi sendin.

 

        Son gördüğü şey Lu Feng'in yüzüydü. Albay'ın yüzünde daha önce hiç bu kadar çaresiz bir ifade görmemişti. Bir şeyler söylemek istemiş ama becerememişti.

        Gözlerinin önünü karanlık bürümüştü, vücudu bomboştu.

        Yavaşça, vücudunun içinde bir şey kırıldı.

        Çok acı vericiydi.

        Sonra tekrarı geldi.

        Ne olduğunu anlamak için uğraş verdi. Nihayet bilinci boşlukta bir ışık noktası bulur gibi oldu, neler olup bittiğini gördü.

        İnce, bembeyaz olan, gittikçe uzayarak neredeyse saydam bir hale gelen iplik o kadar kırılgandı ki, endişe vericiydi.

        Koptu.

        İğne batmış gibi keskin bir acıyla koptu.

        Sporuydu.

        Vücudundaki miselyum, sporunun bütün miselyumu ile bağlıydı. Şimdi teker teker kopuyordu. Bunu kendisi yapmıyordu, sporu kendi isteğiyle ayrılıyordu - hayır, böyle değildi.

        Onları ayıran olgunluk zamanıydı, yaşam içgüdülerinin gücüydü.

        An Zhe'nin buna engel olmak için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bir mantar ile sporunun birbirlerine karşı derin hisleri olduğunu söylemek mümkün değildi, aralarındaki ilişki bir insan ebeveyn ile çocuğununki gibi değildi. Yine de sporunun onu bu kadar çabuk terk etmesini istemiyordu. Dışarısı hâlâ çok tehlikeliydi, sporu onu terk eder de bir şeyle -özellikle de Lu Feng ile- karşılaşırsa gencecikken ölecekti.

        Ne var ki tüm duyularını kaybetmişti, hiçbir şey söyleyemiyor, sadece içindeki spora umutsuzca konuşmak elinden geliyordu.

        Dışarı çıkma. Sakın dışarı çıkma. Bu çok tehlikeli.

        Sadece üç miselyum kaldığında ölüm korkusu zirveye ulaştı.

        Çıkma dışarı, yalvarırım.

        Gözlerini açtığında soğuk terler akıtır haldeydi.

        Tavan gözlerinin önündeydi, ağır ağır gözlerini kırpıştırdı. Bir an sonra içi kıpırdandı.

        Hâlâ oradaydı.

        Vücudundaki sporu hâlâ hissedebiliyordu, üç miselyum ipçiği sallanıyor, sanki sonunda yalvarışlarını kederli bir uysallıkla dinlemeye karar vermiş gibi onu çekiştiriyordu.

        Hemen peşinden kulağında doktorun sesini duyunca şaşırdı, önce üsse geri döndüğünü düşünerek dalıp gitti, sonra bu sesin iletişim cihazından geldiğini fark etti.

        O bozuk bakır tel dizisini düzelttikten sonra Lu Feng gerçekten de üsle bağlantı kurmuştu. Bu yanlış olsa da An Zhe hüsrana uğradığını hissetti. 

        "...Sana kesin olarak söyleyebilirim ki insanlığın sonu gelecek." Doktorun karamsar tonu iletişim cihazından geldiğinde An Zhe kıpırdandı. Lu Feng'in kollarında ceketi üzerine örtülmüş halde yattığını, Lu Feng'in onun uyandığını gördüğünü fark etti.

        Bir şeyler söylemek ister gibiydi ki An Zhe ona bir bakışla görüşmeye devam etmeye odaklanmasını söyledi, ardından zayıf halde alnını Lu Feng'in göğsüne yasladı.

        "Bu öngörülebilir bir felaket bile değil, kitlesel bir yok oluş. Söyleyebilirim ki bu tüm canlıların, tüm cansızların, tüm dünyadaki tüm fiziksel yasaların toptan yok oluşu."

        Lu Feng ona, "Maddelerin birleştiğini gördüm." dedi.

        "Buna birleşme denmiyor. En son tanımımız bozulma, mikroskobik düzeyde bütünün bozulması. Bir silikon atomunun mikroskop altında bilmediğimiz bir şeye dönüştüğünü biliyor muydun? Bu genetik bir kirlenme değil, kuantum düzeyinde bir değişim, asla gözlemleyemeyeceğimiz bir şey. Belirsizlik ilkesine göre hiçbir şekilde bunun üstesinden gelemeyiz. Teknoloji ne kadar gelişmiş olursa olsun, yalnızca ölümü kabul edebiliriz." dedi doktor. "Ben... şu anda tek bildiğimiz manyetik alanın Dünya'yı bu değişimden koruduğu ve iki üssün manyetik alanın gücünü artırmasından sonra sapmanın şimdilik durduğu. Ama biliyorsun ya, işler her zaman daha kötüye gidiyor."

        Sanki gerginlik onu gevezeliğe itiyormuş gibiydi. "Eskiden sadece ciddi şekilde yaralandığımızda enfekte olabiliyorduk, sonra hafif yaralandığımızda, sonra sadece dokunarak ve son olarak dokunmayarak enfekte olabiliyoruz. Ben bunun olabilecek en kötüsü olduğunu düşünüyordum, ama ne oldu? Dünyanın temel yapısı kargaşa içinde ve bu açıkça kademeli bir yoğunlaşma süreci. Dünya giderek daha kaotik hale geliyor. Şimdilik manyetik alanlarımız bunu geçici olarak engelleyebilir, peki ya sonra? İnsan yapımı manyetik alanların en yüksek gücünün bile bunu engelleyemediği zaman ne olacak? Manyetik alanımızın en yüksek gücü 9. seviyeydi, şimdi 7. seviyede, sona yaklaşıyor. Yarın, öbür gün, en geç altı ay sonra yapay manyetik kutuplarımız sapmalar nedeniyle zarar görecek."

        "Üs geri dönmeni istiyor ama gerçekten, hayatının geri kalanını geçirecek bir yer bulmak istiyorsan seni durdurmayacağım." dedi doktor. "Neredeyse bitti her şey."

        "Anladım." dedi Lu Feng.

        "Eğer An Zhe'yi bulamadıysan onu aramana gerek yok. Bırak gitsin, kendini de bırak ve keyfince yaşa, nasıl olsa öleceksin." dedi doktor. "Numuneyi geri getirsen bile sonuçları inceleyemeyiz. Bu bilimin yapabileceği bir şey değil, yine de üs son umut ışığı için savaşmak istiyor."

        Bir duraksamadan sonra doktor devam etti. "Üzgünüm, iyi değilim, üssün karamsarlığı bana da bulaştı. Söylediklerime kulak asma, numune geri gelmeli. Bu numune enfeksiyon söz konusu olduğunda etkisiz kaldığına göre bozulmaya karşı da etkisiz olabilir. Bu son çare, son umut, ya orada ölürsün ya da onu geri getirirsin. Bununla birlikte An Zhe'nin son anda aniden ortadan kaybolmasına bakılırsa çok korkutucu bir heterogenez sınıfından olabilir, dikkatli olmalısın."

        Doktorun kendini küçümseyen tonu ve gücüne dair yanlış tahmini An Zhe'nin dudaklarında bir gülümsemeye neden oldu. Fakat aynı zamanda üssün hâlâ sporuna takıntılı olduğunu da anladı.

        Lu Feng doktora "İyice dinlen." dedi. "Birleşik Cephe Merkezi'ne koordinatları gönderdim."

        İletişim cihazı kapandı.

        Lu Feng An Zhe'ye baktı.

        "İyi misin?" diye sordu.

        "İyiyim." dedi An Zhe.

        Lu Feng "Az önce ne oldu?" diye sordu.

        An Zhe başını salladı.

        "Sen de mi bilmiyorsun?"

        An Zhe fısıldadı. "Hayır."

        "Sana söyleyemem." dedi.

        Birden Lu Feng'in gözlerinin çok soğuk ve korkutucu olduğunu fark etti.

        "Hm." Lu Feng'in parmakları An Zhe'nin saçlarında nazikçe gezindi, sesi kısıktı. "Yani bana numunenin nerede olduğunu da söyleyemezsin."

        An Zhe başını öne eğdi. Sporu hakkında söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. Geçmişte de böyleydi, şimdi de.

        Bu dünyada huzur dolu zamanlar baloncuklar gibiydi - bir yanılsama. Bir rüya son bulmuştu sanki, o ve Lu Feng birkaç gün öncesine dönmüştü nihayet.

        Yargıç ile heterogenez, av peşindeki ile firari. Sporu teslim etmeyecek, Lu Feng de gitmesine izin vermeyecekti.

        Lu Feng'in gözlerinin içine bakmak istemedi, sadece konuyu değiştirebilirdi. "Üssün durumu şu anda kötü mü?"

        "Hm."

        "Öyleyse geri mi döneceksin?"

        "Geri döneceğim." dedi Lu Feng.

        "Ama doktor... hiç umut olmadığını söyledi." diye fısıldadı.

        Sonra sözlerinin aptallığını fark etti, üs yakında yok olacak da olsa Lu Feng'in geri dönmemesi mümkün değildi.

        Uzun bir sessizliğin ardından Lu Feng, "Ben üssün bir üyesiyim." dedi.

        An Zhe dudaklarını büzdü. Lu Feng üsse aitti, tıpkı onun uçuruma ait olduğu gibi. Barış içinde bir arada yaşamaları imkânsızdı. An Zhe sporun yerini söylemeyi reddederken Lu Feng koordinatları Birleşik Cephe Merkezi'ne çoktan göndermişti. Bundan sonra başına neler geleceğini tahmin etmek onun için zor değildi.

        Gözlerini Lu Feng'e dikti. Dışarıda yağan yağmur sebebiyle ışık loştu. Lu Feng'i ne görebiliyor ne de anlayabiliyordu.

        Dünya değişiyor ve daha da çılgınlaşıyordu. Doktor bile bunun insanlar için son olduğunu söylemişti. İnsanlığın yok oluşundan önceki bu son anda Lu Feng ne düşünüyordu? An Zhe bilmiyordu. Sessizce Lu Feng'i izliyordu.

        "Bazen düşünüyorum da, eğer üs benin yaşadığım süre içinde yok olursa," dedi Lu Feng alçak bir sesle, "daha önce yaptığım her şey..."

        Durakladı, devam etmedi; ruh hali suda hızla durulan küçük bir dalgalanma gibiydi.

        "Bir mucize olabilir." An Zhe sadece bu sözleri söyledi nazikçe; Lu Feng'i teselli etmek için aklına gelen tek şey buydu.

        Lu Feng ona baktı. "Sence bu mümkün mü?"

        "Mümkün. Sanki... dünya büyük bir yermiş gibi ama senin uçağın tam yanıma düştü." dedi An Zhe. "Öyle olmasaydı ölmüş olurdun."

        Lu Feng ölmüş olsaydı şu anda insan şehrinde An Zhe olmayacak, her şey farklı olacaktı.

        Fakat Lu Feng'in sadece ona baktığını gördü. An Zhe onun kollarında yatıyor, Lu Feng ona bakıyordu - küçümseyerek, o sıcaklıktan yoksun yeşil gözlerinde sadece ince bir soğuk ürpertiyle. "Dünyanın ne kadar büyük olduğunu biliyor musun?"

        An Zhe bunun üzerine düşündü. Sınırlı hafızasında çok fazla seyahat etmemiş, çok fazla şey görmemişti. O sadece hareketsiz bir mantardı. Yine de dünya çok büyük olsa gerekti, yani Lu Feng'in uçağının yanına düşmesine bir mucize denebilirdi.

        Böylece yavaşça başını yukarı aşağı salladı.

        Lu Feng'i mutlu etmek istiyordu ama Lu Feng şu an çok korkutucu görünüyordu. Lu Feng'in ifadesiz profiline bakan An Zhe ürpermekten kendini alamadı.

        "Bilmiyorsun." Lu Feng'in sesi soğuktu. "Senin yanına tesadüfen düşmedim. Böyle olmasının sebebi aslında seni yakalamak için yola çıkmamdı."

        "Hayır." An Zhe bu bakışlara dayanamayarak gitmek istediyse de Lu Feng onu kollarından tutmuştu. Boğuk bir sesle mırıldandı. "O gün birçok uçak vardı. Arıları öldürmeye çıkmıştın. Tesadüfen... tesadüfen benimle karşılaştın ve beni yakalamak istedin."

        "Çoktan öldürdüm." Lu Feng'in sesi sakindi.

        An Zhe'nin gözleri kocaman oldu.

        Titredi. "...Kimi?"

        "Onu." dedi Lu Feng.

        An Zhe sadece tek bir hece duydu. Bu zamirin kız mı yoksa erkek mi olduğunu bilmiyordu. Fakat bu hece Lu Feng'in ağzından çıktıysa tek bir olasılık vardı. 

        Bayan Lu.

        Bayan Lu'yu kendi elleriyle öldürmüştü.

        An Zhe zar zor nefes alabiliyordu, göğsü birkaç kez sertçe inip kalktı.

        Lu Feng ona baktı. Parmakları An Zhe'nin boynunun yan tarafına uzandı. İşaret ve orta parmakları bir araya gelerek kırılgan, sıcak şahdamarına bastırdı. Sesinde en ufak bir duygusal iniş çıkış belirtisi olmadan, "Son görevim seni öldürmek, iletişim cihazından gelen emri duymadın mı?" dedi.

        Duymuştu An Zhe.

        Çimdiklenmiş boynu biraz acıyordu. Lu Feng'in bileğini uzaklaştırmak için bir elini uzattı fakat bu kişiyi itemedi. Boğazı düğümlenerek konuştu. "Ama dünya... dünya çok büyük. Nerede olduğumu bilemezsin."

        Lu Feng gözlerini An Zhe'ye dikti.

        Kollarında tuttuğu An Zhe çok küçüktü. Doktor An Zhe'nin bir anda üsten kaçabilmesine bakılırsa anormal derecede güçlü olması gerektiğini söylemişti fakat Lu Feng onu tanıyordu. An Zhe o kadar kırılgan ve o kadar küçüktü ki herhangi biri ona hem fiziksel hem de zihinsel olarak zarar verebilirmiş gibiydi.

        Lu Feng onun ne söylediğini duymadı, sadece gözlerinin kırmızı olduğunu gördü, sanki umutsuzca bunun bir kaza, bir tesadüf olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu, sanki kendini bir şeye inandırmak için çok uğraşıyordu ve bunu yaparak onu mazur gösteriyordu.

        Üniformasının cebine uzanarak bir şey çıkardı.

        Başparmağı uzunluğunda ince bir cam şişe, içi açık yeşil bir sıvıyla dolu, ortasında bir barkod ve bir dizi rakamın basılı olduğu bir etiket vardı.

        An Zhe bu şeye baktı, "Bu nedir?" diye sordu.

        Lu Feng hafifçe, "Bir takip serumu." diye cevap verdi.

        An Zhe bu ismi daha önce duymuştu. Lily'nin bir keresinde kendisine bir takip serumu verildiğini söylediğini hatırladı. İnsan isimleri her zaman kısa ve özdü, ismi duyar duymaz serumun ne için kullanıldığını anlamıştı.

        "Deniz Feneri, takip serumunun kendisinin özel frekanslı bir darbe dalgasıyla ışınlanmasıyla karakteristik bir frekans kazandığını söylüyor. Işınlanmış takip serumu iki parçaya ayrılıyor, biri vücuda enjekte ediliyor, diğeri ise saklanıyor. Saklanan takip serumunun çözümleyiciye enjekte edilmesi, aynı frekanstaki takip serumunun yönünü gösterir." dedi Lu Feng. "Ne kadar uzak olursa olsun."

        An Zhe parmaklarını küçük, soğuk tüpe yaklaştırdı ve elinde tuttu.

        "Bana bir takip serumu mu verdin?" Sesi hafifçe titredi. "Bunu ne zaman yaptın? Ben... Ben bilmiyordum."

        O anda aklından bir düşünce geçti.

        Sesi daha da alçaldı, boğazı o kadar ağrıyordu ki zar zor konuşabiliyordu. "Uzun zamandır bir heterogenez olduğumdan mı şüpheleniyordun?"

        "Tüm yargılama kriterlerini geçtin, bu yüzden seni öldürmedim." Lu Feng'in sesi daha da soğuklaştı, An Zhe'nin parmaklarını açıp takip serumunu alarak cebine geri koydu. "Ancak üssün güvenliğinden sorumlu olmalıyım."

        An Zhe ona boş boş baktı, gözünün kenarından bir damla yaş süzüldü. Lu Feng'in gözyaşını sileceğini düşündü fakat Lu Feng silmedi. Yaş izi yanağında sessizce soğudu. Lu Feng'in sözleri çok az olsa da nasıl bir adam olduğunu göstermeye yetiyordu. Kraliçe arı olan Bayan Lu'yu hiç acımadan öldürmüştü.

        Albay'ın nasıl biri olduğunu ilk günden beri biliyordu. Belki de Lu Feng'in son birkaç gündür ona gösterdiği nezaket sadece geçici bir yanılsamaydı.

        Üsle yeniden iletişim kurduktan sonra Lu Feng'in kendisine özel davranacağını, gitmesine izin vereceğine dair güveni nereden almıştı?

        Lu Feng kollarındaki An Zhe'nin kirpiklerinin yavaş yavaş inmesini, sonunda göğsüne yaslanıp gözlerini kapatmasını seyretti. Bu küçük heterogenezin gözlerindeki yumuşak, sulu ışık da örtülmüştü. Kalbi kırılmış gibi görünüyor, diye düşündü Lu Feng An Zhe'ye yaptıklarını açık açık anlattıktan sonra.

        Tıpkı öldürdüğü tüm insanlar gibi.

        An Zhe'nin gözleri tekrar açıldı. Başını kaldırıp ona baktı. Sesi o kadar kısıktı ki Lu Feng duyabilmek için ona yaklaşmak zorunda kalmıştı.

        "Bayan Lu bir kraliçe arıya dönüştüğünde insani akıl sağlığını tamamen kaybetmişti." dedi. "Bana... üsten nefret etmediğini, sadece yeni bir yaşam biçimini deneyimlemek istediğini, senden nefret etmediğini söylemişti."

        Ölüm sessizliği içinde Lu Feng konuşmadı. Zaman geçti, An Zhe elini uzatıp Lu Feng'in hâlâ hayatta olduğunu teyit etmek için yanağına dokunduğunda Lu Feng'in ince, soğuk dudaklarının yavaşça yukarı kıvrıldığını gördü.

        Sesi çok hafif ama kesindi.

        "Benden nefret ediyor."

        An Zhe onun gözlerinin içine baktı.

        Bayan Lu, Lu Feng'in asla istediğini elde edemeyeceğini, iyi bir şekilde ölmeyeceğini ve sonunda delireceğini söylemişti.

        "Neden?" diye sordu An Zhe.

        "Ben doğduktan sonra babamla olan ilişkisi üs tarafından keşfedildi ve artık onu istediği gibi göremez oldu. Babamı öldürdüm, çocuklarının çoğunu öldürdüm, en küçük kızı onun yardımıyla İrem Bağı'ndan kaçtığında yine benimle karşılaştı. Aslında Lily ile karşılaştığımız gün o yerin tam karşısında, onunla buluşmaya gelen arkadaşı duruyordu."

        Lu Feng'in bu kadar uzun cümleler kurması ender rastlanan bir durumdu. An Zhe uzun zaman önce onun söylediği her kelimeyi dikkatle dinlemeye alışmıştı; Lu Feng nihayet sözlerini bitirdiğinde neredeyse nefessiz kalmıştı.

        Sessizlik üç saniye sürdü.

        "Hayatta onu mutlu eden çok az şey vardı ve hepsi benim yüzümden mahvoldu." dedi Lu Feng. "Üsteki herkes gibi o da benden nefret ediyordu."

        Ona bakan An Zhe ağzını açtı.

        Artık ne söylemek istediğini biliyordu.

        "Senden nefret etmiyorum," dedi.

        Uzun bir sessizlik oldu.

        "Neden?" Lu Feng'in hafif boğuk sesi aniden kulaklarında çınladı.

        "Ne... Neden mi?"

        "Neden sen..." Lu Feng ona baktı. "Neden beni her zaman affedebiliyorsun?"

        An Zhe ona baktı, bu sefer gördüğü o buz gibi soğuk Lu Feng değildi.

        Albay tekrar sorarken sesinde belli belirsiz bir titreme belirdi. "Neden?"

        An Zhe bunu açıklamak istediyse de yapamadı. Ne insanların zekasına sahipti ne de onların konuştuğu dili iyi biliyordu. Bunu uzun süre düşünmek zorunda kaldı.

        "Seni anlıyorum." dedi sonunda.

        "Sen insan bile değilsin." Lu Feng'in parmakları omuzlarını kavrıyordu, gözleri hâlâ çok soğuk olsa da sesi çökmüştü. Lu Feng "Beni nasıl anlıyorsun?" diye sorarken neredeyse titriyordu.

        Bu adam sormaya mecburdu.

        Fakat An Zhe hiçbir şey söyleyemeyerek çaresizce başını salladı.

        Lu Feng tarafından adım adım çıkmaza itiliyordu, yine ağlamak istiyordu. Bu kişinin neden bu kadar kötü olduğunu ve neden her şeyi didik didik etmekten çekinmediğini bilmiyordu. An Zhe'nin kendisi bir mahkumu beraat ettirmek isteyen bir yargıç gibiyken sanık koltuğundaki mahkum yaptığı kötülükleri ağırlaştırmaya devam ediyordu - bu adam yargılanmalı, ölüm cezasına çarptırılmalıydı, kendisinden bu denli nefret edilmesini istiyordu.

        An Zhe'nin işlerin neden bu noktaya geldiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Açıkçası başlangıçta sadece üssün hayatta kalıp kalamayacağını, dünyanın çok büyük olduğunu, Lu Feng'in onun yanına düşmesinin bir mucize olup olmadığını konuşuyorlardı.

        Lu Feng hayır diyordu, tüm bunlar kasıtlıydı, kaçınılmazdı.

        Ama değildi, gerçekten değildi.

        "Her nasılsa..." Kolunu Lu Feng'e doğru kaldırdı, insan parmakları yavaşça değişti.

        Kar beyazı miselyum Lu Feng'in siyah üniformasına tırmandı, yargıcın apoletlerinin, gümüş sivri uçlarının üzerinde gezindi.

        Gözlerinden yaşlar akmaya devam ediyor, Lu Feng'in yüz ifadesini göremiyordu. Sadece Lu Feng'in kendisine sımsıkı sarıldığı elinin titrediğini, ona daha sıkı sarıldığını biliyordu.

        Lu Feng'in kendisinin uçurumda gezinen mantar olduğunu anlayacağını biliyordu, sesi boğuklaştı. "Her nasılsa karşılaştığım kişi sendin."

        Bu kadar büyük bir dünyada uçuruma Lu Feng giden Lu Feng olmuştu. Öylesine büyük olan uçurumda gezinmek için o boş ovaya gitmişti.

        Her şeyden önce karşılaşmamaları gerekiyordu.

        Hiç kimseye ya da hiçbir hayvana zarar vermemişti, sadece sporunu sessizce yetiştirmek istiyordu, bu kadar kızgın veya üzgün olmak değil.

        Neden dünyada Lu Feng gibi bir insan vardı?

        Bu insan onu öldürmek istercesine büyük bir güçle tutuyordu. An Zhe sırtını karyolanın direğine dayadı, umutsuzca çırpındı fakat çırpınmanın hiçbir etkisi olmadı. Yine de miselyum olarak kaçmak istemiyordu, zayıflık göstermek istemiyordu.

        Umutsuzca, tüm gücüyle Lu Feng'in boynunu ısırdı.

        Kan tadı ağzına dolduğu anda An Zhe donup kaldı.

        Ne yapıyorum ben? diye düşündü.

        Ancak artık hiç şansı yoktu. Lu Feng'in üstünlüğü yeniden ele geçirmesi için o tereddüt anı yeterliydi.

        Omuzları sert bir kavrayışla aşağı bastırıldı, çenesi bir el tarafından zorla kaldırılırken sırtı karyola direğine çarptı.

        Lu Feng onu şiddetle öptü.


Sonraki Bölüm