Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 84: "Bir tane daha doğur da göreyim."

 

        An Zhe bir rüyaya daldı.

        Uzun zaman önce, Lu Feng'i terk ettiği gün böyle bir rüya görmüştü.

        Bazen gündüz olup da uyandığında, muhtemelen ölmekte olan bir adamın halüsinasyonu olarak tekrar rüyalara dalardı. Polly'ye bundan bahsetmemişti, sebepsizce kan öksürmesi, yüksek ateşi ve vücudunun çeşitli yerlerindeki ağrıları Polly'yi zaten çok fazla endişelendirmişti.

        Rüyasında bedeni ikiye bölünmüştü; yarısı Yüksekova Araştırma Enstitüsü'ndeyken diğer yarısı bilmediği bir yerdeydi, ne acı vardı ne de ağır bir insan vücudu.

        Rüyasında gözleri, kulakları, koku alma duyusu ve insan bilişi yoktu, tıpkı ilk doğduğunda yağmurla ıslanmış toprağa gömülme hissi gibiydi. Mantarların kendi duyuları vardı, insan diliyle tarif edilemeyecek türden duyular.

        Lu Feng'den çok uzakta olmadığını biliyordu, bu Lu Feng'den ayrıldıktan sonra yaşadığı sanrıdan kaynaklanıyor olsa gerekti. Yine de bu onu rüyasında Lu Feng'e yaklaşmaktan alıkoymuyordu.

        Bu rüya da her zaman mutlu bir rüya değildi; bazen hava geçirmez bir kaba konuyor, soğuk bir sıvı ona eşlik ediyordu. Başlangıçta yanında Doktor Ji vardı. Sonra sürekli Polly'nin ve başka birçok insanın gelip gitmesine tanık olmuştu.

        Yapacak hiçbir şeyi yoktu, Lu Feng etrafta olduğunda onun vücuduna sarılıyordu, Lu Feng etrafta olmadığında ise sıvının içinde ıslanırken hayatı üzerine düşünürdü.

        Toprakta, yağmurlu mevsimde, kışın ve tabanda bulunmanın o uzak anıları su yüzüne çıkıyordu.

        Bazı şeyleri düşündüğünde Lu Feng'e biraz daha yaklaşıyor, Lu Feng'in parmakları miselyumunu okşuyordu. Sonunda bu kişiyle birlikte sessizce kalıp uyanmak istemiyora benziyordu. Gerçek dünyada o ve Lu Feng bunu asla yapamazdı.

        Ancak anılarını birkaç yüz kez hatırladığında artık rüya görmüyordu, uyanmayı seçti.

        Hâlâ hayatta olduğunu fark etti.

        Şimdi o güne dönüp baktığında hatırlayamıyordu, duygusal dalgalanmalar geri kalan her şeyi unutturmuştu.

        Tek hatırladığı kapının yanında durduğu, Lu Feng'in yemyeşil bahar renkleri arasından dönüp ona bakarken öylece kalakaldığı, ileri adım atamadığı ya da atmaya korktuğuydu. Çok fazla rüya görmüş, bir dokunuşuyla paramparça olan çok fazla dolunaya şahit olmuştu.

        Ta ki Lu Feng ona gelene kadar.

        Bu adam yanında yokken pek çok kez ağlamıştı. Lu Feng'i düşündüğü bazı zamanlar kalbi şiddetle titrerdi ama o anda, Lu Feng'i gerçekten gördüğünde, dudaklarının kıvrılmasına engel olamadı.

        Lu Feng'in figürüne dokunmak için uzandı, kilo mu almıştı yoksa zayıflamış mıydı anlayamadı - çok uzun zaman önceydi, bu adamı çok uzun zamandır görmemişti.

        Ancak o zaman gözünün kenarından bir damla yaş süzüldü. Elini geri çekerek boş gözlerle Lu Feng'e bakarken gelen adam tarafından kucaklandı. Başı Lu Feng'in omzuna düşerken onun parmakları yanaklarındaki yaşları sildi. An Zhe onun adını fısıldarken sesi boğuk çıkıyordu.

        "Buradayım." dedi Lu Feng.

        Laboratuvardaki insanlar Polly'nin yaşama döndürdüğü küle dönmüş kişiyi tebrik etti - nasıl olduğunu aklı almıyordu, laboratuvardaki insanlar ona genler, frekanslar ve numune gibi bir sürü terimden bahsediyordu. Tüm bunları bir sisin içinden duyuyordu, yine de insan teknolojisi her zaman şaşırtıcı olmuştu, bu yüzden öylece kabul etti.

        Simpson Kafesi'ne atlamasının üzerinden üç yıl geçmişti. 

        Dışarıdaki dünya da şaşırtıcı bir şekilde sakinleşmişti.

        O genetik kaos dönemi bir çanın çalmasıyla sona ermiş, frekansı dünyanın dört bir yanına gönderilmişti. Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğu değerlendirilemezdi, çünkü o anda tüm somut şeyler frekanstan etkilenerek istikrar kazanmıştı. Bir insan her zaman bir insan ve bir yaratık her zaman bir yaratık olacaktı. Polimorfik mutasyonlara uğrayabilirlerdi ancak çan çaldığı andan itibaren bilince hükmeden daima kişinin kendisi olacaktı.

        Bunun neden böyle olduğuna gelince, Polly'nin açıklaması, birçok deney ve karşılaştırmadan sonra, Simpson Kafesi tarafından çözülen frekansın maddenin kendisinin bir tanımına daha yakın olduğuydu.

        Örneğin, bir elma ve bir portakalla karşılaşan bir insan onların bir elma ve bir portakal olduğunu bilir ancak elmanın kendisi elma olduğunu, portakalın kendisi de portakal olduğunu bilmez. Onlar asla bilemez, sadece insanlar bilirdi.

        Tıpkı bir mantarın başlangıcını, kısa ömürlü bir ağustos böceğinin mevsimleri bilmemesi gibi, insan biyolojisi de görünümdeki hataların yüzeysel bir analizinden ibaretti ve kendisini oluşturan şeyin ne olduğunu, insan olmalarını belirleyen şeyin ne olduğunu bilemezdi. Bu, dört boyutlu varlıkların kavrayamayacağı bir sistemdi.

        Bunun dışında, Simpson Kafesi'nin temel parçacıkları analizi sayesinde gerçeğin küçük bir yansımasına kısaca göz atmışlar, doğru tanımın ipuçlarını görmüşler ve bahse değer birkaç frekansı kavramışlardı. Evrenin bu senfonisinde insanoğlu diğer canlılar tarafından en kolay bozulabilen nota olmuşken o, bir şekilde kendi bilincini kazanmış olan mantar, her şeyi kapsayan sabit frekans olmuştu. Bu istikrar yerküreye verildiğinde kısa bir barış dönemi başlamıştı.

        "Her şey olasılıkla ilgili," dedi Polly Joan, "Olasılık kaderdir ve yaşamak şanstır."

        Bunu duyduğunda An Zhe'ye Lu Feng tarafından bir dilim elma yedirilmişti.

        Yeni koparılmış elmayı ısırır ısırmaz taze, tatlı ve hafif ekşi suyunu içince An Zhe az önce söyleyeceklerini unuttu ve Lu Feng ona bir dilim daha verdi.

        "Peki ya portakal?" dedi. "Portakalın tadı nasıl?"

        Lu Feng ona sonbaharı beklemesini söyledi.

        Polly onları elma -ve gelecekte portakal- yemeye davet etti.

        Odaya dönerken An Zhe bir elmanın yarısını yemeyi bitirdi ve diğer yarısını Lu Feng'e bıraktı - Albay için dilimlemeye niyetlenmişti ama Lu Feng bıçağa dokunmasına izin vermemişti.

        An Zhe bu tür şeyler için Albay ile tartışmayacaktı. Karşısındaki kişinin Lu Feng olduğu gerçeği olmasaydı elmayı dilimlemek bile istemezdi. Uykusu gelmişti, biraz kestirme vaktiydi.

        Fakat uyuyamıyordu, eline bir tablet almış aşağı kaydırıyordu.

        Uyandığından beri geçen on gün içinde sağdan soldan topladığı bütün bilgiler bu tablette saklıydı.

        Üssün Aylık Dergisi'nin elektronik versiyonu, Doktor Ji'nin bilgisayarından kopyalanan araştırma kayıtları, Polly'nin bilgisayarından kopyalanan laboratuvar kılavuzları ve bunun gibi daha pek çok şey.

        Lu Feng onun yanına oturduğunda An Zhe elindekini göstermek istemeyerek hemen arkasını döndü.

        Lu Feng yumuşak bir kahkaha atıp elmanın kalan yarısını da dilimleyerek An Zhe'nin midesine doldurdu.

        Elma lezzetli olabilirdi ve Albay da çok iyiydi ama An Zhe bu bilgilere bakarken Lu Feng'in yanında olmasını istemiyordu. Sürekli Lu Feng'in ekranına baktığı paranoyasına kapılıyordu.

        Ancak işin nefret uyandıran kısmı uyandığında Lu Feng'in enstitüdeki eski odasını işgal ettiğini görmesiydi. Odadaki her şey ölmeden öncekiyle tamamen aynıydı ama sahibi değişmişti.

        Lu Feng'in yan odaya taşınmasını sağlamaya çalışmış fakat Lu Feng ona yüzünde hiçbir ifade olmadan "Benimle aynı odada kalmak istemiyorsan besin kapsülünde uyumaya devam edebilirsin." demişti.

        An Zhe: "..."

        Aradan üç yıl geçmişti ve bu üç yıl adamın karakterini biraz bile olsun iyileştirememişti.

        Böylece Albay ile bir oda, bir masa ve bir yatak paylaşmak zorunda kaldı.

        Sonunda, artık bilgileri okumaya devam edemeyecek kadar şüpheci ve uyumak zorunda kalacak kadar uykulu hale geldi.

        "Çok sıkıcı."

        Yatakta, o şaşkınlıkla beyaz duvarlara bakarken Lu Feng ona arkadan sarıldı.

        Albay'ın sesi buzları yeni yeni çözülen bir dere gibiydi. "Bir yerlere gitmek ister misin?"

        "İster miyim?.." An Zhe gözlerinde hafif bir dalgınlıkla duvara baktı.

        Gitmek istediği bir yer vardı.

        Üstelik bu yeri kendisinden başka sadece Lu Feng biliyordu, Polly'ye bile bundan bahsetmemişti.

        "An Ze'yi bulmak istiyorum." diye fısıldadı.

        Her şeyin başladığı o mağarada An Ze'nin iskeleti hâlâ onu bekliyordu. An Ze'ye söylemek istediği çok şey vardı.

        An Ze'nin ona söylediği her kelimeyi hatırlıyordu. An Ze kendisinin anlamsızca yaşayan bir adam olduğunu söylemişti. An Zhe An Ze'ye Kuzey Üssü'ndeki birkaç köklü değişimin hikayesini anlatmak ve ona o son çanın kaynağından bahsetmek istiyordu.

        Lu Feng ve An Ze ile karşılaşmamış olsaydı hiçbir şey olmayacaktı. Kader sayısız tesadüfün içinde yuvarlanıp gidiyordu.

        Ancak uçurum o kadar büyüktü ki onu bulamaz, kimse de onu bulmak için ona eşlik etmeye istekli olmazdı. Bu daima uzak bir dilek olmuştu.

        "Ama bulamıyorum." diye mırıldandı. "Elimden hiçbir şey gelmiyor, hatırlamıyorum."

        Lu Feng onun kulağına, "Seninle gelip onu bulacağım." diye fısıldadı.

        An Zhe'nin gözleri büyüdü.

        Her şey bir rüya gibiydi. Ertesi gün Polly ile vedalaştıktan sonra zırhlı araçları bir nakliye uçağıyla uçurumun ortasına bırakıldı. Kaptan PL1109'un pilotuydu. Onlarla vedalaşmadan önce Hubbard ve Tang Lan'ı aramayı unutmamalarını tembihledi. Enstitüdeki yaratık kuşatmasından sonra ortadan kaybolmuşlardı. Şu anda emin olabilecekleri tek şey Tang Lan'ın ağır yaralı olmasına rağmen hâlâ hayatta olduğuydu - ikisinin cesedinden de hiçbir iz yoktu.    

        "İyileşip kaybolduklarına ve sonra yumurtladıklarına dair ciddi şüphelerim var." Kaptan son bir çıkarım yaparak nakliye uçağıyla ayrıldı.

        Lu Feng zırhlı aracın kapısını açarak An Zhe'yi yanına aldı. Zemin, ayak bileklerini geçmeyen kadifemsi yeşil çimlerden oluşuyordu. An Zhe uzaklara baktı; ilkbaharın sonlarıydı, derin, zengin turkuaz yeşili göz alabildiğine uçuruma yayılıyordu. Dallar ve yapraklar açık rüzgârda yuvarlanıyor, uçan kuşların kanat sesleri uzaklarda yankılanıyordu; yine bu yere gelmişti.

        Kendisine bu yere kadar eşlik eden Lu Feng'e baktı, bu daha da beklenmedik bir şeydi.

        "Neden buraya geldin?" diye sordu.

        Lu Feng kaşlarını kaldırdı. "İsteyen sen değil miydin?"

        "Uzun zaman alacak." dedi An Zhe. "Artık insanlar için çalışmıyor musun?"

        "Yargı Mahkemesi dağıtıldı." Lu Feng ona baktı. "Eğer bir savaş olursa veya bana ihtiyaç duyulursa üsse geri dönerim."

        O soğuk yeşil gözlerde acı, nefret ya da başka bir şey yoktu; sanki bir şey kaybetmiş de rahatlamış gibiydi.

        An Zhe, Lu Feng'in omzundan düşen yumuşak bir yaprağı almak için uzandığında Lu Feng onu nazikçe kucakladı.

        "Şimdi seninle birlikte olmak istiyorum." Sessizlikte Albay'ın belli belirsiz bir sesle konuştuğunu duydu.

        "...Niye ki?" diye fısıldadı Lu Feng'in omzuna sarılıp çenesini adamın omzuna dayarken.

        Ne sorduğunu açıkça söylemediyse de Lu Feng'in bildiğini biliyordu. İkisi daima fazla bir şey söylemeye ihtiyaç duymuyor gibiydi.

        Lu Feng'den hoşlandığını biliyordu ama Lu Feng'in ondan neden hoşlandığını bilmiyordu.

        Lu Feng bir adım öne çıktı, böylece An Zhe'nin sırtı arabaya yaslandı. Lu Feng'e bakmak için başını kaldırdı.

        Gözleri üssün kapısında ilk karşılaştıklarında olduğu gibi sessiz ve berraktı.

        Lu Feng uzun süre onu izledi.

        Üç yıl boyunca sık sık o günü düşlemişti.

        O zamanlar ruhu dikenli bataklığın derinliklerinde, kontrolünü kaybetmenin eşiğindeydi. An Zhe ile bu halde tanışmıştı.

        O bir insan, bir heterogenez ve bir yaratıktı, öldürülmeyi hak ediyor ve yine öldürülmeyi hak etmiyordu, tanımlanamayan her şeydi, tüm ihtimaller arasında en çılgınıydı, kan gölündeki herkes gibiydi.

        "Neden Simpson Kafesi'ne girdin?" diye sordu aniden Lu Feng.

        An Zhe düşündü, sonra başını salladı.

        "Bilmiyorum." dedi.

        Sonra An Zhe fısıldadı: "Yani sen de bilmiyorsun."

        "Ben biliyorum." Lu Feng alnını onunkine dayadı. Yumuşak bir sesle, "Çünkü sen küçük bir mantarsın." dedi.

        Bu üstünkörü cevap An Zhe'nin hoşnutsuzlukla gözlerini kaldırmasına neden oldu, ancak o soğuk yeşil gözlerdeki tüm saklı akımları gördüğünde bakışlarının yumuşamasına engel olamadı.

        Uçurumda her şey büyüyordu.

        Aslında Polly'nin söylediği her kelimeyi hatırlıyordu.

        Tüm evren sürekli bir kargaşa içindeydi ve insan bilinci kısa bir istikrar içinde yaratılmış bir ışık parıltısıydı. Bir kitapta bir hikâye geçiyor ama kitap alevler tarafından yakılıp kül ediliyordu. Manyetik alanın frekansı soğuk hava gibiydi, o alevli ısıyla savaşıyordu. Onun frekansı ise sayfaları asbeste dönüştürüyor, böylece alevlerin içinde canlı kalmasını sağlıyordu.

        Ancak alevler hâlâ yanmaya devam ediyordu. Bilinmeyen dalgalanma ve öngörülemeyen kargaşa yine gelecekti. Belki daha yüksek sıcaklıklarda ya da tamamen garip biçimlerde.

        Belki bir sonraki saniyede, belki de on bin yıl sonra.

        Yine de...

        Yine de bunun bir önemi yoktu.

        Hepsi de beklemedikleri bir sonla karşılaşmışlardı.

        Arabaya yaslanıp Lu Feng'e gülümsedi.

        Lu Feng eğilerek An Zhe'yi gözünün kenarından öptü. Sonra diğer tarafa dönerek pusula ile navigasyon cihazının konumunu ayarlamaya başladı.

        O pusula ve navigasyon cihazıyla uğraşırken An Zhe daha öncekiyle neredeyse aynı olan bilgileri okumaya devam etti. Beş dakika sonra hepsini tamamen okuyarak kilit ekranı düğmesine tıkladı.

        Bu sırada Lu Feng de işini bitirdi.

        Güneyden geliyorlardı. Önlerinde bir göl, doğuda sık bir orman ve batıda bir bataklık vardı.

        "Nereye gideceğiz?" diye sordu Lu Feng.

        "Bilmiyorum." An Zhe'nin tavrı biraz kötümserdi.

        Lu Feng hafifçe, "Doğuya doğru," dedi.

        "Neden?"

        "Mağaranın nerede olduğunu bilmiyorum." Lu Feng navigasyon cihazını bir kenara bıraktı. "Ama seni ilk nerede gördüğümü biliyorum."

        Bunu söylemese daha iyi olurdu, konuştuğu anda An Zhe'nin ruh hali tamamen kötüleşti.

        Kaşları hafifçe çatılmış ve gözleri ağlayacakmış gibi kızarmış bir halde Lu Feng'e baktı.

        Lu Feng ender bir çaresizlik anı yaşadı, An Zhe'nin yüzünü tutmak için uzandı. "Sorun nedir?"

        "Benden hiç hoşlanmıyorsun." An Zhe kaşlarını çattı.

        "Hoşlanıyorum."

        An Zhe sesini yükseltti. "Peki ya sporum?"

        Lu Feng ona sporundan hiç bahsetmemişti, adam o kadar sertti ki sormak için inisiyatif almaya bile cesaret edememişti. Sadece atıl numunenin nereye gittiğini bulmak için haberleri aramış durmuştu.

        Ama hiçbir şey yoktu, ta ki yazının sonuna gelip "inert ekstrakt" ile ilgili haberi ve cam bir şişede hünnap çekirdeği büyüklüğünde bembeyaz bir sporun fotoğrafını görene kadar.

        Şimdi Lu Feng çenesini kapalı tutuyordu ve spor hiçbir yerde bulunamıyordu.

        Tek bir olasılık vardı: ölmüştü.

        Bunu duyduktan sonra Lu Feng'in gözlerinde bir kahkaha belirdi.

        An Zhe ona o kadar kızmıştı ki doğru düzgün konuşamıyordu.

        "Onu gittikçe küçülttün." dedi, gözleri sulanmıştı, ağlamak üzereydi, "ve şimdi ölü."

        "Hayır." dedi Lu Feng.

        "Öldü." An Zhe onun kolunu tuttu, boğazı düğümlendi. "Ona hiç iyi davranmıyorsun... onu bana geri ver."

        "Hâlâ yaşıyor, ağlama." Lu Feng onu teselli etti. "Sporun senin için ne ifade ediyor?"

        "O..." An Zhe bunu insan dilinde tarif etmeye çalıştıysa da beceremedi, sadece "Spor işte." diyebildi.

        "Önemli mi?"

        "Önemli." An Zhe ona duyduğu öfkeden titremeye başlamıştı. "Ölsem de spor yetiştirmeliyim. Onu sana yetiştirebileceğini düşündüğüm için verdim."

        "Hayatından daha mı önemli?"

        "...Hm."

        "Herhangi bir canlı için en önemli şey sadece kendi hayatıdır."

        "Spor en önemli şeydir." diye karşılık verdi An Zhe gözünü kırpmadan. "Sen bir mantar değilsin."

        "Tamam." Lu Feng'in sesi hâlâ nazikti. "Yani o senin çocuğun mu?"

        An Zhe dudaklarını ısırdı. Mantarlar dünyasında ebeveyn ya da çocuk yoktu, akraba yoktu, arkadaş bile yoktu. Uçurumdaki her mantar türü diğer mantarlardan farklıydı; sporla olan ilişkisini insan ilişkileri açısından tarif edemezdi, onun çocuğu olduğunu söyleyemezdi. Sadece "Onu ben doğurdum." diyebilirdi.

        "Onu ben büyüttüm."

        "Onu hiç de iyi bakmadın."

        "Sahi mi?" Lu Feng, "O zaman neden seni Deniz Feneri'nde görmesine rağmen kendi isteğiyle yanıma süzüldü?" diye sordu.

        Bu eski mesele tekrar gündeme getirilmişti. An Zhe hâlâ Lu Feng'in sporu öldürmüş olmasından endişe ediyordu ki aniden sporun içini nasıl yediğini hatırladı.

        İkisi de becerikli değildi.

        Ne diyeceğini bilemedi, sadece "Ama doğuran bendim." dedi.

        Lu Feng tekrar gülümsedi.

        Gökyüzü döndü.

        An Zhe bu adamın vücudunun altında sıkışmıştı.

        Lu Feng'in parmakları karnının üzerinde, en narin, en yumuşak yerde hafifçe kaydı, hafif serin parmak uçları bir ürperti yarattı.

        An Zhe şaşkınlıkla soludu.

        Lu Feng başını eğip An Zhe'nin kulağına fısıldadı.

        "Bir tane daha doğur da göreyim."

Sonraki Bölüm