Lupin'de Ara

Son Bölümler: Qian Qiu Radyo Dizisi

Qian Qiu Radyo Dizisi -- 2. Sezon -- 4. bölüm yüklendi. (Bilgisayardaki bir sıkıntı nedeniyle devam edemiyorum.)

Son Bölüm

Qian Qiu yeni ekstra!! Geçmiş Günler yayınlandı!!

Bölüm 62: O dönmemek üzere ayrılırken hatırası yaşayacaktı.

 

   Ay tüm ihtişamıyla dökülüyor, dünyaya uçtan bucağa bembeyaz bir örtü seriyorken hapishane hâlâ nemli ve karanlık, bir parça bile ışık sızdırmıyordu.


   Gözün gözü görmediği muzlim hücrenin köşesinde bir varlık, kıvrılmış duruyordu. Zayıf nefesi ve ara sıra nükseden titremesiyle, bir insana benzediği zar zor anlaşılabiliyordu. Uzun saçları dağılarak vücudunun üzerine dökülmüş, yüzünü gizliyordu.


   Mermer taş kapı gümbürdeyerek açıldığında ışık bir sel halinde içeri dolarak onun şiddetle titremesine ve başını daha da derine gömmesine neden oldu. Ancak ziyaretçi onun saklanmasına izin vermedi. Kaba, yuvarlak parmaklıklara kayıtsızca vurarak adını seslendi.


   "Luo Xin."


   Yavaşça başını kaldırdı. Beti benzi atmıştı. O kadar zayıftı ki daha önceki yuvarlak yüzünden hiçbir iz görülemiyordu. Yüzündeki kemikler sanki ince deri tabakasını kesip açacakmış gibi bir pürüzle çıkıntı yapıyordu. Ne bir insana benziyordu ne de bir hayalete. Luo Xin uzun bir süre boğazının içinde mırıldanarak zar zor iki hece söyleyebildi. "...Ekselansları vali."


   Xiling Valisi Li Chenghua ona küçümseyerek baktı, "Hatırladın mı? Başkomutanlık nişanı nerede?" diye sordu.


   "Asla...sana vermeyeceğim..." Luo Xin’in nefesi kesildi kesilecekti. "...Kaç defa…sorarsan sor…aynı olacak."


   "Er ya da geç teslim etmek zorunda kalacaksın." Li Chenghua gülümsemesinden bir şey kaybetmedi. "O savaş kitabını sana Chu Mingyun mu verdi? Okudum. Açıklamaları gerçekten çok iyi yazılmış. Sen de çok iyi öğrenmişsin. O günkü atılımın gerçekten harikaydı.”


   Luo Xin bir kütük gibi sessiz kaldı.


   Li Chenghua eski bir dost edasıyla iç geçirdi. "Birliğin dağlarda iyi durumda. Gerçekten başka çarem olmadığı için sizi kuşatma altına aldım ki kaçmayasınız. Fakat bilmelisin ki bu en fazla bir ay sürer. Luo Xin, yakında yaz bitecek, sonbaharın gelmesiyle yapraklar dökülecek. Bu şekilde saklanmaya devam edebilecek misiniz? Saklanabilseniz bile daha sonra kış gelecek. Havalar çok soğuyacak. Ne yiyip içeceklerine hiç değinmiyorum bile. Dağda ölmekten başka seçeneğiniz kalmayacak.

   Mevsimler çok çabuk gelir geçer. Tıpkı hayat gibi. On yıllar göz açıp kapayıncaya kadar geride kalır. Ha sadık bir tebaa olmuşsun ha bir hain. Kimin umurunda?" Li Chenghua, Luo Xin'e baktı. "Ya sen ne düşünüyorsun?"


   "...Hayır." Sesi o kadar alçaktı ki neredeyse duyulmuyordu.


   "Su Shiyu'nun seni beğenmesine şaşmamalı, gerçekten de onun kadar inatçısın." Li Chenghua gülümsedi. "Fakat başkalarının gözünde bir hain olup çıktın çoktan.

   İsyancılarla birlikte hiçliğe karıştın ve sarayın takviye kuvvetleri de ortadan kayboldu. Changan’daki herkes sana lanet ediyor. Başmüfettiş ile başkomutan seni soruşturmak ve tutuklamak için bizzat Huainan'a geldi. Bir tek sen, hâlâ burada acınası bir sadakatle duruyorsun. Bu sadakatini kime gösteriyorsun?”


   Luo Xin titredi. Gözlerini kapattı. Zar zor birkaç kelime konuştu. "Su Bey... bana karşı nazik… ve Chu Bey, benim... yıldızım... Ben, ülkeme... bunu yapmayacağım..." Vücudu aniden kasılmalarla sarsıldı, parmakları yeri sertçe kazıyarak kanlı izler bıraktı. Kırık ve bastırılmış inlemeler çıkarabiliyordu sadece. Dayanılmaz bir acıyla sızlanıyordu.


   Li Chenghua’nın elini kaldırmasıyla birisi hücre kapısını açtı. "Görünüşe göre ilacın etkisi geçmiş." Porselen bir şişe çıkardı, mantarını kaldırdı ve yavaşça salladı. "İster misin?"


   Luo Xin ileri atıldığında zincirlerin sesi yüksek sesle şangırdayarak ona engel oldu. Yere düştü. Var gücünü kullanarak elini uzattı. Bakışları deliliğe yakındı. "Bana… Bana ver!.. Çabuk bana ver!”


   “Başkomutanlık nişanı nerede?” diye sordu Li Chenghua, derin bir sesle.


   Uzattığı elin damarları dışarı çıkmıştı, sürekli titriyordu. Luo Xin yerde yatıyordu. Ağır nefesler alıyordu. Kalan akıl sağlığıyla, inatla başını salladı. “Sen… asla… bulamayacaksın… pes etsene…”


   Bileğinin bir hareketiyle porselen şişedeki beyaz toz ince ince süzüldü, çamurun üstüne kar gibi yağdı.


   Luo Xin giderek daha şiddetle titredi. Gözleri istemsizce toz tabakasına bakıyordu. Görebiliyor fakat ulaşamıyordu. Yüzü ızdırapla yıkanıyordu, neredeyse parçalara ayrılmayı diliyordu. Boğazındaki ses, tuzağa düşmüş bir hayvanın kederli ağlayışını andırıyordu.


   Li Chenghua porselen şişeye baktı. "Henüz durumun farkına varamadın mı Luo Xin? Artık sadece beni dinleyebilirsin." Sabırla bir tavsiyede bulundu. "O hürmet gösterdiğin Su Bey Huainan'daki tüm haşhaşları yaktı. Sadece benim elimde biraz kaldı. Beni terk edecek olursan hep böyle olacaksın, hayatta kalamayacaksın.”


   Cevap gelmedi. Luo Xin başını eğdi, ağzını açarak kolunu sertçe ısıracak kadar ileri gitti. Kan dolu dolu akarak elinin her yerine bulaştı. Hâlihazırdaki görünümüne dehşet üstüne dehşet kattı.


   Li Chenghua bir süre ona baktı. İç geçirdi ve ayrılmak üzere arkasını döndü. "Birkaç gün daha takip edin onu." Şişeyi öylece önüne attı. Beyaz toz her yere saçıldı. Kalın taş kapının kapanmasıyla yeniden karanlık çöktü.


   Luo Xin ileri atılarak yerdeki tozu kaptı, hayatı buna bağlıymışçasına ağzına tıktı. Ne çamurla karışmış olmasına ne de kendi ağzındaki yoğun kan kokusuna aldırış etti. Büyük bir avuç aldı, olduğu gibi yuttu. Boğazı keskin bir bıçakla kesilir gibi acıyordu. Hislerden tamamen arınmış gibi yedi, yedi ve yedi. Kim bilir ne kadar zaman sonra hareketleri giderek yavaşladı, nihayet durma noktasına geldi.


   Luo Xin, ağzı elleriyle kapalı olarak uzun süre orada oturdu. Aniden gözlerinde küçük bir ışıltı belirdi. Gözyaşları boncuk boncuk aktı.


***


   Vakit gece yarısını geçiyordu çoktan. Li Chenghua yorgun hareketlerle alnını ovuşturdu. Koridordan geçerek çalışma odasının kapısını açtı. Ne var ki odada birisinin onu ayakta bekleyeceğini düşünmemişti. "Che, yavrum?"


   Li Che yavaşça başını kaldırdı. Boğuk bir sesle, "Baba." dedi.


   Li Chenghua kaşlarını çattı. Arkasını dönüp yanındakilere geri çekilmelerini işaret ettikten sonra gözlerini tekrar ona çevirdi. "Neden bu kadar çabuk geri geldin? Şarap mı içtin?"


   "Baba, Jingshu nerede?" diye sordu Li Che. "Onu görmek istiyorum.”


   Li Chenghua'nın yüzü bir an için doğallığını yitirdi, hemen ifadesini örtbas etti. "Birbirini seven gençleri elbet ki zamanı geldiğinde görüştüreceğim. Bu halin ne? Yaran daha yeni iyileşebilmişken dizginsizce şarap içmişsin..."


   "Jingshu öldü, değil mi?" diye fısıldadı Li Che. "O uzun zaman önce öldü."


   Li Chenghua sustu. Bir ileri bir geri volta attıktan sonra koltuğuna oturdu. "Evet," dedi.


   "...Neden?" Sesi hafifçe titreyen Li Che gözlerini kaldırarak doğrudan ona baktı.  "Ne olursa olsun ona zarar gelmeyeceğine dair bana söz vermiştiniz!"


   "Che, yavrum, ne demek istiyorsun?" Li Chenghua'nın yüzü değişti.


   "Neden onun da öldürülmesi gerekti? Babamın acımasız olduğunu ve ne pahasına olursa olsun her yöntemi kullandığını biliyorum fakat en azından bana verdiğiniz sözü tutarsınız diye düşünmüştüm..."


   "Neler diyorsun sen?" Li Chenghua biraz sinirlendi. "Onu ne zaman öldürmüşüm? Böyle bir emir vermedim hiç.”


   "O halde Jingshu'nun ölüm haberini neden sakladınız?" Li Che ona baktı.


   "Ben..." Bir anda nutku tutuldu, sonra tamamen öfkelendi. "Güzel, güzel, onu öldürdüysem bile ne olmuş yani? Böyle bir kadın yüzünden, ne olacağını bile düşünmeden eve dönüp beni, babanı mı sorguluyorsun?”


   Li Che’nin vücudu titredi. Gözlerini indirerek uzun süre sessiz kaldı. "Jingshu'nun cesedi nerede?"


   "Ceset meset yok. Kim bilir nerede öldü. Sadece bir kadın. İstersen sana onlarcasını, hatta yüzlercesini verebilirim. Che, yavrum, bu endişelenmen gereken bir şey değil. Yine de onun için büyük amaçlarımızı mahvedebilir misin?"


   Li Che ona bakıp sessiz kaldı. Li Chenghua'nın birden yüreği titredi. Ayağa kalkarak ona doğru yürüdü. "Che, evladım, ne için bu kadar çaba harcadığımızı anlamalısın. Biz de Li ailesindeniz, neden başkalarına tabi olalım? Bunca yıl bunları planlamak için çok çalıştım. Ne kadar para harcadım, ne kadar meşakkat verdim? Ne uğraşlarla Huainan Valisi’nin ölmesini sağladım, önümüzü açtım? Ne zahmetlerle yüreğimi serip Hunların o cehennemvari diyarına gittim, barbarlarla anlaşmaya çalıştım? Bugünkü duruma ulaşmak için ne kadar ter döktüğümü sen de biliyorsun.”


   "Baba…"


   "Che, yavrum, baban yaşlandı artık. Sen benim oğlumsun. Büyük amacımız gerçekleştiğinde, işte o zaman tüm bunlar, bu taş bu topraklar senin olacak. Sen o zavallı Li Yanzhen'den çok daha iyisin!" dedi Li Chenghua hevesle.


   Ancak Li Che derin bir nefes aldı. Hafif boğuk bir sesle, usul usul konuştu. "Evladınız babasını daima hayal kırıklığına uğrattığının farkında. Fakat ne kadar çabalarsam çabalayayım babamın açık fikirliliğine ve hırsına sahip olamıyorum hâlâ. Ben taş toprak değil, sadece Jingshu'yu istiyorum."


   Çay fincanı yere sertçe atıldığında şangırdayarak parçalara ayrıldı. Li Chenghua o kadar öfkelenmişti ki titremesini durduramıyordu. "Li Che!" Doğrudan Li Che'yi işaret etti. "Senin ne istediğin umurumda değil. O kadının çoktan öldüğünü aklında tut sadece. Ardında bir iz bırakmadan öldü! Bu pısırık bakışını benim hatırım için bir kenara bırak. Şu andan itibaren bir daha o kadından bahsettiğini duymak istemiyorum!" Kollarını savurarak odanın kapısını sertçe kapattı.


   Oda sessizdi. Li Che’nin parmak uçları kımıldayarak giysisinin kolundaki ince ve pürüzsüz bir nesneye dokundu. Vücudunun sıcaklığıyla canlılık bulmuş, boyanın hafif kokusuyla renklenmiş gibi görünüyordu. Bakmasına gerek yoktu, bunun kırmızı bir fırça olduğunu biliyordu.


   O dönmemek üzere ayrılırken hatırası yaşayacaktı.



   O gün Li Che bu kırmızı fırçayı almış, sadece ona bakıp gülümsemişti. Bildiği halde, "Bunu bana neden verdin?" diye sormuştu.


   Jingshu dudaklarını büzmüş, cevap vermeden gülümsemekle yetinmişti.


   "O şiiri okudun mu? Ne anlama geldiğini biliyor musun?" diye tekrar sormuştu.


   Jingshu başını eğmişti. Yüzü pancar gibi kızarmıştı. Hâlâ tek kelime etmiyordu. Yalnız gülümsemesi genişlemişti. Li Che de gülmüş, daha fazla sormamıştı.



   Güzel mi güzel suskun hanım, bekliyor beni şehir duvarının bir köşesinde,

   Aşık ve gözlerden uzak, başını kaşıyor endişeyle


   Güzel mi güzel suskun hanım, bir kırmızı fırça veriyor bana,

   Fırçanın ışıltısı hanımın güzelliğini anlatıyor dünyaya


   Kırsaldan goncalar getirmiş elleriyle, birbirlerinden ayrı güzellikleriyle,

   Güzellik kadının şahsında değil, ona verilen değerde


   Bir aşk şiiriydi.



   Li Che ağır ağır yere çöktü. Yüzünü kapattı. Duygularını bastırdı da bastırdı, nihayet acı içinde haykırdı.



   Tosbağa Notu:

   Bunu daha önce belirtmeliydim ama unutmuşum sanırım: Başkomutanlık nişanı denen şey ikiye ayrılabilen, kaplan şekilli bir nesne. Bir yarısı hükümdarda ve diğer yarısı emri alan komutanda bulunur.